Cesur Yeni Dünya’yı yeniden düşünmek  | Berrin Yelkenbiçer

Aralık 22, 2025

Cesur Yeni Dünya’yı yeniden düşünmek  | Berrin Yelkenbiçer

Mutluluk kavramı üzerine binlerce yıldır kafa yoruluyor; insan olmayı temellendiren durumlardan biri olduğu içindir belki ya da hiç sonlanmayan bir arayış olmasından dolayıdır.

İlk Çağ filozoflarından Demokritos mutluluğu ruhun yani iç dünyamızın iyi ve sarsılmaz bir halde olmasına bağlamıştır. Ona göre ruhta hiçbir kaygı, korku, boş kuruntu hatta tutkuya yer verilmemelidir. Bunun da yolu ölçülü ve dingin bir şekilde yaşamaktan geçmektedir.

Epikouros’a göre haz yaşamda amaçtır ve mutluluk için gereklidir ama her türlü hazza yönelmek doğru değildir. Ona göre hazzın büyüklüğünün son sınırı bütün acı veren şeylerin ortadan kalkmasıdır. Hazzın bulunduğu yerde ve bulunduğu sürece, acının, tasanın yeri yoktur.

Sokrates ve Platon, iyi ve mutlu yaşamı doğru eylem ve erdemlerle ilişkilendirir. Bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalet, Platon’a göre iyi ve mutlu yaşama götüren erdemlerdir. Aristoteles de tıpkı hocaları gibi mutluğu ruhun erdeme uygun etkinlikte bulunmasına bağlar.

Orta Çağ sonrası düşünürlerden Thomas More’un Ütopya’sı, Tommasso Campenalla’nın Güneş Devleti ve Fransic Bacon’ın Yeni Atlantis’i, mutluluk kavramı ekseninde adil toplum ve adil devlet tasarımları üzerine eserlerdir ve bir başka ütopya/distopya yazarı Margaret Atwood’un Cesur Yeni Dünya için yazdığı önsözde de belirttiği üzere, bu eserin büyükbabaları olarak kabul edilebilirler.

Ütopya’nın etimolojik kökeni, Yunanca ‘yok/olmayan’ anlamına gelen ou, mükemmel olan anlamındai ‘eu’ ve ‘yer/toprak/ülke’ anlamındaki topos sözcüklerine dayanmaktadır.

İngiliz yazar Aldos Huxley, iki dünya savaşı arasında, 1932’de yayınlanan ve ismini Shakespeare’in Fırtına adlı eserinden alan Cesur Yeni Dünya adlı romanında bir başka ütopik/distopik toplum tasarımına girişmiştir.

Bu bir dünya devletidir ve sloganı: Cemaat, Özdeşlik ve İstikrar’dır. İnsanlar doğmadan laboratuvarlarda üretilmekte ve dölleme odalarında büyütülmektedirler. Doğurmak yasaktır.  Bellerine taktıkları Malthus kemerleriyle kadınların hamile kalmaları engellenmektedir. Bebekler ve çocuklar, hipnopedik tekrarlarla uykularında şartlandırılmaktadırlar.

Mutluluk ve erdemin sırrı yaptığın şeyi sevmektir ve şartlandırılmalar, insanların kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmeyi amaçlar.

Duygular, bireysellik ve özgür düşünce tehlikeli kabul edilir. Sistemin devamlılığı için herkesin bu sistemden memnun olması önemlidir ve bu memnuniyet için haz ve eğlence ön plandadır. “Herkes, herkese aittir” atasözüyle cinselliğe sınır koyulmamakta, çocuklar bile erotik oyunlar oynamaya teşvik edilmektedir.

Çok sıkı bir kast sistemi vardır. İnsanlar doğuştan zekâ, fiziksel güç ve görevlerine göre alfa, beta, gama, delta ve epsilon sınıflarına ayrılmakta ve çarklar bu sınıfların hizmet sistemine göre dönmektedir.

Her şey sistemin devamlılığı ve istikrar içindir.

Fakat sistemin dışında komün hayatı yaşayan bir topluluktan gelen Vahşi John, sorduğu sorular ve savunduğu inançlarıyla bu istikrarda dalgalanmalar yaratır.

Ütopyayla distopya arasındaki incecik çizgide yürüyen ben gibi bazı okurların kafasında da nice sorular ortaya çıkar.

Margaret Atwood’un da belirttiği üzere cinsellik genellikle ütopyalarla distopyaların merkez noktasıdır. Cinsel hayatı “herkes herkese aittir” sloganıyla şekillenen bir toplum, cinsel özgürlük mü yaşamaktadır? Tek eşlilik bir seçenek ya da tercih olmaktan çıkarılıyorsa eğer, özgürlük bunun neresindedir? Cinsellik sadece karşı cinsle mi yaşanmalıdır? Eşcinseller, insan dair bir cinsel hayatın neresine yerleştirilmektedirler? Cinsel arzunun hangi cinse yöneleceği bilgisinin kavanozlarda büyütülen embriyolar ve doğduktan sonra bebeklerle çocuklara hipnopedik şartlandırmayla yerleştirilmesi, gerçek özgürlüğün tanımını sarsmaz mı?

Zekâ seviyeleri ve bu seviyeler üzerinden kimin kime nasıl hizmet edeceği, bebeklere daha kavanozdayken belirleniyorsa eğer, bu adil midir? Bu durum Aristoteles’in erdemlerin en üstüne yerleştirdiği adalet kavramının neresine düşmektedir?

Rıza göstermenin gücü, zekâ seviyesiyle ters orantılı mıdır? En pis işlere ya da imkânların en azına razı olmanın yolu düşük zekâ seviyesinden mi geçmektedir?

Hiç yaşlanmadan, beden ve zihin hiç deforme olmadan ölmek ve öldükten sonra bedendeki fosforun sistemin yararına enerji kaynağı olarak kullanılacağı bilgisi ölümü kolaylaştırır, ağırlığını hafifletir mi?

Francis Bacon’a göre bilgi güçtür. Bütün totaliter toplumlarda bilgiye aracı kitaplar kilitli kapılar ardında tutulmakta, yakılmakta, imha edilmekte, külliyen yasaklanmaktadır. Aristoteles’in mutluluğa ulaşmak için saydığı ana erdemlerden biri olan bilgeliğe giden yol, yasaklarla, yakıp yıkmalarla tıkanıyorsa eğer, gerçek mutluğa ulaşmak mümkün müdür?

Can sıkıntısı hatta belki biraz mutsuzluk, yaratıcılığa giden yolu aydınlatan fenerlerden biri değil midir? Yaşama mutsuzluğun ve can sıkıntısının gölgesinin düşmesi, soma denilen haplarla engelleniyorsa eğer, insan bireysel yaratıcılığının üzerine bir bardak soğuk su içip sadece kendine sunulanlarla gerçekten mutlu olabilir mi? Mutsuzluğun dibi olmadan gerçek mutluluğun zirvesi mümkün müdür? Haplar, yatıştırıcılar, sakinleştiriciler bunu sağlar mı? Bu hapları içmek sistemin devamlılığı, çarkın dönmesi için bir seçenek değil de bir zorunluluk, bir mecburiyet kimi zaman bir ödül olarak sunuluyorsa, arkasından mutluluk gelir mi? Bu mutluluğun ne kadarı gerçek ne kadarı rüyalardadır? Yoksa gerçekliğin zaten bir önemi yok mudur? 

Bireyselliğin yok edilip özgür iradenin kötülendiği bir toplum, aslında nasıl bir toplumdur?

Haplar, üretimin devamlılığı için sürekli tüketim, sınırsız ama hep heteroseksüel cinsellik, erotik oyunlar, haz ve eğlence, gerçekten mutluluğu mu tanımlamaktadır? Yoksa totaliter bir sisteme hizmet için gerekenleri sağlayan renkli perdeler midir?

İlk Çağ filozoflarının mutluğa esas erdemlerden saydıkları ölçülülük yoksa eğer, sınırsızlıkla ya da başkalarının çizdiği sınırlarla mutluluk gelir mi?

 Kusursuz dönen çark, sistem, toplum veya insan var mıdır?

Belki de Aldos Huxley, tam da bu soruları sormamızı istemiş ve her şeyin ulaşılabilir olduğu bir dünyada hiçbir şeyin anlamının olmadığını vurgulamıştır.

Görünürde ideal olan çarkı sarsan pürüzler, romanda örtük olarak sistemi sorgulayan sorular ve kişilerde ortaya çıkar.

Mesela, “Ben özgürüm,” der Lenina, “zamanımı keyifli geçirmek konusunda özgürüm.”

“Ama başka bir şekilde mutlu olmak istemez miydin?” diye sorar Bernard, “başkaları gibi değil, kendi istediğin gibi!”

Bir başka kusurlu insan, Hemlholtz Watson, “Hiç, içinde dışarı çıkmak için bir şans verilmesini bekleyen bir şey varmış gibi hissetin mi kendini?” diye sorar, “Kullanmadığın ek bir güç gibi, hani türbinlerden geçmek yerine şelaleden çağlayan su misali?”

İşte kilit cümle budur; türbinlerden geçmek yerine şelaleden çağlamak.

Helmholtz ve Bernard bu soruları sordukları için kusurludurlar ve sistemin dışına sürülerek cezalandırırlar.   

Bu dünya devletinde devamlı mutluluk hedeflense de bunun sakıncaları olabileceği de göz önüne alınarak insanlara ara sıra adrenalin yüklemeleri yapılmakta, kadınların doğurma içgüdüleri yalancı hamilelik uygulamalarıyla bastırılmaktadır.

Kadınların cinsel ilişki sırasında bellerine taktıkları kemerin Malthus olarak adlandırılması, insan nüfusunun arttıkça dünya kaynakları üzerinde artan bir baskı yarattığını, bu artış kontrol edilmediği takdirde kaynak yetersizliğine yol açacağını savunan İngiliz iktisatçı Thomas Robert Malthus’un teorisine gönderme olarak değerlendirilebilir mi peki?

 Belki de bütün ütopya hayalperestleri, ideali anlatır gibi yaparak bu ideallerin arkasındaki karanlık güçleri deşifre etmenin peşine düşmüşlerdir.

Zaten ütopya ile distopya arasındaki sınır çok ince değil midir? Birinin ütopyası bazen bir başkasının distopyası olamaz mı?

Aldos Huxley, Eton Koleji’nde Fransızca öğretmenliği yaparken, daha sonra bir başka distopik roman 1984’ü yazacak olan George Orwell öğrencisi olmuştur.

2.Dünya savaşı yaşandıktan ve 1984 yayınlandıktan sonra 1946 yılında George’a yazdığı mektupta, geleceğin Orwell’in anlattığı gibi açık baskı ve şiddetle değil, daha çok haz, konfor ve koşullandırma yoluyla kontrol edileceğini savunmuş ve Cesur Yeni Dünya’daki sistemin, uzun vadede daha verimli bir baskı modeli olduğunu söylemiştir.

“Gelecekte güç, insanlara acı çektirerek değil, onları koşullandırarak işleyecek!”

Bu iki kitabın üzerinden ortalama bir asır geçtikten sonra, günümüz toplumlarının koşullarına, adalet ve mutluluk arayışına, bu arayıştaki yönelimlere bakarak zihnimizde yeni yorum ve sorular canlanmaktadır.

Ne güzel ki soru sormak da aramayla bulmanın yöntem ve koşullarından biridir

Romalı filozof Seneca’nın zihinlerde yeni fırtınalara ve sorulara yol açabilecek sözüyle toparlayalım:

“Bilge kişi, haz ve acıya eşit düzeyde duyarsız, her konuda kendi kendine yeten, özgür istenciyle erdemliliği seçen, kendini evrenin efendisi olarak gören kişidir.” 

Yorum yapın