Erkan Karaaslan: “Edebiyat kişinin sığınacağı bir liman.”

Mart 6, 2023

Erkan Karaaslan: “Edebiyat kişinin sığınacağı bir liman.”

Söyleşi: Yavuz Yavuzer

Erkan Karaaslan ile ilk kitabı “Kaplumbağalar Ölmesin” özelinde edebiyata dair söyleştik.

Özellikle ilk kitabı yayımlama süreci biraz yorucu ya da heves kıran bir süreç olabiliyor. Siz bu süreci nasıl geçirdiniz, neler deneyimlediniz?

Aslında kitaptan öte, öykü yayınlamanın kendisi epey güç. Kitaptan önce de öykülerimi yayınlatmak için dergilere ve çeşitli dijital platformlara gönderiyordum. Oradan başlayan bir süreç var. Süreci kısaca özetleyecek olursam kendi adıma şöyle işledi. Öykünüzü gönderiyorsunuz. Dergi, kendilerine gönderdiğiniz öyküyü başka bir dergiye göndermenizi istemiyor. Neden? Çünkü o ay  yayınlayabilirler ya da birkaç ay sonra başka bir dergide de aynı öyküyü görüp tekrara düşmek istemiyorlar. Bu hal ne yazık ki birçok defa gerçekleşti. Ama bu yazarların sorunundan ziyade dergi editörlerinin, dergi yöneticilerinin problemiydi. Çünkü öykü gönderen insanlara cevap vermiyorlardı. Yani şimdi düşünebiliyor musunuz? Bir öykünüzü bir dergiye gönderiyorsunuz, üç ay yanıt bekliyorsunuz. Sonra başka bir dergiye gönderip, tekrar bekleme sürecine giriyorsunuz. Kitap yayınlama süreci de çok benzer. Ama ben dosya ya da öykünün birden fazla yayınevine veya dergiye gönderilmesinin, etik olmadığını düşünmüyorum. Editör en azından metni beğendiyse birkaç ay içerisinde dönüp yazara ya da yazar adayına bir cevap vermeli diye düşünüyorum. Kitaba dönecek olursak, dosyayı oluşturdum ve yayınevlerine göndermeye başladım. Kimi yayınevi otomatik bir cevap veriyor. Birçok yayınevi ya yanıt vermiyor ya da çok geç dönüş yapıyor. Sayıları çok az olsa da bazı yayınevleri de gerekçeli olarak bir cevap veriyor. Çünkü yazar adayının bekleme süresini ve heyecanını da hesaba katarak böyle bir yanıtı hak ettiğini düşünüyor. Doğal olarak olması gereken de bu ama bunu yapan çok az. Benim bu yolculuktaki çilem en son yayınevinin dosyayı kabul etmesiyle son buldu diyebilirim. Benim yayınlatma sürecim korona dönemine denk geliyor. Birçok yayınevine dosyamı gönderdim, süreç uzun oldu ama sonunda dosya editörüne denk geldi diyebilirim. Editörüm aracılığıyla da dosyanın basılması sağlandı. Ama birçok arkadaşımın ya da öykülerini sevdiğim birçok insanın dosyalarının bu gergin süreçte tozlu raflarda ya da yayınevlerinin mail kutularında öylece yok olup gittiği kanaatindeyim. Dosyanın basılması o kitabın iyi olduğunu gösteren bir şey değil. Basılmaması da kötü olduğunu göstermez. Dolayısıyla artık Türkiye’deki yayıncılıkta bu biraz da şansla ilgili sanırım. İlişkiler ağı da bu süreçte önemli rol oynuyor. Yani referanslar da çok belirleyici olabiliyor. İlşkiler ya da referans konusunda ek bir çabam olmadığı için de kendimi şanslı hissediyorum.

Peki sizce o süreci deneyimlemiş birisi olarak alternatifler neler olabilir? 

Aslında bu konuda yazarın çok da yapabileceği bir şey yok. Bu durum yayınevi politikasıyla ilgili daha çok. Editör kadrosu artırılabilir. Öz beğenileri farklı olan editörler çalıştırılabilir. Yani aynı pencereden bakan aynı edebi zevklere sahip editörlerdense farklı edebi zevklere sahip farklı pencerelerden bakabilen editörler olabilir. Ancak o zaman belki farklı eserler gün ışığına çıkabilir. Buna ek olarak yazar ancak dosyayı tekrar inceleyebilir, dosyasında bir problem olduğunu düşünüyorsa yeni öyküler ekleyebilir ya da romanını genişletebilir ve dosyasını yeniden gönderebilir. Umutsuzluğa kapılmadan yazarın tek yapacağı bu. Yazar kendi açısından kendi yazdıklarına paralel yazılar yazan ya da yazılar yayınlayan dergiler veya kendi yazdıklarına paralel öykülerin, romanların çıktığı yayınevlerini tercih edilebilir. Ayrıca şunu da eklemem gerekir, bu camianın içinde hatırı sayılır insanlarla ilişki içerisinde değilsen bence çok zor artık. Ama neyse ki yine de bu işlere kıymet veren kadroları çalıştırmaya yönelik çaba sarf eden yayınevleri de var. Ama onların da grafiklerine baktığımız zaman eskiye nazaran çok az öykü dosyası basıyorlar.

Okur olmanın yarattığı bir konfor alanı var. Yazmak, ilk andan itibaren belli başlı sorumlulukları olan bir eylem. Konfor alanından çıkıp sorumluluk almaya iten, size ilk adımı attıran faktör ne oldu?

Bana sıkça sorulan sorulardan biri aslında ama buna verebileceğim net, kesin ve beni tatmin eden bir cevap yok. Bir de bunun cevabı sanırım zamanla değişebilen bir şey. Yani ilk yazmaya iten şeyin kendisi “ya ben okuyorum, bir de yazayım” olmuş da olabilir ya da ilk yazmaya iten şeyin kendisi; var olmak, ölümsüz olmak, bir şey kanıtlamak da olabilir. Çok büyük popülariten yoksa, maddi anlamda bir getirisi olmayan şey için de niye bu kadar emek verirsin ki? Bazen eli kolu bağlı hissedersin kendini, hiçbir şey yapamazsın. Bu durumda edebiyat kişinin sığınacağı bir liman olur. Sanırım bütün bunların toplamında karşıma çıkan sözcük “çaresizlik” oldu. Yani ben çaresizlikten yazıyorum. Bir şey yapamamanın çaresizliğiyle… Karnımda çok söz biriktirmenin çaresizliği, korkaklığın getirdiği bir çaresizlik vesaire vesaire diye bunu artırabilirim ama en nihayetinde buna özetle çaresizlikten yazıyorum diyorum. 

Kaplumbağalar Ölmesin’de öne çıkan bazı temalar var. Hemşirelerin çalışma koşulları, bir binanın yakılışı, duvara yazı yazan abiler, kadınların sorunları… İçinde bulunduğumuz dönemin, geçmişin ve belki de her dönemin sorunları olmaya devam edecek konuları kitabın genelinde bulmak mümkün. Üstelik bunu göstere göstere yapmadan veriyorsunuz öykülerde. Konuyu inşa ederken, kahramanlarınızı yaratırken nasıl bir yöntemle çalışıyorsunuz?

Ben yazmaya yedi yıl önce başladım. Bir öyküyü ya da bir metni yazmaya başlarken; toplumsal meselelere dair şunu yazayım ya da kadın sorunu da var, bunu da yazayım diye başlamadım. Geçmişten gelen kanayan yaralar var, onları da yazayım şeklinde çıkmadım yola. Ama okumanın kendisi de ister istemez yazmaya dönüyor. Bir atölyeye katılmıştım. Katılımcılar yazdıkları öyküleri okuyor ve birbirimizi eleştiriyorduk. Kimi birkaç yıl önce yazılmış öykülerdi. Daha önce yazılmış öyküler de vardı ve bahsettiğim konular, muhtemelen içimde bir yerlerde saklı kalmış. Sonradan baktığımda onu görüyorum ki gündemde olsa da olmasa da hapishaneler katliamı, Sivas katliamı, Maraş katliamı ya da buna benzer birçok konuyu bir şekilde yazmışım. Hepsi yaşadığımız olaylar. Bugün daha az gündemde olsa da ya da gündemde değilse de belleğin kendisi bir noktada akıp bize aktarıyor. Yani tarihin kendisi biraz daha sanatla birleşince unutulmuyor. Demek ki unutulmamış, demek ki kanıksanmamış, demek ki yok olmamış ya da yok olmaması gerekir diye düşünüp yazdığım şeyler ama tamamen bu artık bilinçaltı ile ilgili bir şey. Özetle dosyayı oluştururken şu konuyu da yazayım diye oturmadım açıkçası. 

Yazı masasının başına geçmek önemli bir mesele. Nasıl başlıyor sizin süreciniz?

Yazı disiplini çok yüksek biri değilim açıkçası. Okumaya oranla yazı disiplinim daha düşük diyebilirim. Ama kesinlikle yazıya oturmak önemli sorun gerçekten. Bazen kitaplığımda herhangi bir kitabı açıyorum. Bir sözcük seçiyorum ve o sözcük üzerine paragraf yazıyorum. Bunlar tabii eskiz oluyor. Pratik gelişimim için faydalı oluyor. Sonrasında bambaşka yerlere evrilebiliyor tabii. Aklıma bazen bir konu gelir küçük küçük notlar alırım. Bunlar biriktikçe, başı sonu olmayan ve okudukça, baktıkça güzel gördüğüm paragraflar haline geliyor. Ama oturayım baştan sona bir şey yazayım diye bir durum olmuyor. Bazı arkadaşlarım var, ben öyküye başladığımda sonunu getirmem gerekir diyor. Daha hiç başladığımda sonunu getirdiğim bir öyküm olmadı benim. Yazdıklarımdan bir şeyler çıkarır bir şeyler eklerim mutlaka ve zamanla kendini bulur. Mesela bazı yönetmenler, filmi çok kısa sürede çekerler ama sıra onun montaj ya da kurgusuna geldiğinde aylar sürebilir. Ben de bazen öykülerde hızlı yazabiliyorum ama o öykü gitmiş olmuyor, yani onun üzerine çok fazla uğraşıyorum belki biraz daha. Yeni bir şeyler yazmaktan kaçmak için de var olan öyküyle uğraşıyor olabilirim. Yani zihin biraz da kendini kandırıyor olabilir. Var olan öykünün üzerinde oynamak, yeni bir öykü yazmaktan daha konforlu gelebilir. 

Tüm bunlarla birlikte yazı disiplini edinebilmek için mutlaka okuma disiplininizin olması şart. Geçmişte, sağlık bir okuma zevkim vardı. Yazmaya başladığımda devreye yazmak için okumak meselesi giriyor. Okumak için okumak elbette daha zevkli, daha keyifli, daha samimi ve masum ama yazmak için okumak meselesinde artık devreye başka bir güdü giriyor. Okuduklarınızda ya da aklınızda belli noktalar oluyor ve o noktaları birleştirmek üzere bir eser çıkarabiliyorsunuz. Dolayısıyla okuduğumuz şeylerin de kıymetini bilmeliyiz. O noktada okuyup geçmemeliyiz. 

Birçok edebi tür birbirinden besleniyor. Romanların, öykülerin giriş sayfalarında şair ya da şiirlerden alıntılarla ya da tam tersi örneklerle karşılaşıyoruz. Öyküde size cazip gelen şeyler neler oldu? Diğer türler sizi ne şekilde besliyor?

Açıkçası öykü edebiyat içerisinde bir tür olarak görülmüyor. Genellikle öykü, romana giden bir basamak olarak düşünülüyor. Bu nedenle de çoğu zaman öykü yazan kişi, öykü yazarı olarak görülmez. Öykü yazan kişiye ne zaman roman yazacaksın diye sorulur. Cemil Kavukçu’ya soruluyor mesela ne zaman roman yazacaksın diye. Edebiyatımızda zorla roman yazdırılan yazarlar var. Birilerine roman yazdırma isteği Türkiye’de birçok öykücünün kaybolmasına sebep oldu. Kötü romancılar, iyi öykü yazarken, dolayısıyla öyküyü de bıraktılar. Öyküden de mahrum kaldık, romanı da beceremediler diyelim.

Benim hissettiğim biraz da türün kendisine has bir şey. Öykü bana hep daha cazip geldi. Yani bir boks müsabakasında sürekli o yumruk atmanın kendisi çok hoşuma gitmez benim. Ama bazen tek yumruk atman gerekir; atarsın, çekilirsin, biter gider. Daha etkili olduğu kanaatindeyim. Romanın manevra alanı daha geniş. Geniş bir zaman dilimi var, karakterler de daha derin oluyor. Kurguda da istediğiniz gibi dönüp dolaşabilirsiniz. Öyküde de yapabilirsiniz ama öykü yirmi metrekarelik bir evin içinde geçer. Roman bir şehirde geçer ama dönüp dolaşıp anlatacağınız şey bu yirmi metrekaredir. Kurgusal açıdan roman daha avantajlı elbette ama benim öykü tercihim biraz da öykü okumaktan hoşlandığım içindir. 

Bununla birlikte farkında olduğum başka bir şey de var ki; sanırım artık kimsenin öyle beş yüz sayfalık romanlar okumaya zamanı yok. Benim de yok. Yani yeni bir roman çıktığında eğer bu bir klasik değilse tutup beş yüz sayfalık roman okuyamam. Bu açıdan baktığımızda bazen, çok uzun yazan yazarlara da kızıyorum. Yani okuru hiç mi düşünmüyorsun? Sanırım ben yazarım, okuyan okur düşüncesi baskın çıkıyor. Bu bakış açısının çok doğru olmadığı kanaatindeyim. O yüzden de hep okurun zamanını düşünmek gerektiğine inanıyor, bu durumu göz önünde bulundurarak yazıyorum. Yani bir şeyleri uzatmak için uzatmıyorum, uzatmaya çalışmıyorum. Daha doğrusu okur, benim hissettiğimin küçük bir bölümünü bile hissetse benim için yeterli. Amacım bir değişim yaratma meselesi değil. Yazdığım öyküler, bir çakıl taşını kıpırdatabiliyorsa benim için yeterlidir.

Ayrıca; şiir yazamadığım için de öyküye dönmüş olabilirim. Şiiri, üniversite zamanlarında çok severek okuyordum ama sonra ne oldu? Beslenmemiz gereken iyi bir damar olarak görüyorum ama sebebini bilmediğim bir şekilde artık şiir okumuyorum. Mesela onu fark ettim. 

Öyküyü okurken bir taraftan da yazmak için artık okuma evresine geçtiğinizi söylemiştiniz. Şiir sizi geçmişteki kadar beslemiyor olabilir mi?

Olabilir, ama beslenebileceğimiz bir dolu şiir kitabı var. Yenileri hiç çıkmasa da bundan sonra hiçbir şiir yazılmasa da yüz yıllar boyunca hepimize yetecek kadar şiir kitabı var. Onlardan beslenebilirim ama bence sanırım o duygularımla ilgili bir şey.

Kaplumbağalar Ölmesin, Haziran 2022 basımlı. Yeni öyküler yazmaya başladınız mı? Nasıl geçti kitap sonrası dönem?

Haziran ayının sonlarına doğru basıldı kitap. Arkadaşlarımın söylediğine göre kitap basımı için kötü bir dönemmiş. Çünkü Temmuz, Ağustos ve sonrasında kimsenin olmadığı, kitabın görünürlülüğü açısından da durgun geçme ihtimali bulunan bir dönem olduğu söylendi. Ama ne mutlu ki üç ay sonra kitap ikinci baskıya girdi. Bu nedenle güzel tepkiler aldım ama eleştiri alamadım. Yakın çevrenizden beğeni dolu cümleler duymak güzel ama eleştirel bir bakış açısı da aradım açıkçası. 

Bir yazar için ikinci kitap, ilk kitabın üstüne çıkmalı mıdır? Sonraki kitaplarınıza nasıl hazırlanacaksınız?

Gördüğüm kadarıyla ilk kitabını çıkaran yazar – hele bir de ilgi gördüyse – ikinci kitabı çıkarma konusunda daha şanslı olabiliyor. Belki de yayınevi, yazarın ikinci dosyasının niteliğine çok da bakmadan basabiliyor. Dolayısıyla ilk kitap kadar da zorlanacağımı düşünmüyorum ama sırf basılmış olması için ikinci kitabım olsun da istemiyorum. Ayrıca yazdığının üzerine geçmenin kendisi ne demek? Bunu nasıl anlayacağım? Çünkü yazar yazdığına aşık olabilir. Onun sözcüğü, en iyi sözcük olabilir. Onun için o paragraf veya o öykü, dünyanın en güzel paragrafı ya da dünyanın en güzel öyküsü olabilir. Dolayısıyla bunun ölçüsünü oluşturmak da biraz zor. Bunu nasıl yapacağım konusunda çok emin değilim ama tabii ki içime sinmezse, ikinci kitabım olsun diye zoraki bir dosya hazırlamayacağım.

En azından şimdilik elimde bir dosya da yok. Bazen dergilerden isteyenler olduğunda üzerine çalışıp, eskilerden kırpıp biçip gönderdiklerim olabiliyor. Mesela kitap çıktığından beri yeni yazdığım bir öyküm yok. İlerleyen süreçlerde başlarda konuştuğumuz gibi, o masanın başına oturmak ve bir okuma disiplini de oluşturmak gerekiyor. Çünkü okuma disiplini kaybolduğu zaman yazma serüveni de etkileniyor bence. 

Yazmak tabii başlı başına bir serüven ama yazar, yazmış olmakla da kalmak veya bununla yetinmek istemeyebiliyor. Tüm ekonomik zorluklara ragmen hayatına devam eden dergiler ve bir taraftan da dijital platformlar var. Yazarın görünür olmasıyla ilgili basılı dergiler ve dijital platformlar birbirinin alternatifi olabilir mi? Yazarların dijital ortamda görünmeleri aynı etkiyi yaratır mı?

Benim görüşüm, basılı olan her zaman dijitalin üzerindedir. Ürünün kendisini görmek ayrı bir hissiyat oluşturur. Kağıtla ya da kitapla aramdaki duygusal bağdan değil. Bu alışkanlıkların getirdiği bir şey ve bunun kırılması da çok zor. En azından benim açımdan zor. Bir de dijitalin de şöyle bir handikabı var. Basılı olan dergilerde bir ayda iki ya da üç öykü oluyor. Ama dijitalde bazen günde on tane öykü yayınlanıyor. Akış bozuluyor, denge şaşıyor, takip edilemez hale geliyor. Görünür olmak için elbette iyi olabilir ama bir de o akışın içinde kaybolma riski de var. Dijital platformlar sosyal medyanın hızlı temposunda var olabilmek için hep bir şeyler sunmak zorunda. Buna bir şey diyemem ama bu da bir süre sonra tüketim çılgınlığına doğru götürüyor işi. 

edebiyathaber.net (6 Mart 2023)

Yorum yapın