
Janset Teyze, ikizlerle beraber o sene başka bir ülkeye taşınmaya karar verdiğinde, bize aynı sofrada yemek yedirmemeye başlamıştı. Eskitilmiş gümüş tabaklar, kalaylı bakır kaplar, çiçekli tencereler, filtreli renkli cam bardaklar, anneden kalma son danteller, yavaş yavaş çatı katındaki yerlerini almaya, yukarılara taşınmaya başlamıştı. Ev karma karışık, perdeler çekili, çamaşırlar ortaya serili, mutfak çekmeceleri, konyak şişeleriyle doluydu. Janset teyzeyi hiç böyle düzensiz görmemiştim ciddi ciddi bir yerlere mi gidiyordu? O günlerde, hepimizden köşe bucak kaçıyor, Doktor Ferit’ten üst üste randevular alıyor, peş peşe sigaralar içiyordu. Bazı günlerde, özellikle okul çıkışlarında, Cahide Hanıma şirinlik yaparak, çocukları bizim eve emanet etme işini de tamamen bitirmişti. Janset Teyzeye ne oluyordu böyle? Bütün gücüyle sessizleşmiş, güzelim yüzünü somurtmuş, kimselere göstermez olmuştu. Yoksa beni bırakıp bir yerlere mi gidiyordu?
Janset, bu bulvarın en güzel giyinen kadınıydı. Bilezik dolu kolları, yüzük dolu parmakları, kolyelerle bezeli gerdanı, eski eşyayla doldurduğu eviyle sanki bir galericiyi anımsatırdı. Sırtından kalçasına kadar açık elbisesi, eğildiğinde ortaya süt gibi dökülen memeleri, yuvarlak tatlı poposu, yukarılarına kadar çektiği eteklerinden görünen ışıltılı bacakları ve pürüzsüz teniyle bir melaike gibiydi. Seneler boyu ona tutulmuş, ince kollarına yayılmanın hayaliyle kıvranmış, ona isimsiz mektuplar yollamıştım. Sahi hiç okumuş muydu, insan böyle bir şeyi merak etmez miydi? Yazdıklarımı beğenmemiş miydi yoksa, doğrusu bana hiç yüz vermemişti. O günlerde yaklaşmakta olan korkunç felâketin farkında değildim. Hayatımın aşkı Janset teyze, apar topar, sessiz sedasız, bir anda, hiçbir şey söylemeden pat diye ortadan kaybolmaya çalışıyor, ben ise küçük bir balık gibi onun öfkesinin kıyılarında geziniyordum.
Bütün yıllarımı, ona bir gün olsun açılabilmek ümidiyle geçirmiştim. Yabancı bir moda dergisinden fırlamış gibi görünen bu kadına, kuştüyü yastık gibi gömülmüştüm. Aylarca, “kimsiniz siz” sorusunu duyabilmek için bütün köşe başı telefoncularını mesken edinmiş, üst üste şifreli mesajlar yollamıştım. Ona, seni arayan “bendim” diyebilmenin hayaliyle yanıp tutuşmuştum. Bazı günler Janset teyzeyi, apartmanın boşluğundan gözetlerdim. Gölgesini merakla takip eder, girdiği dükkânları dolaşır, dokunduğu eşyalara tek tek dokunurdum. Evlerine girebilmek için türlü bahaneler uydururdum. Onun o çıplak kol boğumlarını, masama koyduğu ev yapımı bisküvilere dokunan ince parmaklarını izlemek ve ona, “hayatım boyunca seni seveceğim” diyebilmek için çıldırırdım. Buğulu ve donuk bakışları, uyku mahmurluğuyla demlediği çayı, omuzlarından her an kayacakmış gibi duran ekru şalıyla karşıma oturduğunda, dur, nereye gidiyorsun, sen benim gördüğüm ilk rüyasın, hiçbir yere gidemezsin demenin hayalini kurardım.
Ama o, hayatımdan tamamen çıkıp gitmekten bahsediyordu. Bir ihtimal diyordu. Belki diyordu. Üstelik bunu çayımı doldururken sıradan bir şeymiş gibi söylüyordu. “Çayın”, derken geniş kalçalarıyla oturduğum koltuğa kendisi de kurulduğunda, nasıl da yüreğimi hoplatıyordu. Gölgeli yüzü, çıplak omuz başları, akşamları posta kutusundan çıkan mektupları okurkenki duruşu, numaralı gözlükleri, kıvırcık dağınık saçları, sanki bütün problemlerimi bir zarfa tıkayarak çözen narin kadın o değilmiş de beni şefkatle seven kişi bir başkasıymış gibi karşıma dikilerek, gitmekten bahsedebiliyordu. Hangi gitmek? Nereye gitmek? Ellerinde çiçek, çikolatasıyla bekleyen küçük bir delikanlıya, belki de söylenmesi gereken en son şeyi söylüyordu.
Ama ben kapalı kapıların ardından bile onu izlerdim. Yemek yiyişini, balkondayken uzaklara dalışını, çorabını giyişini, uyuyacağı zaman yorganındaki hareketli engebeleri, lacivert küpelerini tek tük kaybedişini; sessiz sessiz, içli içli ağlayışlarını. Adet günlerindeki huysuzluğunu. Adet başlangıcında ortaya çıkan şişkin karnını. Bitki çaylarını, renk renk ojeli, sigaralı parmaklarını. Meşhur bir markadan aldığı çiçeksi parfümünü. Sonra düşüncelerimi anlayacakmış gibi korkuyla kafamı çevirirdim. Utancımdan kıpkırmızı olurdum. Gelip ojeli parmaklarıyla kafamı okşamasını beklerdim. O ise huzurumu kaçıran, beni tedirgin eden cümleler sarf ederdi. Bana, “meyve ye çocuğum” diyerek önüme koyduğu portakallı kekleri, üzümlü kurabiyeleri ve fıstık dolu topları yememi beklerdi. Elime tutuşturduğu tabağı bir mektup gibi tutardım. O gün duydum ya gideceğini, az daha tabağı yere düşürecektim. Az daha kalbimi bir tabak gibi ortadan ikiye kırdıracaktım.
Merak edilen gerçek dışı korku yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Janset teyze gidiyordu. Her yerde bir Janset’tir gidiyor. “Evet/gidiyor/kıskanç/aşüfte/konyak/kocama/göz/ dikmiş/çulsuz/zavallı/düşünme/iyi olacaksın/konuşuruz/ tabak/ çatal/kaşık/sesler/mutfak.” Gözlerimi kapıya dikmiş, Janset teyzenin gidişinin konuşulmadığı bir yer arıyordum. Janset/Janset/Janset…. Evin her yeri Janset sesleriyle yankılanıyordu. Janset’in babamla ilişkisi varmış/Janset babamla gizli saklı görüşüyormuş/Janset’in babama kaçma ihtimali varmış/Janset babamdan çocuk peydahlayacakmış/Janset bizim felaketimiz olmuş.
Annemin çok uzun bir süre boyunca sarsıla sarsıla bunları konuştuğunu hatırlıyorum. Janset/benim Janset’im/ güya hepimizi darmadağın etmiş/ beni bırakıp başka bir ülkeye gitmek için hazırlanıyormuş/bana hiç aşık değilmiş/valizlerini hazırmış/ kaçıyormuş/ Janset, sonunda Beyoğlu’ndan çıkıyormuş.
Ama benim umurumda değildi. Onun kuş gibi titreyen çenesine, çiçeklerle kaplı gövdesine bakıp, ne olursa olsun ondan bir yanıt isteyecektim. Köşedeki gazeteciye gider gibi yapıp koşarak evden çıkacaktım. Onun evinin yolunu tutacaktım. Janset sabah gazetesini okurken bir hışımla kapısını çalacaktım. Kapıyı açar açmaz köşeye sıkıştırıp, onunla ciddi meseleler konuşacaktım. “Bakınız” diyecektim, “Janset Hanım”, “size acınası bir durum gibi gelebilir ama ben ömrüm boyunca sizin kocanız olma hayalini kurdum” diyecektim. Ne şanssızlık! Janset Hanım bana tokadı basacaktı. İkizleri üzerime çullanacaktı. “Ulan” diyecektim, “otuzuna kadar gez, babasız çocuk yap, eğlen, sonra da evli adamı ağına düşür, bir öpücüğü bana çok gör ha!” Ona duyduğum aşk yüzünden bana olan saygısını yitirmeyi göze alacaktım. Sonra beni tuttuğu gibi evinden dışarı atmaya çalışacaktı. “Ulan, bari annem olsaydın be” deyince de kendimi kapının dışında bulacaktım. Kurşuni bir ışığın altında büzüşen yavru kedi gibi sırılsıklam ıslanacaktım. Bugün bir yolunu bulup otuz beş yaşına girsem, beni affeder miydi? O bana en büyük azabı çektirendi.
Ellerim paltomun cebinde, kaldırımda öylece beklerken, Janset’in çekip gidişiyle gelen senenin ilk pis yağmuruna yakalanacaktım. Janset dediğini yapacak, o sene çekip Montpellier’e gidecekti. Janset’ten bir daha haber alamayacaktık. Babam da ben de günlerce konuşmadık. Janset Teyze, biz niye böyle olduk? Niye hâlâ seni sevmenin bir yolunu aradık. Bir “alo” demeyi bana çok gördün. Neden Janset Teyze, çok mu yazıyor? “Lütfen yapmayın” Sizinle konuşmayı çok istiyorum. Sizi babama bırakmayacağım.


















