Bir bakışı solduran zaman (13): Noktürnler (I) | Feridun Andaç

Temmuz 7, 2020

Bir bakışı solduran zaman (13): Noktürnler (I) | Feridun Andaç

1./ geçişsizlik

Sözü taşıdığınız yerden bakıyorum size. Değişken bir duruşla yol alınan zamanınıza. Oradaki hızın sarsalayan yanlarına… Ama bizi çağıran düşüncenin, dahası mekânın yolcusu olmak gene de anlamlıdır. Bir yerden bir yere giderken taşıdığımız heyecan/kaygı, biraz da merak bizim yolculuk halimizi de tanımlamaz mı? Geçişsizlik dediğim de budur biraz! Bekleyişler, kaygılar, yeniden yaşamaların eşiğinde duruşlar…

2./ Bachmann’ın anlattığı

Size söz etmedim sanırım Ingeborgh Bacmann’dan! Siz şimdi onun kentindesiniz. Bense, yazdıklarınıza dönerken, yaralı aşkının yansılarını içeren Kalp Zamanı adı verilen mektuplarını okuyorum. Okuyorum da denmez buna, duygu içimi..ara ara gelen, beni durgun bir zamanın eleğinden geçiren bakışla başka göklere çıkaran her bir metni yaşarcasına adımlarım Viyana sokaklarını. Hava yağmurludur, ıssızdır yollar. Bir kahve kokusuna giderim, unutuşun dilini hatırlatan her şey o kentte beni sarmalar. Dilsiz bir çağı yaşarım anlayacağınız. Ve eminim ki, karşıma çıkar bir kez daha Paul Celan’ın sızısını dillendirdiği, Bachmann’ın da “vahlanarak” neden bu şiiri (“Corona”) kendisinden önce başka birinin okuduğunu dillendirdiği satırları arar bakışlarım.

Size bu şiiri burada aktarmak isterim.

Sonbahar, avucumdan yemekte yaprağını: biz dostuz.

Badem kabuklarından soyup zamanı, ona gitmeyi

öğretiyoruz:

Zaman kabuğuna dönüyor.

İhtimal hava gene yağmurludur, siz bir cafede oturmuşsunuzdur, kahvenizi yudumlayarak okumanızı; sonra da çıkıp bir kitapçı arayışına düşmenizi hayal ediyorum! Hatta, belki de Bachmann ile Celan’ı da merak ederek yol alıyorsunuzdur!

3./ okurken hatırlamak

Pusarık bir hava. Gazete yazımı yazdım. Birazdan dışarı çıkıp arabayla gezineceğim! Oysa yürümek isterdim. Ama böylesi soğuk yağmurlu havalarda yeşile doğru araçla gitmek…ki, yolumun ucunu Şile’ye kadar vardırmak düşüncesindeyim…Küçük bir kahve bulup oradan Karadeniz’in seyrinde okumak, yazmak istiyorum. Biliyorum ki, bu mevsimde Şile sessizdir, insanları içdenizlerindedir. Ama esnafının o kendilik halidir beni daha çok çeken, bir de mekânlarının sessizliği. Hatta bırakılmışlığı…

4./ yazmak, düşünmektir

Bilmem nereden çıktı bu. Birden imgeniz geldi gözümün önünü. Siyahın size yakışan halindeki gülüşünüz..Ve gözleriniz..derin, anlamlı, taşıyıcı gelmişti o gün. Sonra gitmeyi seven haliniz, devinen biri olmanız, diller arası yolculuğunuz; o gün, I’ve Loved You So Long filmi üzerine getirdiğiniz yorum, benim acı üzerine söylediklerimi farklı bir açıdan zenginleştiren bakışınız hoşuma gitmişti. Nedir bu diye de sormadan size yazmanın başında buldum kendimi. Ve bugün de, yola çıkmadan önce, bir defter açıp, Şile’den size yazacaklarım için ilk cümleleri kaydettim:

Beni devindiren, belleğimi yeni yolculuklara çıkaran bir imgenin çağırdığı yere dönüyorum yüzümü. Yeni sözcüklere, yeni anlamlara, yeni sözlere doğru yol almanın yolcusu kıldım kendimi.

Yanımda okumak için ne mi var? Benim yazarım/düşünürüm Pontalis, onun Günlerin Kıyısında’sı; bir de (hadi sizi şaşırtayım) Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi ve Nabokov’dan Saydam Şeyler. Böylesi havalarda roman okumaya, hele hele klasik bir romanı severim. Dickens ise beni çocukluk, yeni yetme  günlerime döndürür hep. Çok şey öğrenmişimdir onun romancılığından. Annem terziydi, onun bir arkadaşı vardı, kadın hep Dickens okurdu. İstanbul’dan gelmişlerdi, eşi orduda yüzbaşıydı. Hülya Koçyiğit’i andırırdı. Çok monden biriydi. Ortaokuldaydım, kadının roman okumasına âşıktım galiba! Bana da kitaplar veriyordu okumam için. Ben de okuma oburuydum adeta! Eşi nöbette olduğu akşamlar onda kalırdım, yalnızdı, çocuğu yoktu, “korkmasın” diye; evlerimiz karşı karşıyaydı. Ama bir zaman sonra onu eşinden kıskanmaya başladığımı anlayınca, galiba aşkın keşfine de yolculuğa çıkmıştım. Bunu bir denememde anlatmıştım. Şimdi hatırlıyorum, Lawrence’ın Lady Chatterley’in Sevgilisi’ni de o okutmuştu bana…sonra da..evet sonra da erkence bir keşif yolculuğu başlamıştı… 

5./ giderken…

Yola çıkarken havanın puslu, karanlık oluşu gözümde Şile’ye uzayan yolu daha da uzattı. Vazgeçtim gitmekten. Dönüşüm karanlığa kalacaktı, o havada, zifiri karanlıkta araba kullanmayı da sevmiyordum.

Gene de bir mekân arayışındaydı bakışlarım.

Ara günlerde, Taşdelen-Beykoz arası kimselerin uğramadığı yerlerden geçtim. Küçük köyler adım adım  semtlere dönüşüyordu. Yeni açılan yollar, binalar, siteler… Kuşatılan İstanbul’un başka bir yüzü vardı buralarda.

Pontalis’le baş başa kalabileceğim bir kır kahvesi… yanan bir odun sobası, kirli masalar, buğulu camlar… Önce bir örtü seriliyor, ardından camların buğusu alınıyor. Bana, buraya hemen uyum sağlamak kalıyor.

Size yazmak için açtığım defteri Dickens, Pontalis defterlerinin yanından çekip alıyorum.

“Küçük parıltılar” ya da “parıltılı parçacıklar” demeyi düşünmüştüm ilkten “noktürn” yerine… Çünkü öylesine içimden  geldikçe, hatırladıkça, çağrışımlara döndükçe yazacaktım size.

6./ zaman dönüştürür

İnsanın iki yüzünü düşündüm Pontalis’i okurken.

Yazarken, aslında, varolmayan(lar)a doğru yolculuk yapmaz mıyız?

Bir imge tutamacı belleğimizde yer etse de; olmayanı anlatırız çoğunlukla. Görülmeyen, hatırlanan ya da düşlenen… Ötede duran, gerçekliği kendi imgelemimizde yeniden tasarlanan… Şimdi, burada, demlikle gelen çayın buğusunu açınca, bir anda, yüzünüzü hatırlamaya çalıştım. Şu an yoksunuz, başka bir yerde, Viyana’da bambaşka bir mekândasınız; ve ben sizin imgenizi düşünerek yazıyorum. Önce hatırlananın ses olduğunu bilerek, sesinizin çağrışımındayım. Sonra, gözlerinizden yansıyan ışık renk alaşımında sesinizin tınısının taşıdığı anlamla söylediklerinizi hatırlıyorum birden. Karşınızdakini ikna edercesine güven verici konuşmanızı bir başka dile çevirmek istiyorum nedense. Hangi dilin bu konuşma ahengine iyi gelebileceğini düşünüyorum nedense. Sizi konuşturacak bir metin yazarsam, en çok kullandığınız sözcüklerin neler olabileceğini ayrımlamaya çalışıyorum bir de! Ama, gene de, en çok sesiniz, sesiniz yaratıyor sizin imgenizi..

7./ boşlukta ve sessizlikte

Buradaki o zamanı seviyorum nedense: sessizlik ve boşluk zamanı… öte, şu an Viyana’da, Bachmann’ın yurdunda gezinirken siz; onun Malina’sından ezberimdeki bir cümleyi hatırlamaya çalışıyorum: Acının bilincine ilk varış.

Bir yanıyla ağulu bir yapıt Malina. Üç insanın gezinip dönüştüğü duygu kıvrımlarından dönüşerek nasıl yoğun yaşadıklarının öyküsü bir yanıyla…Öte yanını siz sormayın! Aslında, döndüğünüzde, belki de bunu karşılıklı okuyarak anlamak/anlatmak gerek. Bir farklı okuma yolculuğuna çıkarak üstelik. Ama, siz iyi bakın sokaklarına, caddelerine Viyana’nın. Çünkü, dönünce Bachmann’ı okumaya, oralara çok döneceksinizdir… 

8./ sizin yağmurunuz

Geçen gittiğinizdeki gibi, havanın pusarıklığına denk geldiniz. Orada ve burada da benzer havada olmak… Size ilkin 16 Kasım’da yazmışım. Bachman ve Celan’dan söz etmişim. Aslında bugün yazarken de aklıma Benjamin gelmişti. Sonra Zweig, Musil, Hermann Broch, Canetti ve tabii ki Thomas Bernhard tabii ki… Edebiyat ve müzik bu kenti tanımlıyor gibi. Artık bu yanlarını siz yazınca okuyacağız.

Bernhard’ı sizin için okumaya başladım bile: Bitik Adam ve Ödüllerim kitaplarında yol alıyorum. Kötücül gelir bana Bernhard. Geçmişinden taşıdığı kırılmalarını isyana/öfkeye dönüştürerek yazmasını beğenirim ama. İlle de her yazarın sizin yazarınız olması da gerekmiyor. Onun Avusturya’ya sığ(a)mayışı, çatışması da bir yaradır; tıpkı doğumu ve hiçliği gibi.  Bitik bir zamanın dilini kurması ilginçtir ama.

Sanırım, Orta Avrupalı yazarların en açık zihinlisi gene de Canetti’dir. Zweig’dan devraldığı mirasın taşıyıcılığı yapar. Bernhard artık sondur, bir geçiştir yeraltına. Örneğin Musil ise, derin bir Orta Avrupa yarılmasından söz eder Niteliksiz Adam’da. Dahası, bunun insan ruhuna sinen yanlarını gösterir. Her şey insandır. Ama onun nasıl hiçleştirdiğimizi yazar bu saydıklarım.

Bugünün Viyanası… Orta Avrupa’nın bu kadim kentleri soylu bir ruhun simgesi olarak halen ayakta değil mi? Özellikle mimari doku…sanırım mimarlığın önemini daha bir kavratır bize bu kentler…Fransız mimar/düşünür/yazar/ressam (bir bakıma her şey) La Corbusier bu anlamda benim için hep uyarıcı/öğretici/yönlendirici olmuştur. Onun şu sözünü size aktarmak isterim:

“Her zaman, gördüğünü söylemesi gerekir insanın, ve özellikle de her zaman-ki bu daha zor- gördüğünü görmesi.”

Hadi bakalım şimdi de  “gördüğünü görme”yi bize anlatın biraz.

Ben, şimdilerde “içgörme” ile ilgiliyim; sizse oralara vardığınıza göre; Viyana’nın dışgörme’lerine göz ucuyla da olsa bakıp geçiyorsunuzdur eminim!

Hoş geldiniz kentinize.

Bu biraz karşılama havasında oldu ama, madem ki birazdan da sıcak şarapla geceyi karşılayacaksınız; benim de Novalis’ten Geceye Kasideler’ine dönmem en iyisi. Ve size yeni yazacaklarımın arasına şunu katacağım : “Gece Gecedir”. Yağmurunuza taşıyın beni; size bakan gözlerimi, ellerimi bir de; kirpiklerinize dokunsun usul usul, dökülsün elemin ışığı oradan, yağsın duygu selintileri bir baştan bir başa Tuna’ya; ve Tuna’nın gözleri olsun size bakan gözlerim.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (7 Temmuz 2020)

Yorum yapın