
Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi’si (1) (1981), Latin Amerika’nın en çarpıcı toplumsal aynalarından biridir. Márquez, küçük bir kasabada herkesin bildiği ama kimsenin engel olmaya yanaşmadığı bir cinayet üzerinden, bireysel suçun ötesine geçip kolektif vicdanın suskunluğunu sorgular. Bu da romanı yalnızca bir cinayetin değil, bir halkın ruhsal anatomisi haline getirir.
Márquez’in dünyasında ölüm bir son değil, toplumsal belleğin aynasıdır. Kırmızı Pazartesi, kaderle değil, insanların kendi eylemsizlikleriyle ördükleri bir yazgı kavrayışını anlatır. Yazarın büyülü gerçekçilikten ödün vermeden kurduğu bu anlatı, bireysel trajediyi toplumsal bir masala dönüştürür.
Roman, “işleneceğini herkesin bildiği ancak engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı” bir namus cinayetini anlatır. Bayardo San Román’ın, Angela Vicario’yla evliliği bakire olmadığı gerekçesiyle bir gecede yıkılır. İlişkisi olduğu varsayılan Santiago Nasar, sabahın ilk saatlerinde ikiz kardeşler tarafından herkesin gözleri önünde öldürülür. Kasaba halkı cinayeti bilir fakat hiç kimse elini taşın altına koymaz. Márquez’in ironik gerçeği burada yatar: “Toplum suçu hazırlar, suçlu işler.” Böylece cinayet, bireysel bir eylem olmak yerine toplumsal bir körlüğün, hatta ortak bir ritüelin parçasına dönüşür.
Romanın anlatıcısı, yıllar sonra bu olayın izini sürerken hem bir gazeteci hem de bir tanık olarak karşımıza çıkar. Márquez’in üslubu, röportaj tekniğiyle kurmaca anlatıyı harmanlar: “Bu olayın öyküsünü yazmak için yaptığım soruşturmalar boyunca, kıyıda köşede kalmış pek çok bilgi edinmiştim…” (s.44). Yirmi üç yıl sonra dönen bu anlatıcı, cinayeti çözmekten çok, toplumun suskunluğunun nedenini anlamaya çalışır. Bu yönüyle Kırmızı Pazartesi, bir suç romanı değil, bir vicdan romanı olarak okunur.
Toplumun erkeklik ve kadınlık rolleri de bu vicdansızlığı pekiştirir. Márquez, “Oğlanlar erkek adam olacak şekilde büyütülmüşlerdi. Kızlarsa evlenmek üzere yetiştirilmişlerdi” (s.34) diyerek patriyarkal yapının soğuk çerçevesini çizer. Prudencia Cotes’in “Erkeklik görevini yerine getirmeyecek olursa onunla asla evlenmeyecektim” (s.59) sözleri, şiddeti meşrulaştıran bu ahlak sisteminin çıplak bir itirafı olarak okunur. Dini otoritenin umursamazlığı da tabloyu tamamlar: Piskopos kasabaya uğramaz, kilise sessiz kalır. Márquez’in ironik göndermesi açıktır: Tanrı bile bu cinayeti görmezden gelir.
Romanda güçlü semboller, anlatının omurgasını oluşturur. Rüya motifi, Tanrı’nın insanlara gönderdiği uyarı olarak yorumlanır: “Rüyasında kendini koca koca incir ağaçlarından bir ormanın içinden geçerken görmüştü, incecik bir yağmur çiseliyordu…” (s.11). Santiago’nun rüyasındaki incir ağaçları, etrafındaki insanların suskun tanıklığını simgeler. Tavşan motifinin kurban Santiago Nasar’ın simgesi olduğu düşünülür. Aşçı Victoria Guzmán’ın tavşanları parçaladığı sahnede yaklaşan cinayet sezdirilir: “Onu bir insan olarak düşünsene.” (s.16) Koku motifi ile suç, toplumun üstüne sinen kalıcı bir leke haline gelir:“Sabun ve tahta beziyle ne kadar ovalarsam ovalayayım, o kokuyu bir türlü gideremiyordum,” der Pedro Vicario (s.72).
Bu imgeler, yalnızca Santiago’nun ölümüne değil, kasaba halkının içsel çürümesine de işaret eder. Her motif, ahlaki bir pusulanın kaybolduğunu gösterir: Tavşanın parçalanışı, rüyanın görülüp yorumlanmayışı, kokunun silinemeyişi… Márquez bu ayrıntılarla, suçun değil, ihmalkârlığın romanını yazar.
Márquez’in Hristiyan sembollerle ördüğü metin, Santiago Nasar’ı bir tür modern İsa figürüne dönüştürür. “Santiago Nasar’ın bir türlü yere düşmemesinin nedeni, bıçak darbeleriyle onu kapıya mıhlamış olmalarıydı.” (s.105) Bu satır, çarmıha geriliş imgesiyle örtüşür. Halkın meydanda cinayeti seyretmesi, bir tür kutsal ayin halini alır. Márquez, kasaba halkını hem yargıç hem seyirci konumuna yerleştirir: suçlunun kim olduğu değil, kimlerin sustuğu önem arz eder.
Roman boyunca görülen bıçak, süt, portakal çiçeği, Bakire Carmen madalyonu gibi semboller, masumiyetle şiddetin iç içeliğini vurgular. “Midesindeki bulamacın içinde Santiago Nasar’ın dört yaşındayken yutmuş olduğu altın Bakire Carmen madalyonu duruyordu.” (s.69) Bu pasaj, masumiyetin bedelini kanla ödeyen bir toplumun imgesine dönüşür. Márquez’in en büyük başarısı, sembolleri süs olarak kullanmak yerine, ahlaki bir aynaya dönüştürmesinde yatar.
Zaman ve mekân unsurları anlatının atmosferini belirler. Olaylar Kolombiya’nın Karayip kıyısındaki isimsiz bir kasabada geçer. Márquez’in çocukluk coğrafyası olan bu yer, “toplumsal kaderin laboratuvarı” gibi düşünülebilir. Kasabanın havası bile belirsizdir: “Kimi berrak bir sabah olduğunu söyler, kimi bulanık, kasvetli bir gökyüzünden söz eder.” (s.12) Bu belirsizlik, Santiago’nun suçluluğu gibi, romanın moral merkezini sarsar.
Sonunda Angela Vicario’nun on altı yıl boyunca Bayardo’ya yazdığı mektuplar, tüm bu karanlığın ortasında bir mucize gibi düşer. “O kadar çok yazar ki artık ne yazdığını ya da kime yazdığını unutur.” Mektuplar, töreyle kirlenmiş bir toplumda arınmanın, belki de yeniden doğmanın tek biçimine dönüşür.
Kırmızı Pazartesi için bir kasabanın değil, insanlığın hikâyesi olduğunu söyleyebiliriz. Márquez, kaderi değil, suskunluğu anlatır. Herkesin suç ortağı olduğu bir cinayetin ardından, okura şu soruyu bırakır: Suçu kim işledi; bıçağı tutan el mi, yoksa sessiz kalan gözler mi? Bugün hâlâ Kırmızı Pazartesi, Latin Amerika’nın ötesinde evrensel bir yankı taşır. Çünkü kasabanın suskunluğu, modern toplumların da sessizliğidir. Márquez, vicdanı susturan töre, din ve gelenek üçlüsünün karşısına insanın öz sorumluluğunu koyar. Bu yüzden roman, üzerinden onlarca yıl geçse de hâlâ güncelliğini korur.
Dipnot:
(1) Gabriel García Márquez, Kırmızı Pazartesi, Çev: İnci Kut, Can Sanat Yayınları, İstanbul, Haziran 2021
(Tırnak içerisinde italik olarak yazılan yerler bu kitaptan seçilmiş alıntılardır.)


















