Öykü: Sabah uykusu, yağmur ve tütün | Minel Sude Öztürk

Aralık 25, 2025

Öykü: Sabah uykusu, yağmur ve tütün | Minel Sude Öztürk

                                                    “Gittin, şimdi bir mevsim değil koca bir hayat girdi aramıza.   

                                                   Biliyorum ne sen dönebilirsin artık ne de ben kapıyı açabilirim sana.”   

                                                                                                                                                          -Murathan Mungan    

    

Pencereme vuran kuru dallarla uyandım bu sabaha. Ellerim üşümüş kimsesizlikten, dudaklarım kurumuş unutulan öpüşlerden, bedenim cansız, sakallarım uzamış-ki sen çok severdin dağılmış ve uzamış sakallarımı- uzak bir rüyadan uyanmış gibiyim. Boynumdaki nefesini özlüyorum. İnsan yıllar geçtikçe yalnızlığa alışır derler. Ben yalnızlığa alıştım da sensiz yalnızlığa alışamadım Gülce. Kaç sonbahar geçti senin ardından ya da kaç saç telim beyazladı sensiz uyandığım sabahlarda. Her ayrılık gibiydi, ilk başta inanamadım sonra öfkelendim ve en sonunda kabullendim. Zor oluyor ama insan on dört yıl aynı yatakta uyandığı sabah uykusuna veda edebiliyor. Ama seninle yaşadığım evde sensiz yaşamak zor geliyor hala. Aynı yatakta yalnız uykulardayım. Eskiyen hiçbir şeyi atamıyorum evden. Elinin değdiği, ruhunun ısındığı, bizi hatırlatan ne varsa benimle. Terapistim hatırlatıcılardan uzak dur diyor. Unuttuğumu var sayması ve seni sadece eşyalarla hissettiğimi sanması ne yazık. O zaman gençtik sana git derken bugünlerin geleceğini hiç düşünmemiştim. Bir köpek alır, balığa gider hayatımda huzuru bulurum demiştim sana. Acı bir tebessümle bakmıştın bana. Şimdi anlıyorum. Yıktığım her şeyin enkazında yavaş yavaş yok oluyorum. Zor da olsa kalktım yataktan. Mutfağa geldim. Dünden kalan bulaşıklar tezgâhta bir dağa dönüşmüş. Keyifsizce kahve makinesinin eskimiş düğmesine bastım. Evden çalışmaya başlamak beni iyice depresyona sürüklemişti. Ama hala bu hayatta olma sebebim kendimden daha fazla sevdiğim işimdi. Yaş kırk beşe geldi ben matematiği çözdüm ama hayatın matematiğini hala çözemedim. Gelen maillerime baktım göz ucuyla. Kahve makinesinden yayılan rayihaya kapıldım. Mutfak dolabının kırılmış kulpundan tutup senin nefret ettiğin kupalarımdan birini çıkardım. Gözüm yatak odasının kapısındaydı sanki oradan bana bakacak ve bardağı elimde görünce kahkahayı basacaksın. Aniden çalan kapı çekti hayalini gözlerimin önünden. Bazen küçük bir kasabada yaşadığımı unutuyorum. Postacı gelmiş hala bir şeylerin kâğıda basılı olması bana çok romantik geliyor. Birkaç kart ekstresi, birkaç fatura hepsi bu. Kapıyı güçsüzce kapatıyorum. İyice havasız kalmış oda camı araladım buz gibi bir ada kasımı. Sen çok severdin bu havaları örgü acı kahve hırkanı giyer dalgalı dağınık saçlarını toplar sigaranı alır pencerenin pervazına Coffee’den önce saklanırdın. Coffee’yi de kaybedeli beş yıl oldu. Senin yokluğunda hala senin gözlerine bakar gibi onun gözlerine bakardım. Ama şimdi o da yok. Ayrılığın da ölümden bir farkı yok. Hattan ölümden de kötü ayrılık. Coffee’nin bir mezarı var hala onunla konuşabiliyorum. Ama senin bir mezarın değil bir hayaletin var bu evde benimle… Geçmişte gibiyim hala. Neden diye soramıyorum bazen. Sabaha karşı sevişmelerimizi hatırlıyorum. Mutfakta bir türlü pişiremediğimiz kuzu etinin başında, davlumbaz ışığında hala seninle öpüşüyorum. Aynı duş jelini kullanıyorum hala seninle bir yerlerde aynı kokularla yıkanmamız bir gün yeniden kapımda kahverengi çizgili elbisenle olacağın inancını yeniliyor. Koltuğun döşemeleri eskidi değiştirmek gelmiyor içimden. O koltukta kaç kez uyuyakaldın göğsümde saçların, bacaklarımda bacakların… Evet daha tanıştığımızda belliydi aslında. Ben kendini bulamamış ve hatta aramaya da hiç tenezzül etmemiş bir adamdım. Bunu bilmene rağmen benim zayıflıklarımdaki güçlülüğü fark ediyordun. Senin âşık olduğunu görürken deli gibi korkuyordum. Kendime iyi gelemezken sana nasıl iyi gelecektim? Ama yine de denemek istedim. Seninle olmayı, sana âşık olmayı… Sana aşk diye seslenirdim. İlk sana aşk dediğimde garip ama hoş bir gülümsemeyle karşılık vermiştin. Çocuklarımızı konuşmuş ve hatta ilk arabayı kaçırışlarını kahkahalarla hayal etmiştik. Bunları konuşurken de yaşanmayacağını biliyordum ama ne garip yaşanması için içimde durduramadığım bir itki vardı. Çok bencilce olduğunu şu an anlıyorum. Seni sonunu bilmediğim bir yolculuğa inandırdım. Ve o yolculukta hiç olmadım. Ama işte insan tutamayacağı sözleri verirken de onlara inanıyor aslında. Dün salı pazarından balkabağı aldım. Çok severdin ben nefret etmeme rağmen senin yerken aldığın keyfi görür sana eşlik ederdim Evin her yerini saran balkabağının kokusu dalgalı saçlarına da sinerdi. O kokuyla kaç gece geçirdim ben? Şimdi minik balkonumuzdan bana bakıyor o balkabağı… İstemsizce de olsa onu pişirmeye karar veriyorum. Sen minik olanları daha çok severdin, onlardan aldım… Önce kesmesi zor geldi ama sonra senin yaptığın gibi yavaş ama güçlü hareketlerle kestim kabakları. Geniş tencereye koydum üzerine sen hep daha fazla şeker koymak isterdin ben ise hep sağlıklı bir şeyi sağlıksız bir şeye dönüştürmeyelim der az şeker koyardım. Şimdi bir kavanoz şekeri tencereye boşaltasım geliyor. Alışıyormuş insan yanındaki nefese ve bazen alışkanlıklar nankör ediyormuş insanı. Yokluğun varlığından daha çok şey öğretti. Tencerenin başından ayrılıp soğumuş kahvemin yanına geldim. Önceden dökerdim bu kahveyi şimdi içine buz atıyorum. Yani artık kolay kolay bir kahveden bile vazgeçemiyorum. Balkona çıktım. Elimde buzlu bayat kahve ruhumda senin kara deliklerin öylece sokağı izlemeye başladım. Sen çok severdin balkondan sokağı izlemeyi, hala sokakta oynayan çocukları görmek seni mutlu ederdi. Tanımadığın çocuklara gülümser el sallardın. Ruhun hep sıcacıktı. Seninleyken hayat daha güneşliydi daha parlaktı… Ellerin ve burnun üşürdü tüm sıcaklığına rağmen. Burnundan öpmeyi üşüyen ellerine ellerimi sarmayı özledim. En soğuk havalarda bile saten geceliğini giyer evin içinde en sevdiğin dizi karakteri gibi dolaşırdın. Başımı döndürürdü mutluluğun. Aklım almıyor şimdi özlemle bahsettiğim her şeyi kendi ellerimle öldürmüştüm. Hala evin girişindeki paspasın altına evin anahtarını koyuyorum. Bir gün gelirsen ve uyuyorsam ya da evde yoksam geri dönme diye. Yağmur bulutları geliyordu. Çok severdin yağmuru… Salona dönüp tütünümü ve kağıdımı aldım. Sana tütün sarmayı ben öğretmiştim. Hiç sevmezdin tütün sarmayı ya az koyardın tütünü ya çok. Sana benzerdi tütün sarman da bir türlü ortayı bulamazdın. Tütün önemli değil de keşke beni severken ortayı bulabilseydin… Ama yine de ben incecik parmaklarının değdiği tütünü ciğerlerime çekmeyi hiçbir zevke değişmezdim. Şimdi kendi tütünümü sararken kendi yalnızlığımla yüzleşiyorum. Nefessizce içime çektim tütünü, senin nefesinle sevişiyordum sanki. Taşıyamadım ruhumun yükünü, yağmur öncesi esen poyraza bıraktım bedenimi. Tütünüm ıslanmadan tozlu hayaline kavuştum.

Yorum yapın