
Mona Yayınları etiketiyle okurla buluşan “Arafta”, bir psikiyatristin kaleminden çıkan bir ilk roman olmasına rağmen insan ruhunun kırılgan katmanlarına derinlemesine dokunan bir anlatı kuruyor. Diyarbakır’dan Tunceli’ye uzanan bu içsel yolculukta, Hakan adlı bir psikiyatristin bastırılmış suçluluk duygusu, affetme arayışı ve delilikle akıl arasındaki ince çizgide yürüyen benliği konu alınıyor. Farklı imge kullanımlarıyla simgesel bir dünya kuran Sena İnal Azizoğlu, hem mesleğinin hem de edebiyatın ışığını insan zihninin karanlık koridorlarına taşıyor. Biz de onunla romanın arka planını, yazma sürecini ve “araf”ın anlamını konuştuk.
“Arafta”nın kurgusunu oluştururken Hakan’ın “araf” hâli mi önce belirdi zihninizde, yoksa roman boyunca kullandığını imgeler mi belirledi yolunuzu? Hikâyenin çıkış noktasında sizi harekete geçiren şey neydi?
Bana kalırsa her hikâye, bir imgenin kıvılcımıyla tutuşur ve o kıvılcımdan doğarak kendini var eder. Bu imge, yazarın kendi iç dünyasında benzersiz bir deneyim olarak yolunu çizer. Kurguyu oluştururken Hakan’ın zihnime yerleşeceğinden, beni her anlamda “arafta” bırakacağından habersizdim. Oysa yazma sürecinin en başında aklımda yalnızca Reyhan vardı; kanatlanan bir kadının ruhsal imgesi… Bana ait, beni harekete geçiren, duygularımı uyandıran bir özgürlük imgesiydi. Hikâye işte bu kıvılcımla başladı.
Ardından Hakan karakteri belirdi ve zihnimin en güçlü köşesine yerleşerek hikâyeyi kendi varlığıyla genişletmeye başladı. Burada bir yanlış anlaşılma olmasın: “Kadının özgür ruhuyla başlayan bir hikâye neden bir erkeğin arada kalmışlığıyla devam etti?” sorusu akla gelebilir. Ancak mesele kadın ya da erkek olmak değil. Reyhan ile Hakan’ın ruhları da iki ayrı varlık değil; hepimizde bulunan, ama çoğu zaman birbirini görmek istemeyen aynı ruhun iki parçası gibiler. Zaten hikâyenin ilerleyen bölümlerinde bu iki parçanın nasıl yeniden bir araya geldiğine tanık oluyoruz.
Belki de şunu söylemek gerekir: Ne tam olarak kadınız ne erkek, ne tamamen iyi ne kötü, ne tamamen deli ne akıllıyız. Hayat yolculuğunda sürekli arafta gidip geliyoruz.
Romanınızda suçluluk, inkâr ve affetme bir döngü içinde ilerliyor. Hakan’ın ruhsal yolculuğunda “affetme” kavramı sizin için ne kadar terapötik, ne kadar edebi bir gereklilikti?
Affetmek, son derece ağır ve bir o kadar da yüce bir eylemdir. İyiyle kötüyü ayırt edemediğiniz, gerçeği yalandan seçemediğiniz o sınırın ötesine sağlıklı bir şekilde geçebilen insanların ortak paydasıdır affetmek. Ve affetmenin ayrılmaz bir parçası olan kabullenmek…

Hayatın pek çok anında ipler bizim elimizde değildir. Tahmin bile edemeyeceğimiz kadar çok çevresel ve ilişkisel etken, kontrolümüz dışında sonuçlar doğurur ve biz, her seferinde o sonuçlarla yüzleşmek zorunda kalırız. Bazen bir şeyleri zaman ya da mekân bakımından yönetmek mümkün olmaz; ne yapacağımızı bilemeden öylece kalakalırız. Tam da bu noktada ilk adım kabullenmektir.
Gücümüzü aşan durumları kabullenmek, ne kadar çabalasak da bazı şeylerin değişmeyeceğini kabullenmek… Hataların yapıldığını ve bizim de hata yaptığımızı kabul etmek… Ve en önemlisi, bazı şeyleri değiştirmek için artık geç kalındığını kabullenmek. Tıpkı ölümü kabullenmek gibi.
Değiştiremeyeceğimiz gerçeklerin pençesinde boğulmak yerine, geleni de gideni de affetmek… Affetmenin beraberinde getirdiği ruhsal dinginliğin ve var olabilmenin tadına varabilmek… Çünkü insan ancak affettiğinde özgürleşir; affettiğinde her şeyden arınıp sadece kendisi olarak var olabilir. Bu nedenle, evet, romanda her açıdan affetmek bir gereklilikti.
Diyarbakır, İstanbul ve Tunceli… Romanınızda bu üç mekân birer karakter gibi işlev görüyor. Coğrafyayı ruh hâlinin bir uzantısı olarak kurarken neleri gözettiğinizden biraz söz eder misiniz?
“Toprak karakterimizdir” desem çok mu ileri gitmiş olurum? Belki de “toprak, hayatı algılayış biçimimizdir” demek daha doğru olur. Hayatım boyunca edindiğim kişisel deneyimler bana şunu gösterdi ki: İstanbul, benim için daima asi bir ergeni temsil etti. Meraklı, cesaretli, kanı hızlı akan, yerinde duramayan bir genç… Diyarbakır ise kültürü ve yaşam tarzıyla daha otoriterdir. İnsana anlam arayışında alan tanır; havasıyla, suyuyla, müziğiyle, derin bakışıyla sofraya buyur eder. “Gel, bak, gör ve anla” der adeta. Ama aynı zamanda sınırlarını da net bir şekilde çizer. Tunceli ise benim için büyümüş ruhun derinleştiği yerdir. Karanlıktan korkacak yaşını çoktan geçmiş bir ruhun özgürce derine indiği alan… Özgürdür ama ağırdır. Çünkü bilir ki gerçek özgürlük kaçıp gitmekle değil, zihnin ve ruhun sınırlarında var olur. Bu yüzden Tunceli’nin özgürlüğü sınırsızdır; korkusuz ve derin.
Hem ben hem de Hakan, tüm bu deneyimleri fazlasıyla yaşadık diye düşünüyorum. Artık Hakan’dan söz etmiyoruz belki ama benim deneyimim sürdükçe bu yolculuk da devam edecek.
Kurgusal bir dünya kurmanın hazzına gönül vermiş bir psikiyatrist olarak tanımlayabiliriz sanırım sizi. Yazarken hangi yönünüz ağır basıyor? Gözlemci bilim insanı mı, sezgisel anlatıcı mı? Bu iki bakış zaman zaman birbirine direnç gösteriyor mu?
Sanırım en doğru tanım “gözlemci bir anlatıcı” olur. Kendimi bildim bileli hayatı gözlemlemek benim için en büyük hazlardan biri olmuştur. Bir insanı saatlerce seyredebilirim; konuşurken bedenini nasıl kullandığından, bakışının yönüne ve ses tonundaki en küçük değişime kadar her şeye karşı olağanüstü bir duyarlılığım vardır. Bu, özellikle çaba harcadığım bir şey değil; aksine, tüm bu ayrıntılar kendiliğinden zihnime kazınır. Sonradan ayrıntıların çoğunu hatırlamasam bile, onların bende uyandırdığı duygular hep canlı kalır.
Biraz esprili bir dille söylemem gerekirse, farklı yaşamlara ve insanlara karşı adeta “kana susamış bir vampir” gibi bir merak hissederim. Mesleğim de bu noktada beni en çok tatmin eden yerlerden biri; her an başka bir deneyimin kollarına bırakma isteği içimde sürekli yanar. Ancak hayatın sorumlulukları ve mesleğimi çok sevmeme rağmen bazı sınırlılıklar, bu isteğin önüne zaman zaman set çekiyor.
Tam da bu noktada roman yazmak, zihnimde tamamen yeni deneyimlerin kapısını araladı. Kurgu, gerçek hayatta yaşama şansım olmayan şeyleri hayal dünyasında deneyimlememe izin verdi. Bu benim için adeta mucizevi bir özgürlük.
Romanın dili dingin, neredeyse şiirsel bir ritmi var. Bu dilsel dengeyi kurarken “susmak” ya da “sessizlik” kavramlarının sizin için özel bir anlamı oldu mu? Yazarken sustuklarınızı da hesaba katar mısınız?
Ruhsal deneyimler, doğaları gereği zaten sessiz bir şiir gibidir. Onları anlatmak için binbir türlü kavram düşünürsünüz; ama hayır… O deneyim hiçbir kavramın içinde tam olarak var olamaz. Kullanılan her kavram, yaşananın anlamını basitleştirir; çünkü kavramsallaştırmak, ister istemez somuta indirgemek demektir.
Bu yüzden çoğu zaman sustum ve o deneyimlerle sessizliğin içinde uzlaştım. Onları bir kavramın sınırlarına sığdırmaya ikna edebilmek için sessizlikte mücadele verdim. Anlaşılabilmek için karşılıklı fedakârlıklar yaptık.
Umarım bir gün, bu deneyimler sözcüklerin içine sıkıştıkları için benden hesap sormazlar.
Romanda sık sık karşımıza çıkan sandalye imgesi, konuşmak, dinlemek ve beklemek gibi eylemleri çağrıştırıyor. Bu nesnenin romanın kalbindeki yerini nasıl tanımlarsınız?
Sandalye, benim için terapötik süreci simgeleyen bir nesnedir. Terapiye insanlar kendi iradeleriyle gelir ve o sandalyeye oturdukları anda ilk beklentileri, gerçekten dinlendiklerini bilmektir. Çünkü karşılarında, onları anlamaya ve dinlemeye adanmış biri vardır.
Birçok kişi, terapistin müdahalesine bile ihtiyaç duymadan, yalnızca konuşabildiği için zihinsel işlemleme sürecini harekete geçirir ve iyileşmeye başlar. Bu yüzden romandaki “yolda olma” ve “kendini bulma” serüveninin en temel yapı taşlarından biri sandalyedir. Çünkü insan, o sandalyede durup kendini dinleyerek ve ardından özgürce konuşarak iyileştirir kendini.
Yazma sürecinizde belirli bir ritüeliniz var mıydı? Psikiyatrist kimliğinizin getirdiği disiplin, yazma sürecinizi nasıl şekillendirdi?
Aslında belirli bir ritüelim yoktu; hatta çok disiplinli olduğum da söylenemez. Ancak şunu kesin olarak ifade edebilirim ki, roman kendini var edene kadar her an, her saniye onunla yaşadım. Bir an bile Hakan’ı düşünmediğim bir zaman olmadı. Günlük işlerimi yaparken bile, sanki bana çok ihtiyacı olan bir dostu “işim bitsin, seni hemen arayacağım” diyerek beklemeye almışım gibi hissediyordum. En ufak boşlukta zihnimde hemen “Hakan şu an ne yapıyor?” sorusu beliriyordu. Onunla sürekli yaşadığım için, doğal olarak her fırsatta yazmaya yöneliyordum. Çünkü benim için yazmak, Hakan’la konuşmak demekti. Bu yüzden çok net söyleyebilirim ki roman bittiğinde, Hakan’dan ayrılmanın yasını tuttum.

















