Çavdar tarlasının yaralı kahramanı | Şule Tüzül

Ağustos 14, 2020

Çavdar tarlasının yaralı kahramanı | Şule Tüzül

Bazen karşınıza birileri çıkar. Gariptirler. Aslında siz de garip hissedersiniz kendinizi; ne uzaklaşabilirsiniz, ne rahatça yakınlaşırsınız. Adını koyamadığınız, anlamlandıramadığınız bir şeyler vardır işte. Çünkü hepimiz belirli kalıpların, kuralların, alışkanlıkların içinden geçip gelmişizdir şu ana. Tedirgin bir mesafede sürer ilişkiniz. Biraz eğlenceli görünürler, biraz duyarlı. Bazen çok anlamsız laflar ederler, dünyanın en anlamlı sözlerini söyler gibi. Tam lafın ortasında birden çevrede gördükleri bir kediyi, bir masayı, oradan geçip giden hiç tanımadığı birini, bir çalı çırpıyı gösterip yorum yapmaya başlarlar. Bazen uzun sürer böyle ilişkiler, belirsizlikleri ile. Sonra bir gün, herhangi bir gün sıradan bir konuşmanın tam ortasında bir cümle söyleyiverirler, sıradan bir şekilde, öylesine. Ama yüzünüzde bir tokat etkisi yapar o cümle. Öyle şiddetlidir ki, beyniniz sallanır. Film geriye sarar, her şey anlamına kavuşur. Ve hikâye, başka bir katmandan devam eder.

Jerome David Salinger’in, ve birçok iyi yazarın, kullandığı tekniklerden biri bu. Karşınıza bir kahraman çıkarırlar, yukarıda anlattığım gibi. Sizi bir tokada hazırlarlar, ve daha fazlasına. Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın on yedi yaşındaki kahramanı Holden Caulfield, işte onlardan biri. Salinger’in bu tek romanının biricik kahramanı Holden, konuşmayı seven bir ergenin söze başlaması gibi başlar anlatmaya, öylesine, sanki çok sıradan bir şey yapar gibi. Oysa dünya çapında bir klasik olan romanın ilk cümlesi, en iyi başlangıç cümlelerinden biri olarak kabul edilir. Çünkü çok etkileyici görünmediği halde sizde iştahlı bir merak duygusu yaratır, peşinden sürüklemeyi başarır. Ve sayfalarca sürüklenirsiniz Holden’i dinlerken. Oysa bir ergenin zırvalıkları peşinden sürüklendiğiniz hissi hiç yakanızı bırakmaz. Salinger, okurunu ona hiç fark ettirmeden vurucu darbeye hazırlar. Arada dramatik ya da travmatik birkaç konu geçer, Holden’ın dördüncü kez bir okuldan atılıyor oluşu gibi mesela, ama bunlar Holden’ın karakterine uygundur, pek şaşırmazsınız. Tokat daha gelmemiştir çünkü. Kırk sayfa böyle geçer, sonra Holden ölen kardeşinin beyzbol eldiveninden bahseder, diğer anlattığı gevezelikler kıvamında, lafın arasında “kardeşim öldü” gibi teknik olarak basit bir cümle hızla geçiverir. “Kardeşim öldü.” Hepsi bu!

İşte tokat bayağı sert çarpar suratınızda. Beklemediğiniz derecede sert. Çünkü Salinger, en etkili ilk tokadı nerede atacağını çok iyi belirleyen yazarlardan biridir. Geçip giden kırk sayfa başka bir derinlik kazanır. Tüm o sayfalar dolusu zırvalığı boğazınızda bir yumru ile hatırlar, o yumru ile okumaya devam edersiniz.

Holden, diğer zırvalıklarını anlattığı tarzda kardeşini anlatmaya başlar. Ne kadar özel olduğunu! Öyle kendini, yaşadıklarını, neden böyle olduğunu, hayatını anlatmak için değil. Daha öncesi gibi, son derece doğal bir sıradanlıkla. Ama Salinger sizde bir yara açmayı başarmıştır, hiçbir şey sıradan olamaz bu noktadan sonra. Salinger yarayı derinleştirmeye başlar, bıçağı bayağı döndürür yaranın içinde, asla karşı koyamazsınız!

Holden, vurdumduymaz biri gibi, ama herkese yardım etmeye çabalayacak kadar duyarlı. Acının ne olduğunu bilen yetişkinlere benziyor bazı cümleleri. Ama henüz 17 yaşında! Saçında aklar olan 17 yaşında bir çocuk! Ve tokatlar gelmeye devam eder. İlginç olan havadan sudan şeyleri anlatır gibi süren anlatım bir yarayı derinleştirirken, mizahın bu anlatımla hiç eksilmeyen paralel gidişidir. Salinger ne yapar eder, sizi güldürmeyi başarır satır aralarında. İyi ki de öyle yapar, yoksa nasıl dayanılır içinizde derinleşen bir yarayla okumaya.  

Holden Caulfield’i ne olduğu gibi kabullenebiliriz ne de söylediklerine karşı çıkabiliriz. Daha 17’sinde bir çocuk, hayatın bütün siyahını görmüş geçirmiş bir bilge edasıyla en iyi sözcükleri bularak hayatın ne olduğunu yüzünüze haykırır. Ne yargılayabilirsiniz ne bağışlayabilirsiniz. Hayatın, kurallarına göre oynanması gereken bir oyun olduğunu söyleyen öğretmenine, saygılı biçimde haklı olduğunu söylerken, bir çocuğun içinden geçenler şöyle dönüşür sözcüklere:

“Oyunmuş, kıçımın kenarı. Oyun öyle mi? Tüm asların bulunduğu takımdaysan, oyun o zaman, tamam; kabul ederim. Ya öteki takımdaysan, as oyuncu falan yoksa, oyunla ilgisi kalır mı bunun? Hiç yani. Yok oyun moyun.”

Hadi aksini söyleyin bu çocuğa! Söyleyebilir misiniz?

Birkaç bölümde ağlarken buluyoruz Holden’ı. Hiç ummadığımız bir anda umursamaz görünen o çocuğun gözlerinden akan yaşlarla hatırlıyoruz biz de hayatın inceliklerini, bir çocuğun hatırlatmasından utanarak…

“Bazı şeyler olduğu gibi kalmalı. Elinizde olsa da, onları büyük cam vitrinlere koyup oldukları gibi kalmalarını sağlayabilseniz. Biliyorum, olanaksız bir şey bu, ama yine de pek fena olmazdı.”

Peki kim Holden Caulfield? Salinger’in akıllara kazınan bir kahramanı mı? Binlerce, milyonlarca Holden’la dolu dünya. Yanı başımızda, sokaklarda, okuduğumuz izlediğimiz haberlerde, her yerdeler ve çoklar aslında. Ailelerin, toplumların, afili amaçları olan kurumların eseri Holden’larla dolu dünya. Sahi Holden’ı nasıl bu hale getiriyoruz hep birlikte? Ama asıl soru bu değil, asıl soru: bizim böyle bir dünyada nasıl olup da hala delirmediğimiz?

İkinci Dünya Savaşı’nın Normandiya çıkartması günlerinde cebinde Holden Caulfield’ı anlatan kitabı ile savaşın içinde yer alan, insanın insana ve tüm canlılara uygulayabileceği vahşetin sınırsızlığının bizzat tanığı olan Salinger’ın kaleminden böyle bir kahramanın yaratılması hiç de şaşırtıcı değil. Salinger, delirmekten Holden’ı yaratarak ve yazarak kurtulmuş olmalı. Tüm kitapları için söylenebilir bu.

Kitabın bir dönem yasaklanmış olması, toplumun birçok kesiminden sert tepkilerle karşılanması da şaşırtıcı değil. Yalanlarla dolu yetişkinlerin dünyasını sarsan cümleler içeren kitap ilk yayınlandığı yıllarda gençleri “yoldan çıkarmayı!” başarmış. Hatta öyle ki John Lennon’ı öldüren Mark David Champman, gayet sakin bir şekilde, polis gelene kadar cebinden The Catcher in the Rye’ı çıkarıp okumaya başlamış. Sorgulaması sırasında ise “Tamamiyle karton kapaklı bir kitabın içinde yaşıyordum” demiş. Benzer şekilde, ABD Başkanı John F. Kennedy’yi öldüren Lee Harvey Oswald’ın cebinden de The Catcher in the Rye çıkmış.

Çavdar tarlasında uçuruma doğru koşan çocukları yakalayanların bir derneği bugüne kadar nasıl oldu da kurulmadı şaşırıyorum doğrusu? Oysa biliyorum; o uçurumun kenarında gönüllü bekleyen binlerce Holden olmalı bu dünyada…

Şule Tüzül – edebiyathaber.net (14 Ağustos 2020)

Yorum yapın