
Günümüz hikâyecilerinden Gamze Güller’in Everest Yayınları öykü serisinden çıkan Zürafanın Bildiği adlı kitabı, yakın zamanlarda açıklanan Haldun Taner Öykü Ödülü 2025 kısa listesinde yer aldı. Kitapla ilgili olumlu bir başka gelişme de 3. baskısını yapması. Bu iki gelişme hem yazar hem de hikâyenin geleceği için iyimser olmamızı sağlayan sevindirici durumlar.
Yazarın hikâyeleri ile ilgili değerlendirmelerime geçmeden önce hikâye tahlili denince aklan gelen ilk isim olan Mehmet Kaplan’ın bu konudaki sözlerini aktarmak istiyorum. “Yazılı metin de tabiat gibidir. Sırlarını kendisine ancak hususî sualler sorana açar. Tabiat veya metnin doğrudan doğruya tesiri güzel, çirkin, hoş, nahoş gibi basit hükümlerle ifade olunan terkibi intibalardan ibarettir. Tabiat veya metnin derinliğine nüfuz edebilmek için tahlile ihtiyaç vardır. Edebiyat tarihlerinin umumi hükümleri ile edebî metinlere yanaşmak çok güçtür. Çünkü edebî eser, hususi ve yegânedir. Her edebî metnin ayrı ayrı ele alınması ve üzerinde düşünülmesi lazımdır.” Hocaların hocasının dediği şeyi yapmaya çalışıyorum bu tür yazılarımda: Her edebî metni ayrı ayrı ele alıyor, üzerinde düşünmeye çalışıyorum.
Gamze Güller, birbirinden bağımsız 13 hikâyeden oluşan kitabında zengin ve renkli bir dünya sunuyor okurlarına. Hayatın içindeki her şeyden bir hikâye çıkarılabileceğini göstermek istercesine farklı konularla zenginleştiriyor hikâyelerini. Kuşlardan korkan bir kadını, ölüm gerçeğini, sürekli havlayan köpeği, hayvanların özgürlük çabasını, araba tutkusunu, dilsiz ev kadınını, çocuk gelini, kaybolan bir genci, Moskova metrosunu ve rüya felsefesini okuyabiliyoruz hikâyelerde. Her birinde insanı görüyoruz. Bizden bir şeyler bulabildiğimiz, hayatın içinden tanıdık, ayrıksı, dertli insanları. Bu renklilik ve zenginlik, yazarı hikâyede başarılı kılıyor, yazdıklarının kolayca okunmasını sağlıyor. Yazdıklarına ilginçlik katmasını da bilen yazar, bir gece bir binanın 25. katında zürafa görmenin şaşkınlığını da yaşatıyor okuruna. “Amacım okuru değil kendimi şaşırtmak.” “Sonu gördüğümde ben ne kadar şaşırıyorsam sanırım okur da o kadar şaşırıyor.”[1] diyerek açıklıyor bu şaşırtmaca durumunu.
Gerçeğin sembolü / sembolün gerçeği
Kimi hikâyeler olayı yalın bir şekilde önümüze getirirken kimi hikâyelerde sembollerle karşılaşıyoruz. Yazarın bu sembole yüklediği anlamı çözersek anlıyoruz hikâyede ne anlatılmak istendiğini. Kuşkusuz kitaptaki en büyük, en önemli sembol zürafa. Güller, bir söyleşisinde bir Anadolu insanı olan, şehre ve hayata mesafeli duran İsmet’in zürafa ile karşılaşmasını anlattığı Yüksek başlıklı hikâyesinde zürafa ile günümüz insanının eleştirisini yapmaya çalıştığını ifade ediyor, zürafayı özellikle seçtiğinin altını çiziyor.
Zürafa, boyunun uzunluğu ile her şeye yukarıdan bakıp her şeyi görmesi ama yapması gerekeni yapamaması ile bir sembole dönüşüyor. Yazar “Bir zürafa gibi uzakları görüyoruz, başımıza neler geleceğini iyi kötü kestiriyoruz. Ama hayvanların yapamadığını yapmadıkça, bilip de susmadıkça bir yere varamayız.” [2] derken bu konuya açıklık getiriyor. Zürafaya çok yönlü anlamlar yükleyen yazar, kitabın adında da zürafayı kullanarak kitabın adıyla okurda farklı çağrışımlar yaratmak istiyor.
Kitabın girişindeki hikâyede okuduğumuz bu olayla ilgili kitabın sonunda yer alan Tahnit başlıklı hikâyede yeniden karşılaşıyoruz. Hikâye şu cümlelerle sona eriyor: “O gece rüyamda Ali Rıza Bey’i görmeyi diledim. Bana başka hikâyeler anlatsın diye. Ama ofise sıkışıp kalmış bir zürafa gördüm.” Yüksek başlıklı hikâyede anlatılan sıra dışı olayı böylece rüyaya bağlayarak kitaba sona erdiriyor yazar. Metinler arasında kurulan bağlar hikâyeleri daha iyi anlamamızı sağlıyor.
Cemil Kavukçu’nun Balyozla Balık Avı adlı kitabında buradaki metinler arası ilişkinin neredeyse aynısı var. O kitabında Kavukçu, ilk hikâyesinde balyozu ile balık avlayan adamları son hikâyede rüya içinde çıkarır okurun karşısına yeniden. Bu benzerlik bana ilginç geldi.
Yenilik arayışları
Güller hikâyesini psikolojik konular üzerine de kurguluyor. İnsanı çok yönlü biçimde yansıtmak için korkmak, korkuların üstüne gitmek, korkularını yenmeye çalışmak gibi konuları ele alıyor. Bir başka metninde ise postmodernizm ile edebiyatımıza giren deneysel öykü ile çıkıyor okurunun karşısına. Ölüm dansı anlamına gelen Dance Macabre başlıklı hikâyesi ile ölüm gerçeğini deneysel öykü olanakları ile anlatıyor.
Hayat ve insan gerçekleri
Hayatı bir köpeğin durmak bilmeyen havlaması ile alt üst olan bir yazarın dramatik hikâyesi, ışıklı ayakkabıları çocukları ile çocuklaşan bir annenin eğlenceli halleri, arabası ile kaynanasının zulmüne maruz kalan damat gerçeği, sırasıyla geçit yapıyor gözümüzün önünden. Her biri bir toplumsal veya bireysel soruna işaret ediyor. Güller, birileri için küçük ve basit gibi görünen bir durumun, örneğin geceleri köpeğin havlamasının, nasıl yıkıcı bir soruna yol açabileceğini bir yazarın başından geçen olaylarla resmediyor.
Evlerine tıkılıp kalan ev kadınının, kaynanasından çektikleriyle perişan olan damadın yaşamını yansıtırken içimizde yaşayıp giden, çoğunluk fark edilmeyen, bastırılan, üstü kapatılan sorunların altını çiziyor. Bunca sorunun varlığı içinde, her şeyi görüp bilen insanın bir zürafanın hiçbir şey yapmaması gibi durmasını eleştiriyor. Günümüz insanlarına hepiniz bir zürafasınız mesajını veriyor bu hikâyeleri ile. Bir köpeğin bir yazarı delirtirken onun gece boyu havlamasına hiç ses etmeyen, susturmak adına hiçbir çaba göstermeyen komşularının ağzı var dili yok zürafadan ne farkı olabilir ki?
Evimin Yolu başlıklı hikâyede toplumsal eleştiri dozu artıyor. Kız arkadaşını evlerine bıraktıktan sonra birbirine benzeyen sokaklarda yolunu kaybeden genç ile bir şehir eleştirisi yapıyor yazar. “Kadın kısmına yol sorulmaz.” gibi toplumda oluşan yanlış yaklaşımların da sorgulandığı hikâyenin kahramanı “Erkek adam ağlamaz ama zırıl zırıl ağlamaya başladım işte. Erkek adam korkmaz ama korktum. Erkek adam kaybolmaz ama kayboldum. Evimin yolunu kaybettim ben. Ne yapsam olmuyor, olmayacak bir daha bulamayacağım. Oysa kaybolmak yasak bu kentte. Soru sormak yasak. Korkmak yasak. Herkes evinin yolunu bulmak, nereye döneceğini bilmek zorunda.” diyerek bu eleştirileri dillendiriyor. “Sevdiğimiz için dağları deleriz.” “Bir iki banknot tokala.” “Sen dalgana bak.” gibi arabesk, sokak dili sözlerin de kullanıldığı bu hikâye sınırlanmış hayat, sistem eleştirisi olarak da okunabilir.
Kadın dramları
Dünyanın Kenarı başlıklı hikâyede“Ağzı var dili yok. Maharetmiş gibi. Uslu kızım, aferin hep böyle hanım ol. Söz dinle. İtiraz etme. Okuma, şununla evlen, burada yaşa, çocuk doğur, yemek pişir, bakımlı ol, yüzün gülsün, eteğini kapat, ağzını kapat, beynini kapat.” sözleriyle hayatı perişan edilen sayısız ev kadınlarının seslerini edilgen, pasif, sessiz Melda’nın dünyasını yansıtarak duyurmaya çalışıyor. Yalnızlığının kuyusunda çabalarken iç çatışmaları yaşayan Melda, “Konuşsana be kadın. Ağzının içinde mırıl mırıl. Savursana saçlarını. Kıvırsana kalçanı. Topuklarını vursana yere yürürken.” diyerek içinde bir isyan ateşi yakmaya çalışıyor.
Kitabın renkleri
Yazar sadece insanların değil, hayvanat bahçesine kapatılan hayvanların da sözcülüğüne soyunuyor, onların kurtuluş çabalarını, acımasızca telef edilişlerini taşıyor bir hikâyesine. Kitabın adından başlayan ilginçlik, hikâyelerdeki farklı olaylarla artıyor ve bu ilginçlikler bir araya gelerek okuru kitaptaki hikâyelerin içine kolayca çekiyor. Yazar, okurunu oradan oraya gezdirerek eğlenceli yolculuklara çıkarıyor. Moskova metrosunda gezen okur, bir sonraki durakta hayvan derilerinin içini dolduran Ali Rıza Bey’in dükkânında soluk alıyor. Hayvanat bahçesinde telef edilen hayvanlara üzüldükten sonra Zilli Zarife’nin çocuksu dünyasında gülücükler saçıyor.
Dil dünyası
Hikâyelerindeki anlatımı ile ilgili farklı söyleşilerinde “Benim için öykü, bir dil dünyası yaratmaktır.”, “Her kitap, her öykü için bir dil ararım.”, “Dile ne kadar hâkimsek anlatı evrenimiz de o denli genişler.” diyen yazar anlatımda titiz çalışmaları ile tekdüzeliği kırmayı biliyor, farklı yapılardaki cümleleri ustaca kullanıyor, kahraman veya gözlemci bakış açısından (ben ve o anlatıcı) yararlandığı gibi ikinci kişili anlatımdan da yararlanıyor, deneysel öykü yazıyor, metin içinde okura mektubun tadını verebiliyor. “Sesim taşıyamadı bunca yükü”, “Bıyıklarını astım duvara”, “Bütün hücrelerinde orman” gibi şiirsel sözlerle anlatımını renklendiriyor.
Yazarın aynası
Daha önce üç hikâye kitabı yayınlayan yazar bu kitabı ile edebiyat çevrelerinin ilgisini çekmeyi başardı. Beşinci Köşe adlı eseri ile Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü kazanan Gamze Güller’in hikâye yolculuğunun verimli geçeceğine, nice güzel hikâye yazacağına inancım tam. Gamze Güller, adına düzenlenen öykü ödülünü aldığı usta hikâyeci Orhan Kemal gibi hayatı, sokağı, sokağın dilini, insanı, insanın dertlerini iyi biliyor. Hem toplumcu gerçekçi bakış açısını gösteriyor hem de bireyin iç dünyasına dönük hikâyeler yazan yönünü. Aynasını sokağa, sokaktaki olaylara da tutuyor, insanın iç dünyasına da. “Toplum için sanat”tan vazgeçmediği gibi, “sanat için sanat” anlayışını da sürdürüyor. İkisini harmanlayarak oluşturduğu kitabı var elimde.
Günümüze özgü modern tekniklerden de yararlanarak klasik hikâyeden modern hikâyeye uzanan çizgide kendisini Türk hikâyesine eklemlemeyi başarıyor. Aldığı ödüller ve kitabının gördüğü ilgi, sözlerimi destekleyici ögeler.
[1] www.edebiyathaber.net/gamze-guller-uzaklardaki-her-seyi-goren-ama-elinden-hicbir-sey-gelmeyen-insanin-metaforu-aslinda-zurafa/Söyleşi: Gaye Dinçel
[2] https://tdk.gov.tr/wp-content/uploads/2025/03/Ferahfeza-Erdogan-_-SOYLESI-_-Gamze-Guller-ile-Zurafanin-Bildigi-Kitabi-Uzerine-_-5.pdf

















