Öykü: Benim sılam neresi? | Mehmet R. Ceylan

Nisan 29, 2025

Öykü: Benim sılam neresi? | Mehmet R. Ceylan

Durağa yanaşan otobüse yaşına hürmeten öncelik verilerek binen adam, önde oturduğum ikili koltuğun boş tarafına yerleşirken, hafifçe toplanarak yan koltuğa taşmadığımdan emin oldum. O sırada otobüsün geniş ön penceresinden dışarıdaki insanların, araçların çılgın hareketliliğini seyrediyordum. Bakışını bana çevirdiğini hissettim sol gözümüm sınırlı açısına düşen hareketinden. Otobüs duraktan uzaklaşırken, nerelisin sen, deyiverdi durduk yere, hiç gereği yokken.

En bilinen açılışı nerelisin soru kelimesiyle yapılan, belli bir kuşağa özgü bu iletişim oyununda ne yazık ki hiç iyi değilimdir. Ne başlatabilir ne de başlamış olanı sürdürebilirim. Birkaç kelimeden oluşan hoşbeşten sonra sözü tüketince, gönüllü dinleyici konumuna düşerim istemsiz olarak. Anlatacak hikâyelerimin olmadığı, olsa da, anlatacaklarımın karşı tarafta önemsiz karşılanacağı konusunda nedense peşin hükümlü olmuşumdur hep. Hikâyesiz insan olmayacağına göre, anlatmasını mı bilemem, yahut kendimi, söyleyeceklerimi değersiz mi hissederim derinlerde bir yerde? Emin değilim doğrusu; belki de sıkılganım, kim bilir. Ya karşı tarafın anlattıklarını, ayıp olmasın diye dikkatle dinlememe ne demeli? Bu durum dinleyici konumumu pekiştirirken, pek çok kez konuşanı coşkulu, heyecanlı, anlattıklarına büyük önem atfeden bir hatibe dönüştürdüğünü görmüşümdür. Allah’ım kendi kendimi cezalandırmaya dönüşen bu hassasiyet de neyin nesi böyle? Saygılı kusursuz dikkatim biraz kaymayagörsün kendimi toplamam için dirseği ile, eliyle dürtenler bile olur. Buna izin verdiğime inanabiliyor musunuz? Dürtmeden konuşmanı tercih ederim, diyemem bir türlü; muhatabımın mahcup olacağını düşünür, kaçınırım bundan. Olan da bana olur; başıma ağrılar girer, imdat diye bağırmak gelir içimden. Mümkünse, oradan kaçmanın yollarını ararım bir bahane uydurup.

Belediye otobüsü durağa yanaştığında açılan kapıdan ilk binen yaşı ilerlemiş bu adam, yanıma oturduktan sonra otobüs hareket edip nereli olduğumu sorduğunda, bütün bu düşünceler geçti kafamdan. Başıma gelecekleri görür gibi oldum.

Belediyelerin belli yaş üstü bireylere tanıdığı ücretsiz seyahat hakkı, kendilerine hatırı sayılır miktarda oy kazandırırken, karşılığında hak sahibine şehir içinde para ödemeden sınırsız bir dolaşım özgürlüğü sağlaması, yolcu için işlevsel bir takas gibi geliyor bana. Vapur, tramvay, otobüs, metroya atlayıp şehri turlarken o gün yaşadıkları doluluk, yaşlıların sık sık nedensiz ortaya çıkıveren can sıkıntısını belirgin ölçüde dağıtır. Yıllarca ulaşıma ödenen paranın, vergi iadesi gibi küçük bir parçasını geri almanın hayatın pek de adaletsiz olmadığına yönelik duyguyu beslediğini de bizatihi biliyorum. Geçen yıllar geri gelmeyeceğine göre, bedava otobüs bileti, kısalan ömürle birlikte beklentileri azalmış insana ufacık maddi bir teselli sağlar, Kulağa da kötü gelmiyor doğrusu teselli kelimesi. Avunacak bir şeyler bırakıyor insana. Ah, bir de konuşacak, sohbet edecek birini bulurlarsa! Kalp, beyin, göğüs her nerede depoluyorsak can sıkıntısını, o ağırlığı konuşmadan oradan uzaklaştırmanın mümkün olmadığını hepimiz artık az çok öğrenmişizdir o yaşlarda.

Aslında sohbet yanlış bir ifade; kendisiyle tıka basa dolu adamın karşısındakini dinleyecek ne hali ne de niyeti vardır. Olsa olsa bu nedenle, dinleyici huzurunda serbest çağrışımla ilerleyen oyun demek daha doğru. Genellikle şikayet temalı, dinleyen açısından sıkıcı, kelimelere dayalı tek kişilik bir oyun. Kahvehanelerde, doktor sırası beklerken, kısa uzun yolculuklarda hâlâ çok yaygındır belli kuşağın kadınları, erkekleri arasında. Sıçraya sıçraya akan bilinç yalnızca roman yazarlarına mı mahsus sandınız? Değil elbette. Şifahi toplumsal özeliğimizin yüz yıllardır süren geleneğinde en kullanışlı tekniktir aynı zamanda. Bir kişi dur durak bilmeden konudan konuya atlayarak konuşur, diğeri dinler. Cambazının nerede duracağını, ne zaman susacağını bir tek Allah bilir.

Sadece başıma gelecekleri bildiğimden değil, aynı zamanda o güne kadar gerçekten nereli olduğuma karar veremediğimden, nereli olduğumu bilmediğimi söyledim adama.

Hafiften afallasa da bozuntuya vermeden, başlatmak istediği bencil oyunun giriş kuralını anımsatmak için “Bak,” dedi, “ben mesela şuralıyım (Orta Anadolu’da bir ilin adını verdi). Senin de mutlaka kimliğinde doğduğun bir yer adı yazıyordur, öyle değil mi?”

“Haklısınız, ben doğduğum köyün bağlı olduğu şu ilçeye kayıtlıyım ( İç Ege’de bir ile bağlı ilçenin adını söyledim). Altı yaşına basmadan babam da tutmuş şu an sınırları içinde bulunduğumuz şehre getirmiş ailesini.”

Karmaşık bir meseleyi aydınlığa kavuşturmağa, dolayısıyla kendisinin kesintisiz konuşacağı bölüme çok yaklaştığını düşünerek keyifle gülümsedi:

“E tabii ki doğal olarak doğduğun yer senin memleketindir. Bu aşikâr bir şey değil mi?”

“Benim durumumda pek de geçerli değil bu. Memleketime dair hiçbir aidiyetim oluşmadı ki. Bırakın beni, anne babamın da böyle bir bağlılığı yoktu. Bir gün babam sahip olduğu iki öküz, iki taşlı tarla, bir kerpiç evi ani bir kararla satıp, çoluğu çocuğu topladığı gibi kaçmış köyünden. Nedenini sormayın, ben de bilmiyorum. Dört beş yaşındaymışım. Ben ne akrabalarımı tanıdım doğru düzgün ne de köyümü bilirim.”

Ben adamdan daha şaşkınım. Yakın arkadaşlarımın bile bilmediği çocukluk anılarımı anlatan ben miyim? Hem de hiç tanımadığım, adını bile bilmediğim bir yabancıya. Girişimi amacından sapmış adam ise öfkeleneceğine yumuşamış, yanında oturduğu garip yabancının hayatında yanıtsız kalmış bir soruya karşılık bulmaya kararlı:

“O zaman buralısın. Öyle ya ufak yaşta gelmiş, burada büyümüşsün.”

Çocukluktan kalma özdenetimli karakterimden olsa gerek, pek tanımadığım insanların karşısında sıkça yaşadığım tutuk hâl, bu kez her nasılsa yok olmuştu:

“Doğru, burada geçti çocukluğum ilk gençliğim, ama hiç de tahmin ettiğiniz şekilde değil. Bu şehrin kültürünü çok geç tanıdım. İlk kez üniversite yıllarımda soktum ayağımı denize. O vakte kadar bırakın mayoyu hiç kısa kollu gömlek bile giymemiştim. Kendimi çıplak hissettiğimden utanmıştım, kollarımı açıkta bırakan gömlekle dışarı çıktığımda. Yüzmeyi altmışımdan sonra öğrendim.  Gecekondu mahallesinde büyüdüm ben. Köyden göçlerin başladığı yıllarda şehir hızla genişlerken, babam vurgunculardan cebindeki paranın alabileceği en uygun arsayı satın almış. Fiyatının uygunluğu şehirden çok uzakta altyapının, suyun, elektriğin olmadığı bir bölgede oluşundandı. Derin olmayan bir temel, taş kömürü tozunun katranla sıkıştırılmasıyla elde edilen tuğlalarla örülen duvarlar ve üstüne kurulan ahşap çatı.  Çatı kiremitlerle kapatıldıktan hemen sonra evimize taşındık. Yağan ilk şiddetli yağmurda sel sularının üstümüze geldiğini görünce, evimizi diğer birkaç komşu evin de bulunduğu arazinin en derin kısmına inşa ettiğimizi fark ettik. Hışımla üstümüze gelen taşkın suyu farklı yöne çevirdiğimizde, selin evine yöneldiği komşu bu kez elindeki kürekle üstümüze yürüyünce meselenin daha ciddi, hayatımızın eskisinden daha karmaşık, çok daha mücadeleci olacağını anladık.”

Kendi hayatının monotonluğunu, gündelik can sıkıntılarını unutan yeni arkadaşım, farklı bir ilgiyle dinlemeğe başlamıştı beni. Nerelisin dediğinde, başına gelmesini umduğu şey muhtemelen bu değildi. Ne var ki engellenmiş isteğin yol açması beklenen öfkeden eser yoktu üstünde. Derin bir anlayış, hatta empati yerleşmiş gibiydi yüz ifadesine. Huzursuz olan bendim. İneceğim durağa yaklaşırken kalabalık otobüste kapıya yakın olmak için izin isteyip kalktım.

Huzursuzluğumun temel nedeni, yarım kalan sohbetin hayati cevabın ortaya çıkışını engellemesi olabilir miydi? Arkamdan bakakalan adamın eksik hikâyemden çıkarabileceği benimle ilgili tuhaf çıkarımlardan mı rahatsız olmuştum yoksa? Birçok sebeple o güne kadar dile getiremediklerimi söylemek, tanımadığım birine açılmaktan tedirgin değildim oysa.

***

Öykünün burasında duraladım. Ayağa kalkıp odanın içinde ileri geri gezinmeye başladım. Pencereden dışarıya baktım. Divana uzandım. Epostalarımı kontrol ettim. Portakal soydum kendime. Bir şeyler atıştırdım. Su içtim. Bütün bu yaptıklarım ihtiyaçla ilgili eylemler değildi. Acıktığım için yemedim, yorulduğumdan uzanmadım. Önemli mesajlar beklemiyordum. Aslında sigarayı bırakmadığım günlerde olsaydım, art arda sigara yakardım böyle durumlarda. Tek derdim, sadece birkaç paragraf daha ekleyerek anlamlı bir şekilde tamamlamaktı hayatın öyküye dönüşümünü. Bir türlü olmayınca, yapaylığa düşmemek için zorlamadım kendimi. Yazdıklarımı kaydedip dışarı çıktım. Dönüşte bir daha denedim. Sonrasında farklı zamanlarda birkaç kez daha oturdum bilgisayarın başına. Ne yazdıysam, her seferinde sildim. Sonunda, geri planda sessizce çalışıp, zamanla uygun bir son bulacağına güvenerek durumu zihnime havale ettim. Yürürken, alışveriş ederken, yemek yerken, televizyonda kanalları dolaşırken, arkadaşlarla tavla oynarken, internette gezinirken, maç izlerken veya uyurken düşümde, bir an gelecek o da üstünde çalıştığı işini tamamlayacak, bana sılamın nerede olduğunu söyleyecekti.

O süreçte ya hiç düş görmedim ya da görsem de uyanır uyanmaz bilinçdışı parçam geldiği yere itivermiş olmalı hatırlamak istemediklerini. Ben de gündüz düşlerinden medet umuyorum. İlkokulu bitirince komşumuz olan ayakkabıcıya çırak verildiğim günlere gidiyorum. Hayal gücümü yoksul hayatlarımızın derin, kesif karanlığı karşılıyor. İşten dönüşlerde otobüsten indiğim duraktan, yokuş aşağı çılgınca bir koşu tutturuyorum sokak lambasının olmadığı toprak yolda. Elinde taşıdığı gaz lambasının titrek gölgeli ışığında annem açıyor kilitli kapıyı uykulu gözlerle.Herkes uyumuş. Soğumaya yüz tutmuş odada yere serili sofra bezinin üstünde birkaç parça ekmek ve gelmemin yakın olduğunu düşünerek benim için sobanın üstünde defalarca ısıttığı yemek duruyor çinko tabakta. Bir el hareketi ile gözümün önünde canlanan kasvetli hayali dağıtıyorum. Hayatın sorumluluklarından bunaldıklarında yetişkinlerin en çok sığındıkları fantazya olan çocukluk, anlaşılan asla özlediğim, dönmek istediğim bir yer olmayacaktı.

Sıla,  anlamı konusunda tümüyle keyfi bir mutabakatla doğmuş yüz yıllardır kullandığımız bir kelime. Doğup büyüdüğümüz, uzak kaldığımızda özlemle dönmek istediğimiz cennet. Kedi kelimesinden nasıl ki kedi çıkmıyorsa, sıla da doğal olarak bende memleket, özlem gibi şeylerin boşluğunu dolduracak bir içerik taşımıyor. Çünkü kelimenin kendisi, taşıdığı anlama dair hiçbir şeyi içermeyen güvenilmez bir sembol sadece. Dışımdan tekrarlamaya başlıyorum. Sı-la… Sı… La… Aaaa… Tekrarladıkça, parçalanarak kendinden uzaklaşan gösterge, aşina olmadığım bir ses enkazına dönüşüyor. Bırakıyorum.

Doğruyu söylemek gerekirse, bu  tür oyunlardan hiç hazzetmiyorum.. Yaşanmış hikâye, onu öyküye dönüştürme girişimime direndi, gibi bir yargı cümlesiyle bariz başarısızlığımı, romantize ederek gizlemek de istemem. Ne var ki kabul etmek zorundayım: Öykü kendi yazgısını böyle gerçekleştirmeseydi, bitmemiş bir metin olarak kalacaktı. Muhtemelen o haliyle bilgisayarımın masaüstündeki öykü notları dosyasında unutulup gidecekti. Nihayetinde onun yazgısına bağlanmaya karar verdim.. Anlayışla karşıladım, önemsemedim önemsiz bir detaya dönüşen kendi sorumun yanıtsız kalışını.

Yorum yapın