
Söyleşi: Arzu Altınçiçek
Arzu Onay ve ben… San Diego, Kaliforniya’da bir kafede tanışan iki kadındık. Hayat, Arzu için planlı ilerlerken benim için tamamen beklenmedik bir şekilde yön değiştirdi. İkimiz de farklı yıllarda ülkemize döndük ve farklı şehirlerde hayatlarımıza devam ettik. Başka bir kıtada, farklı eyaletlerde bir araya gelmiş olsak da Türkiye’de yalnızca görüntülü konuşmalarla görüşmeye devam ettik.
Bir gün Arzu kitap yazmayı düşündüğünü söyledi. Amerika’daki hayatından kesitleri anlattıkça, çevresindeki dostlarının teşviki onda bu arzuyu daha da güçlendirmişti. “Nereden başlayacağımı bilmiyorum” dediğinde ona, “Sen aklına geleni yaz, sonra toparlarız” demiştim. Başlarda yazdıklarını bana da gönderiyordu ve fark ettim ki tuhaf bir şekilde bir sonraki mesajını merakla bekler olmuştum. Hatta “İki gündür bir şey göndermedin” dediğim bile oldu.
İlk yazdıklarını okuduğumda akıcılığını ve anlatım dilini sevmiştim; tek sorun cümlelerin bazen İngilizce konuşur gibi kurulmuş olmasıydı. Uzun süre başka bir dilde yaşadığınızda, cümle içinde özne- yüklem uyumu ya da yabancı kelimelerin kullanımı fark etmeden doğal bir hâl alabiliyor.
Yayınevi öncesinde yazarlarla çalışan biri olarak iki farklı dilin kuralları arasında gidip gelmek, sanki keskin bir bıçağın üzerinde parmak ucunda yürümek gibiydi. Yazdığı Türkçe olsa da cümlelerin altında bambaşka bir ritim ve düşünce biçimi yatıyordu. Tıpkı bir yabancının “Ben var karnı acıkmak” demesi ve sizin zihninizde bu cümleyi kendiliğinden düzeltmeniz gibi. Bu dosya yalnızca dilin değil, anlamın da dikkatle taşınması gereken bir yolculuktu.
Tüm bu süreçte ağır edebî düzeltmelerden kaçındım; çünkü Arzu’nun kendine özgü anlatımını, olaylara yaklaşımını ve iç sesini korumak istedim. Yazdıkları, yalnızca kelimelerden ibaret değildi; duygularının ve yaşamının bir yansımasıydı. Bu yüzden her cümlede hem dilin akışını sağlamak hem de o özgün sesi kaybetmemek arasında ince bir denge kurmam gerekti.
Kitabın taslağını beş ayda tamamlamıştı Arzu ama içerik düzenlemesi ve editoryal çalışma da sanki bir o kadar maceralı geçti. İlk görüntülü konuşmamızda depreme yakalandık ve sonrası kaç deprem, hastalık, cenaze atlattık sayamadım. Arzu yarı şaka yarı ciddi “Kızım beş ayda bitirdim, altı ayda bitiremediniz” diyordu. Anû nihayet bitti ve okurla buluştu!
Kimi okurlar inanamadı, kimi abarttığını düşündü; kimi Arzu’nun mücadelesine üzüldü, bazıları çok güldüğünü yazdı. “Kitap yazacak kadar ne yaşamış ki?” diyenler de oldu. Oysa Anû ticarî kaygısı olmayan bir kitaptı. Ve önemli bir not: Kitap satışından elde edilen tüm gelir Koruncuk Vakfı ve hayvan barınaklarına bağışlanıyor. Keyifli okumalar.

Hayat bazen tek bir kararın ardından tamamen değişir. Anû’da da böyle! Seni o kararı almaya iten, kimsenin bilmediği o ilk ana dönsek… O an içinden neler geçti? En baskın duygun neydi?
Uzun yılların birikimiyle verilen bir karardı bu… Bir kırılma noktası vardı elbet. Bir toplantı esnasında müdürümün alaylı bir sözü! Ama o kararı gerçeğe dönüştürmem 39 yaşındayken oldu. Bildiğim her şeyi arkamda bırakmam gerekiyordu. “Bunu yapabilirim!” Ülkemde 17 yıl çalışmıştım. Bir 17 yıl daha başka bir yerde çalışabilirdim. Neden olmasın dedim…
Aslında her şey kırmızı bir oyuncak vagon fotoğrafıyla başlıyor. O kırmızı vagona sığdırdığın hayaller, yıllar sonra bir hayatın yönünü değiştirecek kadar büyüyor. Sence o kırmızı vagon, bir kız çocuğu için neyin sembolüydü?
6-7 yaşlarındaydım o zamanlar. Kırmızı sert kapaklı, Amerika’dan gelmiş bir alışveriş kataloğu vardı evimizde. Benim en sevdiğim oyuncağım oydu aslında. Sayfalarını defalarca çevirir, içindeki yüzlerce oyuncağa bakardım. Ama gözüm hep bir tanesinde takılı kalırdı: o kırmızı vagon.
Eğer o benim olursa diğer oyuncaklarımı içine koyabileceğimi hâyâl ederdim ve biliyordum ki o vagonu ancak Amerika’da bulabilirdim. O yüzden ne yapıp edip büyüdüğümde oraya gidip onu alacaktım.
Bir kadın olarak, oğlunu ve kariyerini geride bırakmak, ailenin ve toplumun beklentilerine ters bir karar vermek sana ne öğretti? Bunu yaparken vicdan ve cesaret arasında nasıl bir denge kurdun?
Bir kadın olmak neyi değiştirir? Evet, oğlumu geride bırakmak kararın en zor kısmıydı. Ama duygularla hareket etseydim ne onun hayatı ne de benim hayatım bugün olduğu gibi olabilirdi. İleride ona yük olma ihtimalim vardı ve buna hakkım olmadığını biliyordum.
Kariyer kısmına gelince… Yıllarca nasıl bir sistemin içinde döndüğünü gördüm. Kendi kararlarını veremediğin, hep birilerinin onayına bağlı olduğun bir düzendi bu. Ben artık başkalarının sesini değil, kendi sesimi duymak istedim. Kararı verirken hep aklımda şu söz vardı “No pain, no gain.” Emek olmadan hiçbir şey kazanılmıyor. Bu bedeli ödemek bana düştü ama vicdanım rahattı. Çünkü oğlumun bir gün beni anlayacağını biliyordum. Hedefim onu Amerika’da okutmak ve ikimize daha iyi bir gelecek hazırlamaktı. Evrene teşekkür ediyorum hepsi gerçekleşti. Cesarete gelince, o zaten her zaman cebimde olan bir şey… J
Gurbet senin için ne anlama geliyor?
Gurbet göreceli bir kelime. Kimi için aileden uzak, yabancı bir yer demek. Aynı ülkede, ailesinden ve sevdiklerinden ayrı şehirlerde yaşayıp onları göremeyenler de var. Bu da bir gurbet değil mi?
Ama bana göre gurbet, daha derin bir şey; savaşlarda ailelerini kaybeden, köklerinden kopup başka ülkelerde yaşamak zorunda kalan insanların sessiz hikâyesidir. Bir yabancı ülkede yeni bir hayat kurarken, kalbinin bir yanını hep geride bırakmaktır.
Yazmak fikri ilk ne zaman doğdu?
Torunum Arya büyümeye başladığında ona bir miras bırakmak istedim ama bu miras mal mülk değildi. Benim olmadığım yıllarda da, yani öldükten sonra da onun yanında olabileceğim bir şey olmalıydı. Bunun en doğru yolu, beni anlatan bir kitap yazmaktı.Çünkü bu hikâyeyi en iyi ben anlatabilirdim.
Yaşamını yazıya dökmek, bir bakıma kendinle yüzleşmek gibi. Satırlarının arasında kendi keşkelerinle kaşılaştın mı hiç? ‘Bir kez daha gitsem, aynı yoldan geçer miydim?’ dediğin anlar oldu mu?
Kendimle kötü değilim ki yüzleşmek zor olsun. Elbette zaman zaman “keşke yapmasaydım” dediğim anlar olmuştur ama demek ki çok da derin iz bırakmamışlar ki hatırlamıyorum bile. Sonuca baktığımda ise hep “İyi ki yapmışım” diyorum. Çünkü her adımımdan, her kararımdan alnımın akıyla çıktım. Yani evet, aynı yoldan geçsem yine aynı şekilde yürürdüm.
Yazmakla yaşamak arasındaki farkı nasıl tanımlarsın?
Zor ve derin bir konu. Yaşamak, her anın içinde olduğun, akıp giden zamandır; bazen kontrol edemediğin bir akış gibi. Yazmak ise, o zamanı durdurup yaşamını tekrar seyretmek ve yeniden kurmak gibi bir şey. Yaşamında duygular seni yönetir, yazarken ise sen duygularını yönetebilirsin.
İlk cümleyi yazdığında aklından geçen neydi? “Artık dönüş yok” dediğin bir an oldu mu?
Yazı yazmayı sevmediğim için içimden “En az 200 sayfa olmalı, yaklaşık 50 bin kelime! Nasıl yazılır? Yaz, yaz bitmez…” diye düşünüyordum. Hayatımın neresinden başlasam acaba darken, bir anda 1998 yılında yola çıktığım gün aklıma geldi. O an yazmaya başladım ve 1-2 saat içinde 15 sayfa bitmişti bile. Hemen arkadaşım Ebru’yu arayıp okudum; çok beğendi ve benden bu kadar iyisini beklemediğini söyleyince, adeta otomatiğe takılmış gibi her gün 10-15 sayfa yazıp okudum. Bu hızla 5 ayda kitap tamamlandı. “Artık dönüş yok” demeye fırsat bile olmamıştı.
Her insanın anlatacak bir hikâyesi vardır ama her hikâye kitaplaşmaz. Amatör bir yazar olarak bu yolda seni en çok hangi zorluk büyüttü? İlhamı korumak mı, disiplinli kalmak mı, kendi hikâyene inanmak mı?
Benim motivasyonum Arya’ydı; ona bırakacağım bir miras vardı. Arkadaşım “sen anlatırken masal dinler gibi dinliyorum” dediğinde bana cesaret geldi. “Nasılsa torunum için yazıyorum, edebiyat yapmama gerek yok” diyerek içimden geldiği gibi yazdım. Anlatmak kadar kolay olmasa da yazmaktan keyif aldım. Hikâyem gerçekti ve gerçek bir masal kitabına dönüştü.
Yazarlık yolculuğunda senin gibi başlayan başkalarının da hikayelerine şahit oldun mu? “Ben de o yaşta başladım, ben de dil bilmiyordum, ben de çok çalıştım…” diyenler mutlaka olmuştur. Peki iki insanın aynı yola çıkması, aynı cesareti ya da sonucu getirir mi sence? Kimi zaman senin emeğini küçümseyenler, bunu “şans” ya da “tesadüf” diye adlandırabilir. Oysa biliyoruz ki tesadüfün adı çoğu zaman emektir. Bunu onlara nasıl anlatırsın?
Benim gibi bu yola çıkan yüzlerce insan var elbette ama herkesin koşulları aynı olmuyor. Benim şanssızlıklarım, şanslarımdan fazlaydı. İlk gidişimde cebimde üç ay yetecek kadar, İkinci gidişimdeyse sadece 800 dolarım vardı. Yabancı dilim yoktu ama her zorluğu stratejik düşünerek fırsata çevirdim.
Amerika’ya vasıfsız işlerde ömür tüketen de var, iyi bir eğitimle çok iyi yerlere gelen de. Benim işim uzaktan bakıldığında sıradan bir meslekti. Evet, hastabakıcılıkla başladım ama o işi vasıflı bir mesleğe dönüştürdüm.
Yıllarca tezgâhta satış yaparsın, şirketten övgüler, ödüller alırsın ya da pizza dağıtırsan bahşiş beklersin. Ben işimi büyütmeyi seçtim, şirket sahibi oldum. Çalışanlarım iyi kazandı, yıl sonu primleri başka yerlerde göremeyecekleri kadar yüksekti. Ben de yaptığım işi en iyi şekilde yapmanın gururunu yaşadım.
Benim verdiğim mücadelenin ağırlığını yalnızca Anû kitabımı okuyanlar anlayabilir. Diğerleri içinse şunu söyleyebilirim: Kimi insanlar, erişemedikleri emeği şansa; anlamadıkları cesareti tesadüfe yorar.
Kitabı yazdığında, amatör bir yazar olarak sonrasında ne yapacağına dair nasıl bir yol izledin?
İlk başta kitabı sadece torunum ve yakın çevrem için bastırmayı planlıyordum; satış amacı hiç yoktu ama yazdıklarım editörlerin elinden geçip birkaç arkadaşım da okuyunca, olayın rengi değişti. Her okuyandan övgüler geliyordu, başkaları da okumalı deniyordu her seferinde. Sonuçta bu kitap torunuma kalacak bir mirastı ama sadece ona değil, hayata da bir iyilik bırakmak istedim. Bu yüzden yayınevinden çıkartıp tüm gelirini Sokak Hayvanları’na ve Koruncuk Vakfı’na bağış yapmaya karar verdim.
Bugün yazmaya başlamak isteyen ama nereden başlayacağını bilmeyen birine ne söylersin?
Zor bir soru bu, çünkü ben kendimi yazar olarak tanımlamıyorum ama beni bilen bilir; bir gün hiç beklenmedik bir anda boş bir sayfanın karşısına geçebilirim. Hayatım, ikinci bir kitaba yetecek kadar hikâyeyle dolu zaten. Plan yapmaya gerek yok, ilk cümleyi yazdın mı, gerisi kendi kendine geliyormuş.
Kitabı okuyanlardan gelen ilk yorumlarda seni en çok etkileyen hangisiydi?
Ayrım yapmak gerçekten zor; gelen tüm yorumlar çok değerliydi. “Bir solukta okudum, sabaha kadar uyuyamadım senin kitap yüzünden”, “sana kızgınım, çünkü sahilde kitabı elimden bırakıp denize giremedim, çok sürükleyici”, “dört senedir kitap okumamıştım, senin kitap bir günde bitti.” Bir okur “kitap inanılmaz güzeldi ama oğlunun sana yazdığı son nokta olmuş” demesi beni çok etkilemişti.
Anû sadece bir isim değil, gerçek bir hayat hikâyesi ve bir bakışı temsil ediyor. Bu kitap, okura sence ne söylüyor, neyi hatırlatıyor?
Anû, okura hiçbir şey için geç değildir mesajını veriyor. Kendi ışığını bulmanın ve kendi hikâyeni yazmanın mümkün olduğunu hatırlatıyor.
Kitap gelirinin Koruncuk Vakfı ve Hayvan Barınaklarına bağışlama fikri yazı sürecinin neresinde ortaya çıktı?
Kitabın basılmasına yakın bu proje ortaya çıktı. Daha önce anlattığım gibi, sürecin sonunda üzerime bir sorumluluk yükledim ve herkesin de bu iyilik zincirinde bir katkısı olmasını istedim. Okur da kitabı okurken bir tuşla iki kuş vurmuş olacak.
Sence edebiyatın toplumsal bir sorumluluğu var mı?
Her ne kadar fen eğitimi almış olsam da edebiyatın toplum üzerinde büyük bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Toplumun gelişmesini sağlamak, ona ayna tutmak, gerçekleri yansıtmak ve sorgulamalarını sağlamak edebiyatın görevi bence. Böylece bilinçli bir toplum oluşur.
Kitabı tamamladıktan sonra sende ya da hayatında ne değişti?
Kendi kendime verdiğim bir görevi tamamlamak için uğraşıyorum, kitap daha çok nasıl satılır ve bağışlar çoğalır diye çırpınıp duruyorum.
Arzu olarak yaşadığın, Anû olarak kitapta bıraktığın geri alınamaz anlar ve cesur adımlar arasında ortak his neydi? Tek cümleyle özetlesen ne söylerdin?
Yaşamımda attığım cesur adımların tüm gerçekliğini, Anû kitabına tüm içtenliğimle yansıtmak.


















