
Kesinti
Öyle mi demeli bilmem!
Duradüşüne yazarak yol almanın kapılarından geçerken başka seslere dönmenin kaçınılmazlığını düşünmek sanrılı bir durum!
Ara ara durmayı, hatta susmayı, yazmamayı, konuşmamayı seviyorsun!
Bir tür kesinti hali, kopuş yalnızlığı! Belki de senin doğal halin bu.
Onu, yarattığın kahramanı tanımaya, hatta anlamaya çalışıyorsun.
Yakın bir zamanda okumak, ama yarım bıraktığın, yer yer dönüp gezindiğin Hinduların Kutsal Kitabı: Bhagavadgita’ya elin gitti bugün.
Çizerek, not alarak okuduğuna göre; bir şey için okumaya başlamış olmalısın!
Evet, öyle de!
Bordeaux’da yaşayan şair/çevirmen dostundan (hayatından) esinlenerek; dahası onu ana kahraman kılarak 2005’te yazmaya başladığın “Varolan Bir Şey” romanına dönmüştün birkaç ay önce. Onunla kesintiye uğramıştı yazışmalarınız, görüşmeleriniz. Her zaman olduğu gibi, adımı gene sen atmış, kaldığınız yerden başlamıştınız.
Romanda ona okuttuğun bir kitaptı Bhagavadgita. İçarayışına yönelişi, nesnelerle yoğun ilişkisi sonrasında başlar…Çoğu şeye “veda” etmiştir. Yaşadığı “hayal kırıklıkları”, kurduğu başka bir hayat/ilişki, onu başka bir seyre çıkarır.
Bu uzun hikâyedir, bunu burada anlatacak değilsin. Kitabı eline alıp yeniden göz attığında, çizdiğin satırlar dikkatini çekti:
“…her şeyi yakan bir ateş gibi yerinden kalk, doğrul!”
“Kederlenmeyecek kişiler için kederlenme.”
“Kurtuluşu akılda ara, ödül için çalışanlar ne kadar zavallıdır.”
Ve seni size döndüren şu cümleye ilişiyor gözlerin:
“Bu bilgelikle kişi, iyi yapılmış kötü yapılmış diye bir şey tanımaz; o yüzden Yoga için çabala; Yoga işlerdeki akıllılıktır.
Çünkü bilge kişiler işlerinin karşılığını beklemezler ve doğuş bağlarını kopartarak en yüce huzur durumuna kavuşurlar.”
Sonra, gene çizdiğin satırlar:
“Duyularını kontrol etmeyen kişi bilgi edinemez; derin düşünemez.
Derin düşünemeyen huzur bulamaz, o zaman da sevinç bulabilir mi?”
Sen “bilgelik”/ “bilgelenmek” yolunu seçen dostunun yaşamdaki “her şey”den uzaklaşarak “varolan bir şey”e yaklaşma istemini romanda irdelerken; onun nesnelerle kurduğu bağ ve edindiği evin bahçesini oluştururken yüzleştiği doğa/hayat’ı(nı) sorgulayışını öne çıkarman o varoluşsal duruşu anlatıyordun. Hatta hatırlatıcı öyküsünün yanı sıra bu “içhuzur”u arayışı, “sevgi”yi (buluşu) sorgulayışı da var.
Sürekli kesintilere/bölünmelere uğrayan bir “sürgün” yaşamının öyküsü. Tutunamama hali öyküsünün de ötesinde bir şey bu. Onu, içsesiyle ve çokyönlü bir bakışla anlattığın romanı hatırladın birden.
Belki de iç kesintiye uğramayan bir dostluk yolu oluşturmanız bu romanı sana yazdırdı.. Uzak/yakın duruşların besleyiciliğine her zaman inanmışsındır. Ama birinin duygularında yaşayarak onu yaşatmak bu süreçte…Bunu da o “şair”in “yurdum” dediği Şilili kadın şairle duygusal yolculuğu anlatıyordu biraz da. Romana epigraf olarak aldığın şu sözlerle karşılaşıyorsun yazdığın birinci defterde:
-Hem bu duygunun adına kıskançlık demek de doğru değil…Bu ayrıntıyı belirtecek başka kelimemiz olmadığı için bunu kullanıp geçiyorum. Kıskançlık, çünkü, bencil bir duygudur her şeyden önce… Oysa, benim bu hayıflanışım kendi hesabıma olmaktan çok, kadri bilinmeyen, bilinmeyecek mal hesabına…Bilmem anlatabiliyor muyum? Anlatamadığımın farkındayım. İyisi mi hikâyemize geçelim.” Haldun Taner, (“Artırma”, Onikiye Bir Var )
(Romandan İki Bölüm)
Algı ve Duyusal Yalnızlık
-Gerçi aşk hem mutluluk, hem de mutsuzluktur, ama ikisinin de ötesinde yoğunluktur aşk. Bize sonsuzluğu değil, hayatı, zaman ile mekânın kapılarını azıcık aralandığı o anı verir: burası orasıdır, şimdi de her zamandır. Aşkta her şey ikidir ve her şey bir olmaya çabalar.” Octavio Paz
Bana kapalı olan yanınızı düşündüm. Sırlı değil, kapalı.
Belki düşünmemem gerekirdi! Ama düşündüm işte.
Bakışlarınızı sinen yalnızlık örtüsü bir zaman gibi karşımdaydı; örtünen, giden, kapanan, uçkunlaşan, çekimser bir zaman gibi karşımdaydınız. Işıltınız gözlerimi alıyordu; dünyanın her yerine taşımak istiyordum sizi…Söze, yazıya, duyguya, dile; zamanları aşıran bakışa, bilinmeyene, gidilmeyen yere, açacak çiçeğe, doğacak güne, bekleyen bir bakışa, sevinecek bir çift göze, dağın enginine, okyanusun tufanına, sevincin atlasına taşımak istiyordum sizi.
Süzgündünüz, içliydiniz, sayrılık içindeydiniz…Gene de ışıltınız almıştı ortalığı. Gülümseyen, her bir sözünüzün çınıltısıyla zamanı durduran bakışınızla vardınız; ve biz yeni bir yolculuğu konuşuyorduk sizinle…Birlikte yazarak yol alınabilecek yolculuğu…Sevinç ötesi bir şeydi bu…Birlikte, kentlerin zamanına değecekti sözcüklerimiz, bir duyarlık ekseni yaratacaktık belki de…Konuşacak, tartışacak, gülecek, merak edecek, sözden söze geçerek birbirimizi zenginleştirecek bir yolculuk…Belki büyülü olan, büyülü gelen de buydu! Ülkenizden devşirip getirdiklerini konuşuyorduk günlerce. Neruda’nın Kara Ada’sından, çocukluğunuzun ikliminden…
Hemence, sözcükler birikmişti bile belleğimde; her bir yazının alınlığında gözleriniz, varlığınızla açılan söz çadırının gölgesi olacaktı; ışıltılı bir gölge diyordum buna…ve o kentlerden birini yazdırmaya başlıyordunuz bana:
Çarşılarından geçerken duyacağınız seslerin çınıltısı kulaklarınızı yormayacaktır. Eşiğinde durduğunuz amber kokulu kapının ardıç ağacından yapıldığını anlamak için dokunmanın ilmine yönelmenize gerek yok. Gene de parmak uçlarınız zamanın taşıyan yüzünü kavramanız için size el verecektir. Bu çarşı zamandır, gözdür, sevgidir, bekleyiştir, umuttur, sızıdır, ayrılıklar barınağıdır. Gözlerimde taşıdığım yüzünüzü gezdiriyorum kentin sokaklarında günlerdir. Arayış, bekleyiş değil bakışlarım; bu mücevher kentin gizemini bana anlatan zamanın katmanlarındayım. Dokunuyorum bu kez el dokuması örtülere, renkleri gözümü alıyor. Bir bezzazın günü erkence açılan bakışlarıyla, bu kentte, o örtülen zamanın mührünü açıyoruz. Çayın buğusuyla yeni gelen güne başlamasının gamını anlatıyordu bezzaz…Anladım ki, çay burada hayattır, eşlik edendir, bekleyişin sıcaklığıdır…Dokunarak anlamaya çalışıyordum deste deste örtülerin ne olduğunu, dokumanın çeşnisini. Kâğıt olsaydı işim daha kolaydı elbette…Renginden, kalınlığından, yüzeyinden hangi kalem ucunun, hangi mürekkebin buna can vereceğini anlayabilirdim. Çantamdaki mektubunuzu gece Kurşunlu han’da kaleme alırkenki o yolculuğum…kâğıdın ve mürekkebin buluştuğu yerdeki tını, pütürlü yüzeyde akıp giden turkuvaz rengin biçimden biçime dönüşmesi; duyguydu, düşünceydi , dildi…Gözlerim kaneviçe örtüde…Gülün dönüşen zamanların, buluşan akkor sevinçlerin, ayrılık simgesi renklerin simgesi olan biçimine bakıyordum. Orada gözleriniz vardı, varlığınızın bu mücevher kenti kuşatan anlamı çıkıyordu karşıma…
Oysa, güzel/anlamlı bir zaman aralığıydı o ilk buluşmamız.
Başkalarının, baş başa yemek yeme, söyleşip gülme halleri kaç kez dokunmuştu bana. Gözlemek yerine, ya başımı önüme eğip yemeğimle ilgilenmiş ya da oradan kalkıp gitmiştim.
Bir tınıda buluşabileceğiniz biriyle ânı/zamanı paylaşmak…Bu da bir süreç. Tanımak gerek, sonra hissetmek, yaklaşmak, anlamak…Düşündüm ki; ben sözcüklerle geldim size. İmgenizin yansılarından söz ettim. O ilk etki, bellekteki ilk iz/ilk kayıt gibidir; silinemez. Arananın (neyse o?) bulunması veya karşılaşmanın bunu ortaya çıkarması…Öyle de; tüm bunlar benim algımın/benliğimin yansıları, sözleri, yol alışları.
Evet, algı her birimiz de olagelen bir şey. Ama beni işim/uğraşımda daha da başat. Hayatı/insanı/nesneyi/doğayı/metni algılamak. İnsana bunun kapılarını göstermek, hatta bazılarına da öğretmek…Algı, kuşkusuz, yalnızca zihin açıklığı gerektirmiyor. Hayata ve insana dönük her bir şeyin deneyimlendiği gibi; gözlem/bilmeyi de içerdiğini söyleyebiliriz. Üstelik algı, değerler dizgemizi de ortaya çıkarır. Bize ait olanları gösterir/anlatır.
Sanırım size yazmayı da bunun için seçtim; yani yazarak size ulaşmayı. Başka türlü yolun çok uzun, aşılamaz da olsa, belki “yıpratıcı” olabileceğini düşünmem de buna yöneltmiş olabilir beni! Şu var ki; yüreğim/bakışım/ bilincim/algım apaçık size karşı. Varlığınızı insan olarak çok sevdim…Hem de pek çok…Duruşunuz, tarzınız, auranız…Sonra sonra duygu ipiltilerine kapıldım. “Varolmayı da öğrenir insan,” dedim kendi kendime. Böylesine severse eğer…Şili çok uzak değilmiş oysa! Sizinle yakılaştı her şey…
Fotoğraflarınızı önüme aldığımda bunu çok daha derinden hissettim. Oysa sizi hiç tanımıyordum, siz de beni… Belki sevgiliniz, arkadaşınız vardı! Belki bazı şeyler için gün sayıyor olabilirdiniz! Kırgındınız belki de, yaralıydınız…kendinizi dinlemek istiyordunuz…Yeni bir hayata, yeni bir zaman için yorgundunuz; kim bilir! İşinizin sizi kuşatması bundandı belki de!
“Bir şair kendisine ‘ilham’ arıyor; ya da derdi gönül ilişkisi vb.” diye de düşünebilirdiniz… Ölçülü ve uzaktınız. Ne istemediğinizi çok iyi biliyordunuz belki de! Ya da şunu düşünüyor da olabilirdiniz: bakalım, kuyunun suyu bitebilir bir süre sonra! Çok banal bir düşünüş de olsa…
O kadar deneyimli demesem de; yaşama görgüsü/kültürü olarak öylesine “bön” düşüncelerde olamayacağınızı sezgilerim anlatıyordu bana. Bir gül yaprağının narinliğinde, kırılganlığındaydınız. Sizi her gördüğümde, kalemimi size her döndüğümde içim titrer. Parmak uçlarım yanardı.
Algınızı bilmiyordum, duyularınızı da…Benimkisi, belki de, sizin duyularınıza başvurmaktı! Öylesine etkilemiş, çekim odağınıza almıştınız ki beni; sizi sevmenin, size bağlanmanın dilini kurmaya yönelmiştim bu kısa sürede. Safdillilikle anlatılan bu duru sevgi, yakıcı aşk sizin algınızda nasıl yer/anlam taşıyordu? Bilemediğimdi bu! Belki de hiç bilemeyeceğim!
Buluştuğumuz nokta, gene de, algılarımıza dayalı bir ışıltıydı aramızda. birbirimizin dilini anlıyorduk. Ki, kentler üzerine yazma düşüncesi bir göstergeydi bence. Bu öneriyi inanarak içtenlikle getirmiştim size. Evet, bir yanıyla yolculuktu belki, diğer yanıyla ortak bir şeyi kotarabilme inancı/sevgisi…sizden yana ruhumu okşayan bir şey vardı bunda.
Kendimi anlatmadım size, siz de öyle. Siz istediğiniz de her şey konuşulabilir elbette. İnancım şu ki; şu an nasıl görüyorsanız/görüyorsak ondan çok çok farklı değilizdir. Duru, çalışmaya, geleceğe adanmış iki hayat: sizinki ve benimki. Yanılabilir miyiz, sanmıyorum! Evet, Celan’ın deyimiyle; “biz dostuz” ve hep birbirimize bakacağız, yüz yüze olacağız. Birer çentik attığımızı düşünüyorum ruhumuzun bir yerlerine.
Dilerim bunlar yara izine dönüşmez.
OĞLAK’ın Halleri: 6
[İsa ise mesellerle cevap verirdi, ki bu da aslında cevap vermemenin bir başka yoludur.
Oğlağın iki uç türünü inceledik. Bununla birlikte, hayatta ortayolcu oğlaklara da rastlarız. Bunlar, masallardaki küçük şirin keçiler gibi sağılırken ses çıkarmayan, süt kovasını devirmeyen uslu oğlaklardır. Ama bu, düşünmedikleri anlamına gelmez. Bundan emin olabilirsiniz. Dağı düşünürler. Kurdu düşünürler.]
Ne Tuhaf Değil mi? Sizi Çok Seviyorum!
“Koştum geldim ta sınırına değin.
Burdan ötesi suskunluk, zaman”
Melih Cevdet Anday
Siz “zor”u, bense “imkânsız”ı seviyoruz.
Bir başkasını kendimiz için mi severiz, yoksa onun için mi?
Çok da yanıtı bulunmuş bir soru olmasa gerek bu!
Ondan yansıyanlar mıdır sevgimizin kaynağı, yoksa içimizdeki bir eksiklik mi? Nedir o imgenin bize tuttuğu aynada görülenler /gösterdikleri?
Tuhaf gelecek size ama; beni seven kadınlara değil de, benim sevdiğim kadınlara daha çok ilgi gösterdim.
İnsan tanımadığı, karşısında “zor” olan birinde sevgiyi daha derin/yoğun/anlamlı yaşayabiliyor, kendisini de bir o kadar keşfedebiliyor!
Uysal, teslim olmuş bir sevgi ölüdür; her şeyi ten buluşmasına indirgediğiniz de ise, sıradanlaşır…
Çekim odağı güçlü olmadığında, tutkuyu keşfetmeniz mümkün değil. Arzu başka bir şey…Acıktığınızda iyi yemek yemek gibi bir ey…tutkusallıktır bizleri keşfe yönelten, merak duygumuzu/yaratıcılığımızı besleyen.
Sevenin sevdiğine/sevilene tanrısal bir anlam yüklemesi onu ulaşılmaz kılarken; tutkusal sevgiyi de süreklileştirir sanki! İnsanın benliğindeki birçok yıkıcılığın da önünü alır. Yaratısal sevgi/aşk dediğim de budur benim.
Sizi bekleyen/gören yanımdaki duruşum biraz böyle.
Bunu açıklamak yerine, sizinle açılacağımız öteki kıyılardan söz etmek isterim.
Çünkü; gerçekten sizi kıracak, size dokunacak, hatta (sizden) uzaklaştıracak hiçbir söz/davranış yakınımdan geçemez.
Evet, sevginin emekle örülebileceğine, büyütülüp beslenebileceğine inanırım. Ebedileşen ilişki/yakınlık/dostluk her zaman besleyicidir.
Çünkü, biliriz ki; insan kendini en iyi diğerinde/öte insanda tanır.
Tepkilerinizi seviyorum. Çünkü her biri sizi tanımlıyor. Giysileriniz, seçtiğiniz renkler, ilgi/yönelimleriniz gibi; hatta damak zevki de öyle değil midir, tanımlamaz mı insanı…
Sizdeki ben/bendeki siz…
Bazen bunları görmek/anlamak için de çabalarız ya da (çoğumuz) es geçeriz.
“Sıradaki” der gibi, yüzümüzü başkasına döneriz.
Oysa insanı anlamak bir bakış/yordam gerektirmez mi? Peki paylaşarak, anlayarak, anlaşarak bir an’ı, bir zamanı birlikte yaşamak…
Mesajınızdaki “ben anlıyorum” sözünüzü bundan sevmiştim işte.
Hayat nedir ki sonra?
Öfke mi, debelenme mi, başkaları için yaşamak mı? Kendimiz için yaptığımızı başkalarıyla ilişkilendirmek sanki daha “doğru” bir yol! Başkaları için yaparken kendimize fırsat yaratamayabiliriz.
Başınızı kaldırın, gözlerime bakın; orada sizi sevdiğimiz göreceksiniz: Evet, sizi seviyorum.
Yaşamak, hiç kuşkusuz, dile getirmenin tersidir.
Toskanalı büyük ustalara bakılırsa, üç kez tanıklık
etmektir, sessizlikte, ateşte ve kımıltısızlıkta.”
Albert Camus, Çev.: Tahsin Yücel
OĞLAK’ın Halleri: 12
[Ama bunların hepsi sonunda suya düşer. Oğlak burcuna yarı-keçi, yarı-balık bir beden yakıştıran Gelenek, oğlağa çıkış yolunu açıkça gösterir: dağın tepesinden kovayla birlikte kayıp her şeyin bittiği ve yeniden başladığı balıklar alemine dalmak…]

















