Yaşasın video öykü! (11-uygulama)

Temmuz 3, 2013

Yaşasın video öykü! (11-uygulama)

Video öykü uygulamamızda yayımlanmak üzere “altı” kısa öykü seçtik. Öyküsüyle katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz.

Mine Egbatan

 

Sadık Ökçe | Selin Aydın

Aksi huysuz, kara suratlı köseli bir ayakkabıydım ben. Topuklarımdan çamur, tabanımdan yama eksik olmazdı. Nice misafirler bekledim taşlık evin yoksul kapısında. Eh, tabi artık vakur ve kibirli değilim, bu eve ilk girdiğim günkü gibi. Ne acayip! Saçlarına düşen aklar yıllar geçtikçe benim de üzerime düştü.

Her sabah aynı saatte hazırdım. Kapı açılır, çekçek kalbime sokulur ve günüm başlardı. Ta ki akşam aynı taşlığın önünde bir köşeye bırakılana dek… Islanır büzüşürdüm kimi zaman. Mesela geçen kış iyi soğuk yapmıştı. En çok da o kış şikâyet etti benden. Üşüyormuş. Suç bende mi? Parmakları delik çorap olacak o namussuzun suçu hepsi… En çok o kış üzdük birbirimizi. O söylendikçe daha bir canım acır, soğuktan büzüşürdüm. Hem ben memnun muydum canım günaşırı ıslanmaktan? Ama yine de minnet borçluyum. Her Allahın günü bana yaşamak için bir sebep daha verdi.

Minik pembe patikler topuklu kırmızı ayakkabılarla değiştiğinde bile o benden vazgeçmedi. Hele gelen giden… O ne kalabalık… Hepsi de geniş, şımarık, züppe ökçeler… Ah o bacanak yok mu? Hep üzerimde tepinir. İnadına cilalı köseli ayakkabıları hep üzerimde…

O kara kıştan sonra en çok da lacivert takunyaların kapının en dışına sahipsiz konulduğu gün sövdük birbirimize. Mavi döpiyesin altına giydiği… Baldırları ne güzel görünürdü. O baldırlara sövdü. Ben lacivert ince topuklara… Çabuk bırakıp gittiler bizi. Kalbim söküldü sanki, derilerim soyuldu. Baktım, onun da saçları döküldü. Minik pembe patikleri çıkarıp çıkarıp bakar oldu bizimki son günlerde. Kapının önünde öyle bekleşip duruyorum. Bir ekmek almaya bile razıyım. Çıkmıyor. Sakat da değil üstelik… Büzüşmüş, o sokağa bakan köşede, mavi döpiyesinin altına giydiği lacivert topuklularıyla akşamları eve dönerken onu izlediği, sobaya yakın olan. Birbirimizi seyreder olduk küskün gözlerle. Sanki daha çok bekler olduk, o kapının en dışına konacağımız, misafirlerin bize bakıp “ah vah” çekecekleri günü.

Haklı bir gurur vardı ikimizde de. Ne o vazgeçti, bir günden bir gün bu sobayı yakıp pembe patiklerle lacivert topuklara sarılıp uyumaktan ne ben vazgeçtim her sabah kapı önünde soğuğa karşı nöbet tutmaktan. Artık vakti geldi diyoruz ikimiz de. Ne kışın kemik sızlatan soğuğu, ne ilkbaharın çiçek kokuları, ne yazın bunaltıcı nemi… Artık içimizde ölü bir kuruluk… Derilerim soyuluyor yine. İçimden kara kara kurumlar dökülüyor, bakıyorum o öksürdükçe onun da içinden dökülüyor. Gülümsüyorum. Ne çok birbirimize benziyoruz dostum. Ben seni hep sevgiyle sarmaladım, sen beni hep pembe ayakkabılara daha çok çikolata alabilmek için her yaz yamadın. Küskün değilim dostum. Bana bir ömür verdiğin görevi sevdim. Sadakati tattım. Ben gururlu bir ökçeyim. Saygıdeğer bir ökçe… Tıpkı senin gibi dostum… Sadık bir ökçe…

***

Çıfıt Çarşısı | Aslıhan Kocabal

Keriman’ı alıp geldiğimde ilkbahardı. Durduk yere başlayan bir sağanağa tutulup da binbir zahmetle yaptırdığı gelin başı bozulunca hüngür şakır ağladı. Zaten peşimden gelesi de yoktu. İstiyordu ki evinde otursun, anasıyla tencere tava yıkasın, halı çırpsın, soğan doğrasın. Yüzünde bir “Elin adamına üç öğün yemek mi çıkaracağım, terli türlü atletlerini mi yıkayacağım?” hali vardıysa da tek kelime etmedi. Keriman oldum olası sessiz kadındı. Sükûneti öyle tedirgin ediciydi ki hiç âdetim olmadığı halde bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordum. “Keriman” dedim, “Evde eksik gedik var mı?”. “Yok” dedi. “Yalnız kapının önü çıfıt çarşısı gibi, bir ara mahalleye indiğinde ucuzundan bir ayakkabılık alsan makbule geçer”. “Olur” dedim. Keriman bana ilk kez o zaman gülümsedi. Ben her gün mahalleye indim. Her gün elim kolum sebze, meyve ve ekmek poşetleriyle dolu halde oflaya puflaya eve döndüm. Ayakkabılığı her seferinde unuttum ve Keriman da Osman yürümeyi öğrenene kadar ondan hiç söz etmedi. Lale okula başladığında Keriman, “Mehmet” dedi, “Kapının önü çıfıt çarşısı gibi. Bir ara mahalleye indiğinde ucuzundan bir ayakkabılık alsan”. “Tamam” dedim. Eve döndüğümde elimde yine üç kilo soğan ve iki kilo patatesten gayrisi yoktu. Keriman salatayı limonluyordu.

Osman neden sonra bir gün “Ayşe’yi getireceğim” dedi. “Önce bir tanışın da öyle istemeye gideriz baba. Daha münasip olur”. O sözünü bitirmeden Lale araya girdi. “Okul da haftaya bitiyor. Kerim anneleriyle gelmek istiyor. İşi artık resmiyete dökelim diyoruz baba. Yalnız ondan önce eve bir badana yaptırsak diyorum. Bir de kapının önüne ayakkabılık alsak. Çıfıt çarşısı gibi mübarek… Misafire ayıp olur”. “Tamam” dedim. Eve dönünce sakızlı lokum ve yeni kahve fincanlarını tezgâha bıraktım “Hanım” dedim, “Çocuklar ne çabuk büyüdüler”. Keriman börek açıyordu.

Lale ve Osman bayram ziyaretine geldiler. Emine, Yücel ve Zehra “Dede” diye çığlıklar atarak üzerime çullanınca her birine birer beşlik verdim, şekeri ayrı… Bayram sonu Keriman yorgundu. Hiç âdetim olmadığı halde, bir derdi olup olmadığını sordum. “Yok” dedi, “Azıcık çarpıntım var. Kapının önünü süpürürken yoruldum herhalde. Her yer toz toprak içindeydi. Bir ara ayakkabılık alalım”. “Tamam” dedim. Keriman erişte kesiyordu.

Lale bütün gün gelen gideni ağırladı. Ben koltuğumda oturup Keriman’ı eve getirdiğim o ilk günü düşündüm. Hocaya parasını verip Lale’yi uğurladım. Osman yurtdışında olduğundan cenazeye yetişememişti. Lale kapıdan çıkarken seslendi. “Baba, gel bizde kal. Bu koca evde bir başına ne yer ne içersin?” “Yok” dedim. “Başımı beceririm ben, sen git kızım”. Ağlaya zırlaya gitti. O gece rüyamda Keriman’ı gördüm. Terli türlü atletlerimi çitiledikten sonra tezgâhtaki salatayı limonladı. “Bir ihtiyacın var mı?” diye sordum. “Yok, çok şükür” dedi. “Başımda sen varsın ya.”

Kiracıya anahtarı teslim ettim. Ben bahçeden çıkıp giderken kocasına söyleniyordu kadın. “Allah aşkına şu ayakkabıları da at Süleyman. Öylece bırakmış ihtiyar!  Zaten her yer pislik içinde… Gelirken de ucuzundan bir ayakkabılık al. Kapının önü çıfıt çarşısı mübarek!”

***

Niçin hep denizin altında tutuyorsun beni? | Merve Kültepe

Ağlayarak uyandı. Daha doğrusu uyandığında, gecenin bir yarısı oluyor bu, ağlama isteği vardı içinde. En sevmediği özelliklerinden birisi bu; incindiği şeye biraz uyuduktan sonra duygusal tepki vermesi. Aniden oluyor. Birden uyanıyor ve üzgün buluyor kendini. Tanımsızlar tanımlanıyor sanki bu molalarda ve birdenbire kendini tanımlı bir dünyanın içinde buluyor. Kesif kokulu tanımlar… Sonra uzun koridoru geçip, küçük odaya girerek masa lambasını yaktı ve ağlamaya başladı. Ağlarken de yüzünü kapattı. İnsanın kendinden sakladığı şeylere ayağı takılıyor zaten.

Bir suyun altındaydı rüyasında. Sevdiği her şey ile arasına saydam bir duvar koyan masumane su… Söylemek istedikleri var. Anlaşılma, tanımlı olma arzusu var, her canlıda olduğu gibi onda da. Bunu sadece durarak yapamıyor belli ki. O çok değerli semboller, kelimeler uzun bir “boaaaağ” sesinden öteye geçemiyor. Tek bir sese hapsoldu işte. Sembolsüz, kelimelerin artık tanımlı olmadığı bir dünyanın içinde… Yalnızlık mı, anlaşılma arzusu mu, onu böylesine etkileyen şey, emin değil.

Ona bu rüyayı gördüren, muhtemelen bugün yaşadığı tartışmada anlaşılmadığını düşünmesi olmuştu. Ama yine de tuhaf bir ayma noktası mevcut uyku aralarında. Metaforlar hâlâ canlı, pencereler hâlâ açıkken ve hissederken esintisini zihnin aydınlık ve karanlık yüzünün.

Şimdiye kadar pek çok şeyden korkmadı kız. Çünkü bağ kuramadı insanlarla, tek bir adam dışında. Tek korkusu ise bir gün o tek bağlandığı şeyi kaybetmek. Kayıp kelimesi, ölmüş yavru bir serçenin başında bekleyen iki yetişkin serçe olarak imgeleniyor zihninde. Şimdiye kadar tüm bu ayrılık korkusu, belki yalnızca bir serçenin naifliğinde yaşanmıştı. Sevdiğine ulaşabilir olma tutkusu, özlemek zorunda kalmama…

Oysa şimdi, nedir bu sonsuzluk tutkusu, diye düşünüyor. Hayatı çok da yakalayamamış hatta bir türlü sevememiş olduğunu düşünerek, bu uyumsuzluğa gülüyor. Nedir bu süreklilik arzusu? Hele ki bilirken en sonunda hepimiz birbirimizi terk edeceğiz, şimdi yan yana duran ayakkabılarımız bile bir gün birbirini terk edecek. Ve sürüklenecek bir yağmur suyunun yarattığı mütevazı birikintide kendi başına. Öyleyken, nedir bu sonsuzluk tutkusu?

***

Gak | Alper Abca

Yazın bahçedeki bostanına dadanırdım, güzün başında cevizine. İçten içe kızardı elbet ama görmezden gelirdi hep, fark ederdim. İyi adamdır, insanlar da öyle derler. Kötü konuşanını da duydum arkasından ama o konuşanların var elbet bir hazımsızlıkları, foyalarını ortaya çıkarsam Fizan’a kaçarlar.

Tüylerime yakındı saçının siyahı, gürdü. Eve ekmekle tuz taşırken izlerdim sundurmanın üzerinden. Filenin eline yaptığı izler evin yolu gibiydi. Severdi karısını, evden çıkarken her sabah öperdi yanaklarından, belli ki karısı da severdi onu.

Oğlan doğduğunda eve bir koşuşu vardı, bizimkiler güler haline. Tek senin mi çocuğun oldu bu dünyada, o ne öyle! Haşarı oldu oğlan, az koşmadı peşimden çığlıklar atarak, güya beni korkutuyor boyuna bakmadan, ah diyordum babanın hatırı olmasa çalardım bütün sarı leblebilerini koynundan.

Pembe yanaklarını öpmeye doyamazdım kızın, yumuşak dudaklarım olsa. Gül yaprağı mı kaynatıp içtin, zemzemle mi yıkandın gebelikte a hanım, nasıl böyle melaike yüzlü oldu bu kız? Beni gördü mü korkmazdı hiç, korkutmaya da kalkmazdı. Küçük ellerini açar gel gel derdi, okulda öğretilen aptal tekerleme hiç umurunda değildi belli ki. Uzanamadığı dallardan kayısı koparır atardım ona, ağaçtan düştü zanneder, en olgun kayısı dünyanın en değerli şeyiymişçesine sevinçlenirdi.

Ben uçtukça onlar büyüdüler,  güzel gelin oldu gül yanaklı melaike, oğlan da çakı gibi damattı hani. Baba evine ziyarete gelirlerdi sık sık, sonraları daha kalabalık gelmeye başladılar sıklığı azalsa da. Saçları tüylerim gibi değildi artık, kırlaşmıştı, filenin elinde yaptığı iz artık evin yolundan ziyade yüzündeki çizgileri andırıyordu, belli belirsiz, yönsüz… Nadiren geliyorlardı oğlanla kız, belli ki uzak yerlerde farklı bir göğe bakıyorlardı.

Bir sabah kapının önündeki ayakkabılar çekti dikkatimi. Bu kadar kalabalık olmazdı evi. Anladım ki topraklaydı işi, her sabah öptüğü emanetini teslim edecekti. Havadan eşlik ettim, o bilmiyordu tabi, ama biri öldüğü zaman tüm doğa paylaşır matemi, neden karadır toprak sanıyorsun?

Geceleri bir tek ben duyuyordum iç çekişlerini, o kimse duymuyor sansa da. Her zaman duyan birisi vardır iç çekişlerini. Gider dertleşirdim istese, insan olmak mı lazım paylaşmak için yalnızlığı ille de? Hani nerede o insanlar ya? Anlatırdım bir bir yukarıdan gördüklerimi, sen de bana yukarıya bakınca neler gördüğünü anlatırdın. Farklı gözlerden aynı hayatlar… Dinlemeye değerdi bence, hazır ikimiz de yalnızken şimdi.

***

Değişen İklimler | Selma Harnupçu

Akşam, öyle çağrıştırıyor ki seni… Bundan mıdır, bu vakitlerde çöreklenen yalnızlığımın tam da orta yerinde buluyor olmam seni? Güneşin battığı o uzak noktadan çıkıp gelecekmişsin gibi hemen balkona atıyorum kendimi boş bir çabayla… Biliyorum çünkü yokluğunda batan binlerce güneş yetmeyecek seni getirmeye. Oysa daha birkaç ay önce, tam da günün bu demlerinde, gök kubbenin altın saçlarını yansıtan bir ayna oluverirdi gözlerin. O bir çift göz nasıl da sustururmuş bu çıldırtıcı sessizliği ve nasıl da kalabalığa dönüşürmüş bu karanlık yalnızlık seninle… Gözlerimi açtığımda sen, yemek masasında sen, dilimin ucunda adın vardı hep. Düşün işte şimdi sensizliği! Bütün satırların sonunda “yok”luk…

Ah, sevgilim! Çiçeklerinin boyun büktüğünü fark ettim bugün. Her gün su veriyorum ama onlar da benim gibi, ruhlarına yaşam verecek kaynağı sende buluyor olmalı. Şimdi bir an gelebilecek olsan buraya, çocukları sorardın herhalde annelik içgüdüsüyle. İyi olduklarını biliyorum. Lakin senden sonra onların sevgisine ihtiyacım arttıkça, meşguliyetler zinciri o derece uzaklaştırdı onları benden. Hayatın baharında böyledir, bilirsin. Ölümü en uzak bulduğumuz zamanlar olduğu halde, hep acele edilir, hep pürtelaş kovalanır hayat. Yaşlılıkta öyle mi oysa? Sona en yakın olduğumuzu düşünmemize rağmen şaşırtıcı derecede yavaşlar her şey. Onca yıllık çalışmanın, didinmenin sonunda, hayattaki tek kazancın ailen olduğunu öğrenirsin. Sonra o ailenin parçaları kendi ailelerini kurarlar ve o kalabalık aileden geriye eşin kalır. Buraya kadar hiç şikâyet etmedim ben. Ta ki gözlerini sonsuzluğa kaptırdığım ana kadar… Bundan da acısı, seni sert rüzgârlara emanet o karanlık kuyuda bırakıp eve dönmekti. Evde büyük bir kalabalık oluşmuştu fakat ben anlıyordum ki artık yapayalnızdım. Herkes sabır dileyip duruyordu. Neye sabredecektim? Gitmeler, dönüş umudu varsa sabırla karşılanırdı. İçimden haykırıp duruyordum onlara. Anlatamıyordum kendime işte, sükûnetin olmadığı bir yerde haykırışlar faydasızdır. Sonra öyle bir an geldi ki herkes gitmiş; ruhumun avunma ihtiyacı hissettiği an…

Bazen ne diyorum, biliyor musun? Keşke güzel anları hafızamıza yerleştirdiğimiz gibi kokuları da hapsedebilsek. Korkuyorum, sabah rüzgârı bir gün senin kokunu almadan çıkıp gelecek diye.

***

… | Pınar Dönmez

Son çay bardağını tepsiden masaya koyduğu anda, “Anne… Biz gidiyoruz. Göçüyoruz. Erkanlar da geliyor” dedi kızı. Erkek kardeşinin eline yapışmıştı. İtiraz bekler gibiydi. Biraz yüksek çıkmıştı sesi de. Baktı masanın başında oturanlara. Altı çift göz bebeği onun yüzüne kilitlenmişti.

Nefesini tuttu. Akşamın başından beri bekliyordu zaten.  Hatta sabahtan beri… Tepsiyi göğsüne bastırdı.  Sıkı sıkı kucaklayıp odadan çıktı. Mutfağa doğru yönelmişken vazgeçti.  Sokak kapısını açtı. Çıktı bahçeye. İşte tam orda kesildi dizlerinin bağı. Çömeldi duvarın dibine. Hâlâ tepsiye sıkı sıkı sarılıyordu. Farkında değildi.

“Bunlar ağabey kardeş bayramdan bayrama bir araya gelmeyi zor başarmışlar. Ne var da bugün ikisi de ayrı ayrı aradılar. Akşam sendeyiz dediler. Var bunun altında bir şey. Dur bakalım hayırlısı” demişti Ethem’e sabah telefonu kapatırken. Ethem, “Ne fesat kadınsın. Çocuklar ziyarete gelir. Altında bir şey var. Gelmez. Altında bir şey var”  diye sinirlenmişti hafiften. Sonra “Ben çıkıyorum kahveye. Eksik bir şey var mı? Getireyim gelirken” deyip kapıyı çekivermişti. Sokak kapısının örtüldüğünü mutfağa girdiğinde duydu. Arkasından “Yok bir eksik” diye seslendi suratını asarak.

Kolayı buydu Ethem için. Kapıyı çekiverip çıkmak… Hayatın üzerine perde gibi kapıyı örtüvermek… Acılardan, kavgalardan, yokluktan ve eksikliklerden kaçmanın yolu buydu. Tartıştığı kızdığı asla duyulmazdı. Bir bakarlardı Ethem odada yok. Kapıya bakarlardı. Ayakkabıları yok. Ethem evde bile yok. Giyiverdiği gibi çıkardı evden.

“Zayıf adam. Zayıf” diye homurdandı buzdolabını açarken. Nasıl da ayrı düşürüyordu insanları yaşam kavgası… Ekmek kavgası… Tanıştıklarında suskun olan kendisiydi. Ethem alıştırmıştı onu konuşmaya. Bir tek onunla uzun uzun tartışır, fikir ayrılıklarını konuşur. Orta ya da ortak yolu buluverirlerdi. Yenemeyecekleri zorluk yokmuş gibi gelmişti. Böyle evlenmişlerdi.

Karı koca olarak eve ilk girişlerini anımsadı.  Biraz tedirgin, biraz şaşkın, çok heyecanlı… O zaman da eskiydi ev ama şimdi kendisi gibi iyice yaşlanmıştı. Duvarlar yıllarca kat kat boyanmaktan inceli kalınlı çatlaklar kabarıklıklarla dolmuştu. İlk yıllarda hep bir heves… Güzel heyecanlar… Kızları doğduğunda hele… Umutlu gelecek hayalleri ile doluydu ev ve yürekleri. Ama zaman içinde, oğulları doğup çocuklar okul yaşları gelip istekleri ihtiyaçları arttıkça yoksulluğun gözü kör olsun, Ethem giderek sessizleşmiş, içine kapanmıştı.

Güç bela büyütmüş evlendirmişlerdi ikisini de. Yalnız kalmışlardı evde. Bir ümit kıpırdanmıştı içinde. Şimdi eskisi gibi gene konuşur tartışırız diye. Kim bilir yeniden arkadaş oluruz birbirimize diye. Ama yaşam boyu başarısızlığının tanığı olarak gördüğü kadınla Ethem’in artık paylaşacak sözü kalmamıştı. Sessiz ve içine kapalı yaşıyordu. Emanet gibiydi.

Göçüyorlarmış. Haklılar tabii. Ama biz… Ne yapacağız? Nasıl yaşayacağız? Ne çok özleyeceğiz? Canı yanıyordu. “Canım yanıyor. Bağrım” diye çöküp kaldığı yerde sallanıyordu. Sonra içerden gelen sesleri fark etti. Seslere sinmiş korkuyu, paniği fark etti.

Koşarak girdi içeriye odaya. Ethem oturduğu yerde, gözleri kapalı, yüzü bembeyaz… Oğlu telefonda evin adresini veriyor sesi boğula boğula. Kızı, “babam” deyip duruyor elinde babasının eli. Torunlar annelerine sokulmuş, hiç ses çıkarmıyor. En küçük, yüzünü gömmüş annesinin göbeğine.

“Ethem” dedi. Bağırmak istedi ama fısıldadı sadece. “İlk defa ben çıkmıştım evden be Ethem. İlk defa ben çıkmıştım.” Ona mı öyle geldi yoksa gerçekten gülümsedi mi Ethem? Kapının önünde bir hareket oldu. “Hasta bu evde mi?” diye soruyordu ambulans görevlisi.

edebiyathaber.net (3 Temmuz 2013)

Yorum yapın