Sözün Ardı/Önü: 122 Zamansız Denemeler: XVII Yeni Zaman Ezgileri | Feridun Andaç

Aralık 23, 2025

Sözün Ardı/Önü: 122 Zamansız Denemeler: XVII Yeni Zaman Ezgileri | Feridun Andaç

Keder ve Saldırganlık

                                                                        “Lear gözleri oyulana kadar kör yaşamıştır,

                                                                         Ancak gözleri oyulunca görmeye başlar,

                                                                        Anlamaya başlar.”

                                                                     Edward Bond/Çev.: Ayberk Erkay

Edward Bond’un Lear  oyunu için yazdığı önsözü okuyunca ister istemez geçmişte  izlediğim, Popüler Gerçek oyununa döndüm.

Bond, “teknolojik bir kültürde saldırganlığın yol açacağı” kederden söz ediyordu.

Galiba Popüler Gerçek bu açıdan da irdelenmeye değer. Sonuçtaki cinnet haline sürükleniş.

Bond, doğru yerden bakıyor. Saldırganlığımız doğuştan gelmediğine göre,  bunu oluşturan etmenleri görmek/göstermek önemli elbette.

Oyunca çizilen karakterlerin gerçeğinde ortaya çıkarılmak istenen de biraz bu. Ama ahlak sorgusu vb. şeylere  yönelince: üstelik her şeyi söylemek derdi oyunun gücünü azaltıyor, bence!

Kuşkusuz bir metin eleştirisi yapmıyorum. Oyunu anlamaya/yorumlamaya çalışıyorum. 

Evet, tiyatroda sorular sormak önemli. Hatta seyirciye de sordurmalı bunu. Kırılgan olan da bu ya, bazen yanlış metin doğru sorular sordurur da!

Hayatta kalma oyununu nasıl oynadığımızı hatırlatmasını da dikkate değer bulduğumu söylemeliyim.

“Kabiliyet”, “zihinsel sığlık”, “duygusal yüzeysellik”ten söz eder, Bond.

“Onların ‘gerçekliği’ uyuşuk insanların faşizmidir aslında,” sözleri de gene oyununuzun kişilerini çağrıştırdı bana.

Ve asal soruyu da sorar işte:

“Peki neden birbirimize, öteki hayvanların birbirine davrandıklarından çok daha kötü şekilde davranıyoruz?”

Bunu da şöyle açımlıyor:

“Çünkü tasarlanışımıza uygun olmayan koşullarda yaşıyoruz ve dolayısıyla her gün var oluşumuz doğal işleyişimizle çakışıyor ve nihayetinde bu tehdide karşı doğal bir yanıt veriyoruz: saldırganlık. Nasıl bu hale geldik!”

Sanırım Popüler Gerçek’in  odaklanması gereken de asıl buydu.

Sanal dünyanın eleştirisi “doğru” gibi dursa da; insanın dramına yönelince, çok eklektik kaldığı ortaya çıkıyordu.

Galiba, geçenlerde bir dostumun söylediğine geliyoruz; yazılmış bir oyun her zaman iyi bir dramaturgi ister.

Sizinkini kim yaptı bilemiyorum!

Bu anlamda Edward Bond’un bu “önsöz”ünü  önemli buluyorum.

Kederin ve saldırganlığın anlatımı, yaşadığımız sığlıkların ortaya dökülmesini bir tiyatro oyununa taşımayı  önemsiyorum.

Çehov’u, Shakespeare’i günümüze taşıyan da bu öz sanki! Yalnızca sahnelenmek için değil, okunmak için de yazılmış oyunlardır onların yazdıkları.

Yağmurunuz

Geçen gittiğinizdeki gibi, havanın pusarıklığına denk geldiniz. Orada ve burada da benzer havada olmak… Size ilkin 16 Kasım’da yazmışım. Bachman ve Celan’dan söz etmişim. Aslında bugün yazarken de aklıma Benjamin gelmişti. Sonra Zweig, Musil, Hermann Broch, Canetti ve tabii ki Thomas Bernhard tabii ki…Edebiyat ve müzik bu kenti tanımlıyor gibi. Artık bu yanlarını siz yazınca okuyacağız.

Bernhard’ı sizin için okumaya başladım bile: Bitik Adam ve Ödüllerim kitaplarında yol alıyorum. Kötücül gelir bana Bernhard. Geçmişinden taşıdığı kırılmalarını isyana/öfkeye dönüştürerek yazmasını beğenirim ama. İlle de her yazarın sizin yazarınız olması da gerekmiyor. Onun Avusturya’ya sığ(a)mayışı, çatışması da bir yaradır; tıpkı doğumu ve hiçliği gibi.  Bitik bir zamanın dilini kurması ilginçtir ama.

Sanırım, Orta Avrupalı yazarların en açık zihinlisi gene de Canetti’dir. Zweig’dan devraldığı mirasın taşıyıcılığı yapar. Bernhard artık sondur, bir geçiştir yeraltına. Örneğin Musil ise, derin bir Orta Avrupa yarılmasından söz eder Niteliksiz Adam’da. Dahası, bunun insan ruhuna sinen yanlarını gösterir. Her şey insandır. Ama onun nasıl hiçleştirdiğimizi yazar bu saydıklarım.

Bugünün Viyanası…Orta Avrupa’nın bu kadim kentleri soylu bir ruhun simgesi olarak halen ayakta değil mi? Özellikle mimari doku…sanırım mimarlığın önemini daha bir kavratır bize bu kentler…Fransız mimar/düşünür/yazar/ressam (bir bakıma her şey) La Corbusier bu anlamda benim için hep uyarıcı/öğretici/yönlendirici olmuştur. Onun şu sözünü size aktarmak isterim:

“Her zaman, gördüğünü söylemesi gerekir insanın, ve özellikle de her zaman-ki bu daha zor- gördüğünü görmesi.”

Hadi bakalım Özgecik, “gördüğünü görme”yi bize anlat biraz.

Ben, şimdilerde “içgörme” ile ilgiliyim; sizse oralara vardığınıza göre; Viyana’nın dışgörme’lerine göz ucuyla da olsa bakıp geçiyorsunuzdur eminim!

Hoş geldiniz kentinize.

Bu biraz karşılama havasında oldu ama, madem ki birazdan da sıcak şarapla geceyi karşılayacaksınız; benim de Novalis’ten Geceye Kasideler’ine dönmem en iyisi. Ve size yeni yazacaklarımın arasına şunu katacağım : “Gece Gecedir”. Yağmurunuza taşıyın beni; size bakan gözlerimi, ellerimi bir de; kirpiklerinize dokunsun usul usul, dökülsün elemin ışığı oradan, yağsın duygu selintileri bir baştan bir başa Tuna’ya; ve Tuna’nın gözleri olsun size bakan gözlerim.

Yorum yapın