
İçeride bunalmıştım. Pazar gününün rehaveti çökmüştü üstüme. Biraz hava alır belki birkaç fotoğraf çekerim diyerek evden çıktım. Başıma gelecekleri bilseydim kapının eşiğinden dışarı adımımı atmaz, pazartesi sabahına kadar evde otururdum.
Nereye gideceğime dair bir fikrim de yoktu. Kolumda fotoğraf makinesiyle mahallenin sokaklarını arşınlamaya başladım. Yolda top oynayan çocuklar, kaldırımda oturan yaşlılar, bohçalı kadınlar bu kez ilgimi çekmedi. Farklı bir kare yakalarım umuduyla bir sokaktan girip diğerinden çıkıyordum. Öyle geze geze başka bir mahalleye girdim.
Bu yeni mahalle düzenli sokakları, ferahlatıcı havasıyla ilgimi çekti. Kültür seviyesi yüksek insanların oturduğu bir yer olduğu her haliyle belliydi. Yollar, kaldırımlar deterjanla yıkanmış gibiydi. Yerde bir çöp kırıntısı dahi yoktu. Sokakların başından sonuna kadar akasya ağaçları, erguvanlar dikilmişti. Dört katlı, yan yana kutu gibi dizilmiş evlerin çatıları kiremit rengine, duvarları tarçına, pencere kenarları da sarıya boyanmıştı. Balkonlardan elbise, nevresim, halı yerine renk renk çiçekler sarkıyordu. Bu uyum insana kendine bir çekidüzen verme gereği hissettiriyordu. Bahçe duvarlarının önüne konulmuş banklardan birine oturup sokağı seyretmeye başladım. Etraftan sadece kuş cıvıltıları geliyordu. Her şeyin üstü derin bir sükunetle örtülmüştü. Sokağın girişine “Lütfen buradan ayak uçlarınıza basarak geçiniz.” diye bir tabela asılsa kimse yadırgamazdı. Esen havayla akasyaların, erguvanların kokusu sokağa yayılıyor, üzerime bir dinginlik çöküyordu. Bu meditatif ortamda gözlerim kendiliğinden kapandı.
Oturalı çok olmamıştı ki bir kahkaha sesiyle gözlerim açıldı. İki, genç âşık gülüşüp cilveleşerek sokaktan geçiyordu. Az daha ellerimi dudaklarıma götürüp “Şşş, sessiz olun gençler!” diyecektim. Ama dünya gençlerin umurunda değildi. Hele delikanlı başka bir alemde geziniyordu sanki. Gevşemiş ağzı, aşktan mest olmuş bakışlarıyla kızın bir adım gerisinde yürüyordu. Kız daha rahattı. İki de bir, başını arkaya çevirip delikanlıya bakıyor, beline kadar uzanan saçlarını geriye doğru atıp bir kahkahayla konuşmasını sürdürüyordu. Delikanlı, ellerini arkada birleştirmişti. Kıza yanaşmaktan korkar bir hali vardı. Ona biraz cesaret vermek istedim. Onunla göz göze geldiğimizde kollarını kızın boynuna atması için birkaç işaret yaptım. Bana dikkat kesilerek, ne diyorsun anlamında başını salladı. Ben de anlasın diye birine sarılıyormuş gibi önden kollarımı birleştirip kollarımın arasındakini öpüyormuşum gibi yaptım. Bunu yapınca yüzü kıpkırmızı kesildi, sol omuzunu geriye atıp sağ elini öne doğru uzatarak “Ne diyorsun lan!” deyip üzerime yürüdü. Ayağa kalkıp beni yanlış anladığını söylemeye çalıştım ama ağzımdan çıkan sözcükler onun öfkesinden tırsıp yere saçılıp dağıldı. Öyle bağırıyor, öyle hakaretler ediyordu ki bu bağrışları duyanlar, ne olduğunu anlamak için balkonlara çıktı. Ben, olay kapansın, sokak bir an önce eski huzuruna kavuşsun diye, delikanlı bana ne dediyse “Peki,” dedim. Ancak bu cevap onu daha çok sinirlendirip kızıştırdı. Bir yandan onu sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da sokağın sükunetini bozulmasına sebep olduğum için balkonlardaki insanlara başımla selam vererek onlardan af diliyordum. Delikanlı bu halime iyice sinirlendi “Ne götünü, başını oynatıyorsun” deyip yüzümün ortasına bir yumruk attı. Nevrim döndü resmen. Kız araya girmese beni ayakları altına alıp çiğneyecekti. Baktım delikanlı sakinleşecek gibi değil; kültür seviyesi yüksek bu muteber insanları, bu rezil durumdan kurtarmak için kızın, onu benden bir-iki adım uzaklaştırdığı anı fırsat bilip oradan kaçtım. Delikanlı kaçtığımı fark edince -o esnada nereden bulduysa- eline aldığı bir sopayla bağırıp küfürler savurarak beni kovalamaya başladı. Ben, tüm gücümle koşup önüme çıkan ilk sokağa attım kendimi. Delikanlı, sokağın başına gelene kadar ben sokağın sonunu boylamıştım. Bana yetişemeyeceğini anlayınca o uzaklıktan bana bir şeyler söyleyip birkaç el kol hareketi yaptı. Sonra da arkasını dönüp gitti. Kan ter içinde kalmıştım. Yakınlardaki bir parka attım kendimi. Sinirden mi yoksa korkudan mı, elim ayağım titriyordu. Ne diye ergenlere karışıyorsun, bugüne kadar hayatına kaç kadın girdi de kalkıp millete taktik veriyorsun bir de deyip epey bir söylendim kendime.
Orada uzun bir süre oturdum. Güneşin ışıkları kızıla dönmeye başlayınca kalkıp sokaklara düştüm yine. Sabahtan beri bir defa olsun deklanşöre basmamıştım. Birazdan aradığımı bulacağıma dair bir his vardı içimde. Birkaç sokak yürümüştüm ki yarım akıllı, üstü başı dağınık bir gence rastladım. Genç, dört tarafını iple bağladığı kartondan bir kutu asmıştı boynuna. Kutunun içinde değişik renklerde plastik saatler vardı. Gencin, yoldan geçenlerin yakasına yapışıp saatlerini satmaya çalışması ve insanların ondan kurtulma çabası tam fotoğraflıktı. Hemen makinemi çantadan çıkartıp birkaç kare çektim. Onları farklı açılardan yakalamaya çalışırken genç adam beni fark etti. Hızla arkamı dönüp koşar adımlarla oradan uzaklaştım. Ama nasıl olduysa adam önüme geçip yolumu kesmeyi başardı. Plastik saatlerinden almam için bana sakız gibi yapıştı. Saat takmadığımı söylesem de fayda etmedi. Anca üç plastik saat alarak ondan kurtulabildim. Sırt çantamı indirip saatleri içine koyacağımı anlayınca “Abi çok yakışacak, abi çok yakışacak” deyip onları koluma takmam için ısrar etti bu defa. Dediğini yapmadığım sürece elinden kurtulamayacağımı biliyordum artık. “Peki,” dedim. Saatleri koluma takıp kazağımın kollarını üstüne çektim. Ön dişleri dökülmüş ağzıyla gülümseyip teşekkür etti bana. Başımla onaylayıp ayrıldım yanından.
Bugün ya bende ya da karşıma çıkan insanlarda bir tuhaflık var, başıma bir bela gelmeden eve dönsem iyi olur, dedim kendime. İlk sokaktan caddeye çıktım. Pazar günü olmasına rağmen cadde baya hareketliydi. İnsanlar gruplar halinde durmuş bir şeyler izliyordu. Hem yürüyor hem de insanların ne izlediğine bakıyordum. Bir grup insan, sokak sanatçılarını dinliyor, bir grup akrobatik hareketler yapan gençlere bakıyor, bir grup da dans eden iki gence elleriyle tempo tutuyordu. Diğer gruplar uzaktı, onları göremiyordum.
Cadde, yeteneğini sergileyerek para kazananlar, onları izleyenler ve onlara alkış tutanlarla tam bir sirk alanına dönmüştü. Onca kalabalığın içinde patates satan bir tezgâhtar dikkatimi çekti. Yakınına gidip onu izlemeye başladım. Orta yaşlı, hafif göbekli bir adamdı. Tahtadan yapılmış seyyar tezgâhının üstündeki patates yığınına kubbe şeklini vermişti. Müşteri çekmek için eline aldığı üç patatesi birbiri ardına havaya atıp yakalamaya çalışıyordu. Her defasında üçünü de yere düşürüyordu. Son atışında elindekilerden biri yığının üstüne düşünce yığından birkaç patates yere düştü. Adamın bu hali bana komik geldi. Yüksek sesle güldüm. Gülmez olaydım. Sesimi duyunca yerden topladığı patatesleri tezgâha fırlatıp üstüme yürüdü. “Ne gülüyorsun lan!” dedi. “Şey öylesine… Size gülmedim,” dedim korkumdan. “Benimle alay mı ediyorsun lavuk!” diye bağırdı kollarını kabartarak. Hem söyleniyor hem üzerime doğru geliyordu. Bağrış sesini duyan kalabalık gözlerini bize çevirdi. Etrafımızda bir çember oluşturdu. Adamın bu büyük tepkisi karşısında donup kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. Kaçabileceğim bir yer de yoktu. Tezgâhtar eliyle tezgâhı göstererek “Hadi gel yap da görelim.” dedi. Belki ortamı yumuşatır, ona şirin görünürüm umuduyla “Ben gelip sizin fotoğrafınızı…” diye başladığım cümlemi, bir grubun “Yap! Yap! Yap!” deyip elleriyle tempo tutmaları yüzünden tamamlayamadım. Ortamı kızıştıranlar çoktu. Millet eğlence arıyordu. Adam kızgın gözlerini bana dikmiş, vereceğim cevabı bekliyordu. Hem adamı ikna edecek hem de düştüğüm bu durumdan beni kurtaracak bir cevap vermem gerekiyordu. Ağzımdan “Peki” sözcüğü çıktı. Cadde alkışlarla inledi. Diğer gruptakiler de gelip etrafımızı sardı. Bizi izleyenlerin çoğaldığını, çemberin gittikçe genişlediğini gören tezgâhtar işi kurnazlığa vurdu. Herkesin duyacağı bir sesle “Patatesleri bir dakika boyunca art arda havaya atıp tutacaksın. Onları elinde bekletmek yok. Eğer bunu başarırsan herkese bedava patates dağıtacağım, yok eğer başaramazsan patateslerin hepsini satın alıp millete dağıtacaksın,” dedi. Üç hakkım olduğunu da ekledi. Bu teklif herkesi heyecanlandırdı. Çıt çıkmıyordu kimseden. O an, onca göz üzerimdeyken ne diyeceğimi bilemedim. “Peki,” dedim yine. Bu defa daha büyük bir alkış koptu. Kalabalıktan birileri hemen iddia işine soyundu. Birkaç kişi dışında parasını bana yatıran olmadı. Çekingenliğimden patatesleri tutabileceğime pek ihtimal vermedi insanlar. Bu arada ellerinde telefonlarla beni videoya alanlar, arkadaşlarıyla kadrajlarına alıp selfi çekenlerle dolup taşmıştı ortalık. Bu absürt durumu uzatmadan istediklerini yapıp bir an önce eve gitmek istiyordum. Tezgâhın başına geçtim. Fotoğraf makinemi tezgâhın boş bir yerine koydum. Büyük bir işe girişecekmişim gibi kollarımı sıvadım. Herkes sol kolumda peş peşe dizilmiş üç plastik saate baktı. “Farklı ülkelerin saat dilimleri,” dedim. Bu defa daha önemli biriymişim gibi baktılar bana. Yığından aynı büyüklükte üç patates seçtim. İlk atışım için hazırdım. Patatesleri art arda dikkatlice havaya attım. Patateslerden ikisini tutabildim ama üçüncüsünü yere düşürdüm. İlk denememde başarısız oldum. Kalabalıktan alaylı gülüşmeler, kıkırdamalar geldi. İkinci denemem için kavrayabileceğim küçüklükte patatesler seçtim. Onları önce elimde çevirdim sonra yavaşça havaya atmaya başladım. Son attığım patates elimden biraz hızlı çıktı, gidip diğer patatese çarptı, çarpışan patatesler yere düştü. İkinci denemem de hüsrana uğradı bu yüzden. Son bir hakkım kalmıştı. Hem benim hem izleyenlerin heyecanı doruktaydı. Kimseden ses çıkmıyordu artık. Hele iddiasını bana yatıranlar nefesini tutmuştu. Üçüncü deneme için daha umutluydum. Patatesleri ellerimle son kez yokladım, büyüklükleri tamamdı. Sonra yavaşça birbiri ardına atım. Her birini dikkatlice tutup elimde hiç bekletmeden yeniden havalandırdım. Patatesleri düşürmeden oynattığımı gören kalabalıktan bu kez “Yapıyor, yapıyor” sesleri yükseldi. Tezgâhtarın homurtusunu net bir şekilde duyabiliyordum. Tüm bunlar beni heyecanlandırdı. Atışıma biraz hız katayım dedim. Katmaz olaydım. Hızlanınca dengem bozuldu, önce birini sonra diğer ikisini yere düşürdüm. Bununla kalabalıktan bir kahkaha sesi yükseldi. Hatta bazıları sevinçten el çırptı. Ben de utancımı gizlemek için onlardan daha büyük bir kahkaha attım. Ama tezgâhtar tam bir mutluluk kahkahası attı ki sesi hâlâ kulağımda. Bana dönüp, “Oyun bitti, anlaştığımız gibi” dedi. Anlaşmış mıydık? Soramadım tabi. “Peki,” dedim. Tüm patatesleri satın alıp millete dağıttım.
Artık günün bittiğini düşünerek evin yolunu tuttum. Bu akşam, oradakiler evlerinde benden -sol kolunda üç farklı ülkenin saat dilimi olan esrarengiz bir adamdan- söz edecek, diyordum kendime. Her zamanki gibi en iyi ihtimali düşünmüştüm. Eve daha varmamıştım arkadaşlarım aradı, televizyona çıktığımı söylediler. Ne demek istediklerini anlamadım. Eve girer girmez salona koşup televizyonu açtım. Patates atarkenki acemi hallerim ülkenin gündemine oturmuş, video ve fotoğraflarım ana haber bültenlerinde dönüp dolaşıyordu. Sosyal medyada da viral olmuştum. Zamanında benimle fotoğraf çekmiş kim varsa birlikte çektiğimiz fotoğrafı paylaşmış, altına da “dostum, kankim, kardeşim,” diye not düşmüştü. Çocukkenki donsuz hallerim, öğrenci hallerim, denizde yüzerkenki hallerim, mangal yakarkenki atletli hallerim, inşaatta çalışırkenki kirli, paslı hallerim, bugüne kadar hiç haberdar olmadığım fotoğraflarım çarşaf çarşaf sosyal medyada paylaşılıyordu. Bu olanların hayretini daha üzerimden atmamışken dışardan birilerinin bana seslendiğini duydum. Perdenin açık bir aralığından dışarı baktım, arkadaşlarım, komşularım, mahallenin esnafı evin önünde toplanmış bana sesleniyordu. Hepsi elindeki telefonu benim camıma doğrultmuş onlara görünmemi bekliyordu. Perdeye hiç dokunmadan içeriye geçtim. Bir an ne yapacağımı bilemedim. Dışarı çıktığım gibi bu insanların beni maymuna çevireceğini biliyordum. Biraz düşündükten sonra patronumu arayıp yirmi gün yıllık izin istedim.
O yirmi gün boyunca kafamı pencereden dahi dışarı çıkarmadım. Akşam olunca evin kör cephesine bakan tarafta oturdum. Ne kapımın zili sustu ne telefonumun. İkisini de açmadım. Bu defa mesajlarla ulaşmaya çalıştılar bana. Güya beni çok özlemiş, çok merak etmişler. Bu samimiyetlerini, dostluklarını ve iyi niyetlerini karşılıksız bırakmadım tabi. Tüm mesajlarına “Peki,” dedim “Peki!”

















