
Özgürlük Düşüncesi ve Gelişimi
Yazınsal özgürlük, en genel anlamıyla özgürlük sorunsalıyla ilgilidir ve özgür yazın üretimini anlatır. Yazınsal özgürlük, genel özgürlük kavramının bir öğesidir. Türkiye’de genel özgürlük, dolayısıyla da yazınsal özgürlük, kısıtlayıcı hatta yasaklayıcı yaptırımlarla karşı karşıyadır.
Aydınlanma felsefesinin başlıca kuramcılarından Kant, “Ebedi Barış” adlı savaş karşıtı yapıtında özgürlük kavramının iki boyutuna vurgu yapar.
- Birinci boyut, iç özgürlük ile ilgilidir. İç özgürlük, bireyin özgürlük bilinci, istenci, yeteneği, kararlılığı ve istemine dayanır. Bireyin özerkleşebilmesi, istencini ve bilincini özgürleştirebilmesine bağlıdır. Dolayısıyla birey, ancak istencini özgürleştirebildiği ölçüde özerkleşebilir. Öz-bilinç ve öz-istenç, özerkleşmenin de, özgürleşmenin de kaynağıdır, çevrenidir. Kant’ın yaklaşımı uyarınca, özgürlük, özgür istencin özerkliğinin anahtarıdır.
- Özgürlüğün ikinci boyutu ya da belirleyeni, dış özgürlüktür, bir başka deyişle, bireyi kuşatan toplumsal ve yasal düzenlemelerdir. Bu bağlamda Kant, dış özgürlüğü, bireyin “onaylayamayacağı dış yasalara itaat etmeme yetkisi/hakkı” olarak tanımlar.
Kant, “Aydınlanma Nedir?” adlı yazısında da uygar toplumlarda geçerli yasalarca güvencelenmesi gereken dış özgürlüğü “en zararsız özgürlük” olarak niteler ve bu özgürlüğün gerçekleşmesinin vazgeçilmez ön-koşulu olarak da bireyin “aklını kamusal ortamlarda özgürce kullanmasını” görür. Kamusal ortamlarda, bir başka deyişle, toplumsal-siyasal yaşamın bütün alanlarında aklın özgür kullanımı, Kant’a göre, aynı zamanda bireysel aydınlanmanın da önkoşuludur.
Özgürlük ancak hukuk tarafından güvencelendiği ölçüde var olabilir. Bu nedenle, Kant 1797’de kaleme aldığı “Törelerin Metafiziği” adlı yapıtının “Hukuk Öğretisi” bölümünde “hukuk, birbirini etkiledikleri ölçüde, bir kişinin bir başkasına karşı dışsal ve edimsel ilişkisidir” der ve hala geçerliliğini koruyan şu hukuk tanımını yapar: “Hukuk, bir kimsenin keyfiliğinin başkasının keyfiliği ile özgürlüğün genel yasası doğrultusunda bütünleştirilebildiği koşulların toplamıdır.”
Kant’ın “özgürlük” anlayışını büyük ölçüde benimseyen Hegel, “dış-özgürlük”ü, “nesnel özgürlük” ya da “düşünmenin gerçek nesnel ortamı” olarak adlandırır. Bu düşünüre göre, özgürlüğün varlık nedeni ve ereği, düşünen insandır.
Özne-özgürlük ilişkisine gelince: Hegel’in dizgeleştirdiği özgürlük tasarımı bağlamında özne düşünsel bakımdan etkinleştiği ölçüde istenci özgürleşir; ancak özgürleşen istenç, genel istence dönüşür. Bireyin ‘saf istenci’, onu genel bir varlığa dönüştürebilir.
Hegel açısından ‘istencin özgürlüğü, genel anlamda özgürlüktür ve öbür özgürlükler, bunun türevleridir.’ Bu özgürlüğün dışında özgürlük yoktur; çünkü bu anlamda istencin dışında özgürlüğü olabilecek, özgürlüğü yaratabilecek bir ‘güç’, ‘özellik’ ya da ‘yeterlik’ yoktur.
Hegel’in bakışıyla özgürlük, kişinin yeteneklerini ve iyi özelliklerini geliştirme ve geçerlileştirme olanağıdır. Kişinin ereklerini, sınırlarını bilme yetisidir. Hegel’ce yapılan bu tanımlayıcı saptama uyarınca özgürlük, bilinçtir. Bu çerçevede özgürlük bilinci ve değerleri öncelikle özgürlüğün öznel anlamına ilişkindir. Düşünsel ilgi ve istek doğrultusunda bir etkinlik olan öznel özgürlük, bireysel tekilliğin bağımsızlığıdır; bu yönüyle bilinç ve istekle ilgilidir ve içseldir.
Özne, görüşünü, kanısını, ilkesini ve değer dizgesini bu içsel özgürlükten çıkarımlar; içsel özgürlükten ahlaksal özerklik geliştirir. Öznel özgürlük, insanların benzemezlik özelliklerini daha da belirginleştirir, yetkinleştirir. Benzemezliklerin nesnel anlatımı olan bireyler ya da bireylerin tekilliği, nesnel özgürlük ortamını etkiler ve ondan etkilenir.
Nesnel özgürlük koşullarının düzeyi, bir başka deyişle, hukuk devletinin gelişmişlik düzeyi, ilgili devletin çağdaşlık, ya da uygarlık düzeyini gösterir. Bir devlet, hukuk yoluyla özgürlüğü güvencelediği ölçüde uygarlaşabilir, demokratikleşebilir; çünkü bireylerin bilinç ve ahlak oluşturma ve geliştirme etkinliğinin niteliği ve düzeyi, özgürlükle ilgili yasalardan, dolayısıyla da nesnel ya da dışsal özgürlük ortamından etkilenir. Hegel’in daha iyi anlaşılabilmesi için, içsel özgürlüğün dışsalı belirlediğini vurgulamalıyım.
Dışsal özgürlük son çözümlemede, düşünsel bir etkinlik ve durum olan içsel özgürlükten üretilir. Hegel, ayrıca, özgürlük ile tarihsel ilerleme arasında dolaysız bir kurar. Ona göre, “tarih tümüyle özgürlük bilincindeki ilerlemeden ibarettir. ” Bu belirleme uyarınca, özgürlük, insanlığın ve insanlık tarihinin ilerlemesini sağlayan bilincin oluşması, gelişmesi ve kendisini gerçekleştirmesinin önkoşuludur.
Kant ve Hegel’in bireyin özgürlük bilinci ve istencini öne çıkarmasına karşın, Marks ve Engels 1844 yılında yazdıkları “Kutsal Aile” adlı yapıtta kapitalist toplumda bireyliğin değil, bireyciliğin özendirildiğini, özgürlük ile kölelik arasında ince bir çizgi bulunduğunu belirterek, bu toplum modelinde özgürlüğün mülkiyetin güvencesine dönüştürüldüğünü savlar. Bu iki sosyalist düşünür ve eylemci, demokrasiyi “gerçek, insancıl özgürlüğe geçiş noktası” olarak tanımlarlar.
Bu düşünsel önermeler ve edimsel savaşımlar sonucunda giderek genişleyen özgürlük kavramı, uluslararası düzeyde, örneğin, 1948’de yayımlanan İnsan Hakları Bildirgesi’nin 19. maddesinde “her insan düşünce açıklama özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, engelsiz bir biçimde düşünceleri açıklama, sınırları düşünmeksizin bütün iletişim araçlarıyla bilgileri ve düşünceleri arama, alma ve yayma özgürlüğünü içerir” biçiminde tanımlanmıştır. Türkiye, bu Bildirge’yi imzalayan ülkeler arasındadır.
Bu tanımlama, yine Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de büyük ölçüde yansımıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni bağlayan temel hukuk belgesidir. Bu mahkemenin verdiği kararlar da özgürlüğün hukuksal güvencesidir.
Yazınsal Özgürlük Sorunu
Özgürlük kavramıyla ilgili bu değinmeler bağlamında genel özgürlüğün bir türevi olan “yazınsal özgürlük” sorunsalı irdelenebilir. Burada ilkin malzemesi “genel dil” olan bir metne, yazılı ürüne yazınsallık niteliği kazandıran şey(ler)in ne olduğuna bakmak gerekmektedir. En genel anlamıyla sanat, nesnesine güzellik özelliği katıp, onu estetikleştirerek oluş(turul)ur. Yazının nesnesi ya da malzemesi dil olduğundan, bir yazılı metne yazınsal özellik kazandırabilmek için, o metnin dilinin genel dilden ayırt edilmesini sağlayan estetik bir işlemden geçirilmesi önkoşuldur. Dilin estetikleştirilmesi, dil üzerinde çalışmayla olanaklıdır.
Bu bağlamda düşünsel ve bedensel etkinlik ve ondan doğan bilinci temel alan Marks’a başvurulabilir. Anılan düşünürün yaklaşımı uyarınca, sonal erek olan “gerçek insancıl özgürlüğe” ulaşmanın yolu, toplumsal yönden baskılanan bireysel istençten çok, üretim güçlerinin toplu ve örgütlü savaşımıdır. Marks, her türlü özgürlüğün başlıca çıkış noktası olarak “insan duyularının ve özelliklerinin tam özerkliği” diye tanımladığı durumun, ancak özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına yönelik etkinlik ve çalışmaların kesin başarıya ulaşmasıyla olası olabileceğini öne sürer. Her türlü duyusallığın ve duyarlılığın kaynağı etkinlik, eylem ya da çalışma olduğuna göre, estetik ve yazınsal yaratımın kaynağı da yazarın dil üzerinde gerçekleştirdiği üretken çalışmadır ya da etkinliktir.
Bu yaklaşım uyarınca, “anlatı sanatı” olan yazın alanındaki her türlü yaratımın, anlatının malzemesi olan “dil” üzerinde biçimlendirici çalışmayla olanaklı olabileceği kendiliğinden anlaşılır. “Dil”e sanatsal nitelik kazandırıcı çalışma, yazınsal yaratımın temelidir. Burada sanatsal yapış ile bu yapışın sonucu olarak ortaya çıkan yapıt arasında dolaysız bir bağ olduğu görülmektedir.
Lotman’ın “Metin Kavramı” adlı irdelemesinde yer alan dil ile sanat yapıtı arasındaki bağıntıyı dile getiren “ belli bir dünya modeli, sanatın dilinde verilen belli bir ileti olan sanat yapıtı, sanat dilinin dışında var olamaz; aynı şekilde toplumsal iletişim dilinin dışında da var olamaz” saptaması da bu bağlamda yol gösterici niteliktedir.
Marks bu bağlamda yukarıda andığım kaynaktaki “yazar, yapışlarını asla araç olarak görmez; yapışlar, başlı başına amaç, öz-amaçtır; yazar gerektiğinde öz varlığını yapıtın varlığına feda eder” sözleriyle, hem yapan ile yapıt arasındaki dolaysız bağı, hem de yapıtın tekilliğinin ya da özgünlüğünün kaynağını dile getirmiştir.
Dil üzerinde yürütülen çalışma sürecinde yazarca çeşitli anlatım olanakları arasında özgürce yapılan seçimi de kapsayan yazınsal özgürlük (licencia poetica), aynı zamanda biçemsel gerekçelerle yazınsal yoğunluğu yükseltmeye yönelik olarak “alışılmış dil kullanımından sapmaları” da içerir. Dil kullanımındaki sapmaların yanı sıra, yazınsal düşünce doğrultusunda tarihsel olguların (kahramanların özyapıları, olaylar dizisi vb.) değiştirilmesi gibi işlemler de yazınsal özgürlük kapsamında değerlendirilir.
Yazınsal yapıtlarda söylemleştirilen malzeme, konu ve motif seçimi de tümüyle yazarın özgür seçimiyle ilgilidir. Hukukça güvencelenmiş özgürlük kavramının geçerli olduğu toplumlarda ya da devletlerde hiçbir güç, yazara konu ve motif seçiminde sınır koyamaz; baskı ve yönlendirmelerde bulunamaz. Sınırlama, baskılama ve yönlendirmenin olduğu ortamlarda bir yaratma eylemi ve yeteneği olan sanat gelişemez.
Yazınsal özgürlük sorunsalını daha da belirginleştirmek amacıyla, Ferdinand de Saussure tarafından ortaya konulan yaklaşım doğrultusunda yazınsallığın belirleyici özelliklerini nitelendiren “gösterge” kavramını da anmak gerekmektedir. Öncelikle Roman Jakobson’un “yazınsal dil”, Michail Bachtin’in “gösterge ve çok-anlamlılık” ve Bertoldt Brecht’in “yadırgatma” yöntemlerinin yazınsallık kavramının kuramsal belirginleşme sürecine yaptıkları katkılar önem taşımaktadır.
Bu bağlamda Marksçı düşünce geleneğini varoluşçu yaklaşımla bağdaştırmaya çalışan Jean Paul Sartre da anmak gerekmektedir. Varoluşçuluğa göre, “insan özgürlüğe yazgılıdır.” Yirminci yüzyılın bu ayrıksı düşünürü, “Yazın nedir?” adlı yazısında özgürlük ve insancılık idesini özellikle öne çıkarır. Sartre’a göre, “sürekli devrim içerisinde bulunan bir toplumun öznelliği olan yazın, insan(cı)lığın derinliğini ölçen sınır durumlarında dolaşmaktır.” Yapıt ise, “okurun yazınsal yapıtı sonuca ulaştırma özgürlüğüne yapılan çağrıdır.” Özgür ve yaratıcı bir özne olan yazar, yapıtı aracılığıyla yaptığı özgürlük çağrısıyla “demokrasi adına kendisi için de özgürlüğün karşılıklı olarak tanınmasını talep eder.”
Yukarıda kuramsal çerçevesini belirginleştirmeye çalıştığım yazınsal özgürlük kavramı kapsamında bir kez daha vurgulamak isterim: Yazar, yazınsal izlek, motif ya da malzeme seçmede ve bunları yazınsallaştırmada tümüyle özgürdür. Bu özgürlük yazınsal yaratımın olmazsa olmaz önkoşuludur. Dolayısıyla, hiçbir yapıt izleği, konusu ya da biçemi nedeniyle yasaklanamaz; kovuşturmaya uğratılamaz. Yazınsal yapıta ancak okuyucu yaptırım uygulayabilir; o yaptırım da sadece okumama olabilir. Bunun dışında her tavır, hukuk ve uygarlık dışıdır.
Bu gerekçelerle, herhangi bir yazara, konu seçiminden ve konuyu yazınsal söyleme dönüştürme yaklaşımından dolayı sınır koyulamaz, saldırılamaz; çünkü bu anlamda bir saldırı, artık yazınsal üretim sürecinin bir parçası olan eleştiri bağlamında değerlendirilemez. Her türlü saldırı ve baskı ancak kısıtlama, sınırlama, hatta yasaklamaya kapı aralayan politik/ideolojik bir tutum olarak nitelendirilebilir. Çünkü yazınsal eleştiri salt yapıtın yazınsal niteliğiyle, yazınsallık düzeyiyle ilgilidir. Walter Benjamin’in deyişiyle, yazınsal eleştiri, yazınsal yapıtın estetik niteliğini ortaya çıkarma denemesidir.



















