Pınar Yılmazer: “Zaman birbirimize destek olma ve kenetlenme zamanı, patili dostlarımız için yapmalıyız bunu.”

Eylül 18, 2025

Pınar Yılmazer: “Zaman birbirimize destek olma ve kenetlenme zamanı, patili dostlarımız için yapmalıyız bunu.”

Pınar Yılmazer’in Kankelebeği adlı romanı İkinci Adam Yayınevi tarafından yayımlandı. Yazarla son romanı hakkında konuştuk.

Söyleşi: Nilgün Çelik

Pınar Hanım, söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Birçok eseriniz var biliyorum ancak sizi yeni tanıyacak okurlarınız için kendinizden bahsedebilir misiniz?

Bugüne dek yazmış olduğum kitaplar, almış olduğum eğitim; bu ve benzer bilgilere Google’dan ulaşmak çok kolay. O yüzden izin verirseniz ben bu sorunuzu yazar kimliğimle ve sadece birkaç sözcükle yanıtlamak isterim: Doğa. Hayvanlar. Mimarlık. Estetik. Sanat. Saygı. Yaşam. Adalet. Özgürlük. Bir de Kahve:)

Eseriniz, bir konu üzerinden değil birkaç konu üzerinden ilerleyen katmanlı bir roman. Ancak diğer eserlerden ayıran en önemli özelliği

“Bu kitabın tüm geliri Engelli ve Muhtaç Hayvanları Yaşatma ve Koruma Derneği ENCANDER’e bağışlanacaktır” duyurusu. Ve “… yüzlerce, binlerce masum can dostum, bu kitabı sizlere ithaf ediyorum” diyorsunuz. Bir eserden çok daha fazlası yani. Tam da konunun aktif olduğu bugünlerde barınaklarda, sokakta yaşayan canlılarla ilgili bu kitap, çok ses getireceğini düşünüyorum. Yazma sürecinden bahseder misiniz? Nasıl karar verdiniz bu eseri yazmaya? Sizi tetikleyen neydi?

Uzun bir hikâye aslında, bir gün yolum bir barınaktan geçti. Uzun zaman önceydi. Planlı programlı değildi, bir şekilde yolum düşmüştü. Sonrasında her fırsatta gider oldum. O derme çatma barınakta acılara, açlığa, çaresizliğe, soğuğa, ölümlere, sevgisizliğe tanık oldum. Orası gerçekten tanrının unuttuğu bir yerdi ve burada yaşananları bir yolunu bulup anlatmalıyım, diye düşündüm. İnsanlar gerçekleri bilirlerse belki bu acılar da son bulurdu. O biricik canların, o biricik dostların sesi olmalıydım…   

Eseriniz iki ana temelde ilerliyor. Birincisi şiddeti yürekte olan yasak bir aşk ve diğeri, kahramanınız İlhan’ın ruhunu temize çektiği barınak ve orada yaşanan gerçekler. Barınaktan başlamak isterim. “Tanrının bile unuttuğu bir yer sanki, …” gerçeğini biliyoruz ve son dönemde özellikle canımızı acıtan olaylarla toplumun sinir uçlarına dokunuyorlar. Barınaklar konusunda eseriniz dışında ne tür çalışmalarınız var ve sizce neler yapılmalı?

Bir dilek hakkım olsa sonsuz büyüklükte kanatlarım olsun ve tüm masum canları o kanatların altında korumaya alabileyim isterdim. Elbette bu bir hayal ama bana ışık oldu; patili çocuklarımıza sahip çıkan kişi ya da derneklerin çabalarına destek olmaya çalışarak bu kanadın minicik bir parçasını dokumaya çalışıyorum kendimce. Bir de evimde, bahçemde, sokağımda yaşayan patili dostlarım var her daim…

Barınaktaki canlarımızın aslında birinci önceliği sevilmek ve ilgi. Açlıktan önce gelen bir ihtiyaç. Buradan, bireysel olarak ilgilenen, merak edenler için yapabileceklerimiz hakkında yol göstermek adına neler söyleyebilirsiniz?

Eğer bu soruyu kamuoyunda “katliam yasası” olarak adlandırılan yasadan önce sormuş olsaydınız, barınakları ziyaret edin, gönüllü olarak çalışın gibi önerilerde bulunabilirdim. Ancak ne yazık ki, yasadan sonra böyle bir öneri artık yetersiz, romantik kalıyor. Yasa, hayvanları korumak yerine kötülük yapmak isteyenlere cesaret verdi, kötülüğün önünü açtı. Binlerce can acımasızca katledildi, hepimiz çok üzgünüz, acı çekiyoruz yaşananlardan dolayı. Yüreklerimiz yangın yeri. Nereye kime koşacağımızı şaşırdık. Toplumsal bir travma yaşıyoruz. O yüzden artık daha ciddi sorumluluklar alarak, elimizi taşın altına koyma vakti. İmkânı olanlarımız bu çocuklara yuva olmalı, olamıyorlarsa pansiyonlara ya da padoklara yerleştirmeli. Bunların hiçbirini yapma imkânı bulamıyorlarsa, bu konuda çabalayan emek harcayan kişi ya da derneklere destek olmalılar, diye düşünüyorum. Sokak canlarımız sahipsiz kalmamalı. Dükkân, mağaza sahipleri yıllardır kapılarının önündeki canları çipletip yasal olarak da sahip çıksalar o canların hayatı kurtulur. Nitekim bunu yapan güzel yürekli insanlar var. Her sokak, her mahalle en azından bir iki köpeğe sahip çıksa pek çoğunun hayatı kurtulur. Hiç zor şeyler değil bunlar, eğer elimizi çabuk tutmazsak yakında sokaklarımızda başını okşayacağımız bir tane bile can dostumuz kalmayacak… Zaman birbirimize destek olma ve kenetlenme zamanı, patili dostlarımız için yapmalıyız bunu.

Eserinizde barınakların bakımsızlığından ziyade barınak çevresinde yerleşkesi olan insanların barınağı istememesi gibi büyük bir sorundan da bahsediyorsunuz. Bu gerçekten önemli bir sorun. Bunun için bir öneriniz var mı neler yapılabilir?

Bu, romanda sözü geçen barınak için geçerliydi, aslında genellikle yerleşim yerlerinden uzak alanlar seçiliyor barınaklar için. Ama bence barınak diye bir şey olmamalı. Çünkü o canları barınağa koyarak yaşamdan tecrit etmiş oluyorsunuz ki, buna hiçbirimizin hakkı yok. Viral hastalıkları, ölümleri, açlığı söylemiyorum bile. Oysa yüzyıllardır atalarımızdan emanet dostlarımız onlar bizim. Yanımızda, sokağımızda, bahçemizde, bir market girişinde, bir çınarın gölgesinde, bir köy kahvesinin kıyısında özgür ve bizimle olmalılar. O yüzden kısırlaştır, aşılat, yerinde yaşat düşüncesindeyim. Elbette engelli, felçli, yaşlı, ağır hasta canlar ya da koruma altına alınan hayvanlar için geçici bakımevleri, rehabilitasyon merkezleri olmalı, Encander gibi örneğin…

Eserinizde yasak bir aşkı anlatırken aslında katman katman yaşamın felsefesini yapıyor ve okuru, her gün duyduğumuz ama üzerinde hiç düşünmediğimiz değerler üzerine çekiyorsunuz. İhanet, sadakat, güven, denge, alışkanlıklar, bağımsızlık bunlardan bazıları. Elbette bu denli psikolojik ve felsefe ağırlığı olan eseri yazmak kolay değildir. Siz yazarken daha çok yaşanmışlıklardan mı, gözlemlerinizden mi yoksa okuduklarınızdan mı beslendiniz?

Daha çok yaşanmışlıklar ve gözlemler diyebilirim. Eğer yazıyorsanız hayata ve insana dair detayları yakalayabilmek için iyi bir gözlemci olmanız gerekir. Bazen düşünürüm, yazdığım için mi gözlemliyorum yoksa gözlemlediğim için mi yazıyorum? 

Baş kahramanlarınız İlhan bir veteriner ve Nil müzik sanatçısı. Onların iç çatışmaları, travmaları, geçmişten bugüne getirdikleri her şey “kişilikleri” olmuş, hatıraları var. Elbette sadece bu bölüm, tek bir söyleşinin konusu olabilir ve birçok soru sormak mümkün. Ancak genel hatlarıyla sormak istiyorum: ihanet eden kahramanınız aynı zamanda çok vicdanlı biri. Öyleyse aşk vicdandan daha mı kuvvetli bir duygu?

Eğer sözünü ettiğimiz gerçek aşk ise evet, aşk güçlü bir duygudur ve önünde durmak zordur. Yani kusursuz fırtına…

Eserinizde güven duygusunun altını çiziyorsunuz. Hayvanların insanlara olan güven duygusu üzerinden insanın insana güven duygusu bunun önemini vurguluyorsunuz. Sizin için insanın insana ya da bir canın insana güven duygusu neyi ifade ediyor? Bu duyguyu nasıl tanımlarsınız?

Güvenmek benim için huzur demek. Kendimizi sırt üstü suyun üstüne bırakmak gibi. Suyun bizi kaldıracağından eminizdir ve bunu bilmenin rahatlığıyla bırakırız kendimizi, güvene dayalı ilişkiler de öyle işte…

Eserinizde bir sinema şöleni gibi mekanların içinde gezdiriyorsunuz okuru. Markiz Pastanesi, Galata Kulesi, Pierre Loti, Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii, Bahariye Caddesi gibi. Karakterlerinizle duygusal bir bağ içerisinde olmalarını istediğiniz için mi mekanlara özel bir yer veriyorsunuz?

Aynen dediğiniz gibi, okurun bir film izliyormuşçasına mekânları gözünde canlandırmasını istedim. Bana göre bir romanın başarısı, yazarın, anlattıklarını, okurun gözünde canlandırabilmesiyle doğru orantılıdır. O yüzden mekânları anlatırken detaylara yer verdim. Tabii bunda aynı zamanda mimar olmamın da payı var, mekânlar her zaman önemli ve özel olmuştur benim için, insan ve mekân ilişkisi, mekânın estetiği ya da ambiyansı gibi diyelim.

Bireysel olduğu kadar toplumsal gerçeklerin de üzerinde duran bir eser Kankelebeği. Satıcı çocuklar ya da travestiler gibi. Okuru eserin içinde tutmak, toplumla ve bu gerçekle yüzleştirmek için mi bu unsurları eserinize kattınız?

Elbette, dediğiniz gibi satıcı çocuklar, travestiler, duvarın dibinde mendil satan teyzeler, kepenkleri inik bir dükkânın kuytusuna sığınmış evsizler, hepsi hayatın gerçeği. Hepsi hayatın içindeler. Yaşamın dokusu, renkleri…

Kahramanlarınızın birbirine aldığı hediyeler: Kuklalar, (Pinokyo) inci, kelebek, orkide ve güller. Bunların her birinin bilinçle seçilmiş objeler olduğunu düşünüyorum. Neyi işaret etmek istediniz, ipucu verebilir misiniz?

Aslında bir şeyi işaret etmek değil de İlhan’ın Nil’e, Nil’in de İlhan’a verdiği değer ve özenin birer simgesi onlar…

Çok sessiz bir karakteriniz de Ayça. Yazar bazen kahramanını çok sevdiği, koruduğu gibi bazen de kızar. Ayça’nın bu saflığına, olayları göremeyişine kızdınız mı? Sözünüzü dinlemeyen kahramanınız oldu mu hiç?

Ayça gerçekten göremiyor mu yoksa görmek mi istemiyor, onun ayırdına varmak gerekiyor önce. Bazen görmemeyi, duymamayı tercih ederiz. Çünkü gördüğümüz ya da duyduğumuz zaman kaybetmeyi ya da başka bir deyişle oyundan çıkmayı göze almamız gerekir.

Eserinizin sonunda bir okur olarak, hayatı nasıl yaşadığımız, bizim seçimimizle ilgili olduğunu, seçim için de olgunlaşmamız gerektiğini düşündüm. Peki ya olgunlaşamayan insanlar? Olgunlaşmak için her insan acı mı çekmeli sizce?

Olgunlaşmak aynı zamanda farkındalık düzeyiyle de ilgilidir. Bir konuda acı çektiğiniz zaman düşünürsünüz, düşünmek de farkına varmanızı sağlar. Tabii bu bir kural değil, bazen izlediğiniz bir film, okuduğunuz bir cümle, tanık olduğunuz bir olay da farkına varmanızı sağlayabilir.

Son sorum kahramanınızın sorusu olsun. “Kaçmak cesaret mi yoksa korkaklık mı?”

Bunu çok düşünmüşümdür ve ben de hâlâ yanıtı bulabilmiş değilim açıkçası. Kaçarken aslında bir vazgeçiş söz konusu; belki de yaşayacağınız güzellikleri bile bile arkanızda bırakmak, hiç kolay gibi gelmiyor kulağa. Ama öte yandan ya yolunda gitmezse kaygısıyla bir geride bırakış, bir kaçış var. Bu noktada da korkaklık giriyor devreye. Aslında kaçmak ya da kalmak bir seçim meselesidir, o an içinde bulunduğunuz koşullarla ilgili.  

Tüm cevaplarınız için teşekkür ederim. 

Yorum yapın