Yazar ve yapıt nasıl tanımlanabilir? (I) | Prof. Dr. Onur Bilge Kula

Nisan 29, 2015

Yazar ve yapıt nasıl tanımlanabilir? (I) | Prof. Dr. Onur Bilge Kula

onur-bilge-kula‘Söylem çözümlemesi’ kuramıyla da ünlenen yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden olan Michel Foucault’nun (1926-1984) değerlendirimi uyarınca, metinler, yazarın ereğine göre değil, konulaştırma veya serimleme tarzına göre çözümlenir. Söylemi, benzer biçimlenim dizgesini oluşturan sözceler toplamı olarak tanımlayan Foucault, söylem kavramını ve söylem çözümlemesi yöntemini, kurgusal/yazınsal metinlerin yazarlarına da uyarlar. Böylece yazarı, söylemi oluşturan bir öğe olarak belirler.

Foucault’ya göre, yazar söylemin bir öğesi, yapıt ise söylemdir

Foucault, yazar veya yazarlık ile ilgili tartışmada koşun/kanon oluşturucu “Yazar Nedir?”[1] adlı irdelemesinde adını anmaksızın Roland Barthes’ın bir önceki yazıda irdelediğim ‘Yazarın Ölümü’nde geliştirdiği görüşleri eleştirir. Foucault’ya göre, önemli olan yazarın yok olmasını değil, yazarın metinde işlevlileştiği “boşlukları” belirlemektir. Yazar adının “işlevlileşme tarzları” şu açılardan belirlenebilir:

‘Yazar adı’, “ne belirlenmiş bir betimleme, ne de alışılmış bir özel ad” olarak ele alınabilir.

‘Edinme ilişkisi’: Yazar bu açıdan “tam olarak ne metinlerinin sahibidir; ne de metinlerinden sorumludur.” Yazar, metinlerinin “ne üreticisi, ne de bulucusudur.” Bu kapsamda öne çıkan soru şudur: Bir yapıttan söz etmeye izin veren “‘speech act’ (söz eylemi) nasıl yapılandırılmıştır?” Söz ediminin ya da metnin, Foucault için ‘söylem’ olduğu açıktır.

‘Atfetme/mal etm ilişkisi’: Yazar elbette “yazılanın veya söylenilenin kendisine atfedildiği/mal edildiği kişidir.” Fakat mal etme, “karmaşık, kritik işlemlerin sonucudur.” Buna “yapıtın güvensizlikleri/belirsizlikleri” de denilebilir.

‘Yazarın kitaptaki konumu’: “Araya sıkıştırmalar, önsözlerin işlevleri, yazanın/yazıcının, konuşucunun, tanınan kişinin, anı yazanın yanıltıcı imgeleri”, yazarın kitaptaki konumunu açıklar. Ayrıca, “çeşitli söylem tiplerinde”, örneğin, felsefi söylemde yazarın konumu, söylemsel bir alanda “bu nedir, bir uzmanlık dalının kurucusu mudur? ‘… e geri dönüş’, bir konuşma alanının dönüştürümünün belirleyici anı mıdır?” gibi sorular, yazarın konumu bakımından önemlidir.

“Yazar nedir sorusunu”, yukarıda belirlediği dört noktadan yola çıkarak açımlayan Foucault, metni “yapıt ve yazar” gibi birimlere bölmeksizin, “söz(cük) yığınlarını, söylem katmanlarını” irdeler. Düşünür, “doğa tarihini”, “zenginliği” veya “politik ekonomiyi” tümellikleri çözümler. Söz konusu çözümleme, Buffon ya da Marx gibi yazarları ve yapıtları, diyesi, tikellikleri temel almaz, “tinsel bireyliklerin soyağacını” çıkarmayı amaçlamaz. Böyle olunca da ne yazar, ne de yazarın yapıtının tümü yeterince serimlenemez. Foucault, öz anlatımıyla, yazarları veya onların “ne söylediğini” betimlemek yerine, “belli sayıda kavramlar ve kuramsal birimlerle oluşturdukları kuralları”, bir başka deyişle, “belli söylemsel edimlerin işlev koşullarını”, diyesi, söylemi-söylemselliği kuran kuralları bulgulamaya çalışır.

Bu düşünüre göre, önemli olan, yazar adının “kullanıldığı tarzı”, doğa tarihi ve politik ekonomi gibi “büyük söylemsel birimlerin konumunu” tanımlamaktır; bu söylemsel birimlerin “hangi yöntemle ve hangi araçlarla bulanabileceği, bölümlenebileceği, çözümlenebileceğini” belirlemektir. Görüleceği üzere, Foucault yazar ve yapıt gibi tikel kavramları, söylem(sellik) oluşturucu tarz, kural ve işlev açısından belirler. Onun için yazar, söylem kurucu, yapıt ise, söylemdir.

Fuocault’nun belirlemesiyle, ‘yazar’ kavramı, bilim ve edebiyat tarihinde “bireyselleştirme” ediminin temel dayanağıdır. Bireysel tikelleştirme her zaman yazar ve yapıt üzerinden gerçekleştirilir. ‘Yazar-kişinin’ çözümlemesini bir yana bırakan Foucault, şu soruları öne çıkarır:

Yazar, bir kültürde nasıl bireyleşmiştir?

Yazara nasıl bir konum verilmiştir?

Ne zamandan beri özgünlük kavramı araştırılmaktadır?

Yazar, hangi değer dizgesine sokulmuştur?

Kahramanların değil, yazarların yaşamını anlatma ne zaman başlamıştır?

Eleştirinin temel ulamı olan ‘insan ve yapıt’ nasıl oluşmuştur?

Yukarıdaki soruların temel özelliği, tarz, konum, değer dizgesi ve işlevselleştirme ve yazar-yapıt kavram çiftine ilişkin önemli ulamların sorgulanması eğilimidir.

Metin-yazar ilintisinden çok, bir metnin “dışsal olan ve kendisini önceleyen” figüre gönderme yapma tarzını öne çıkaran Foucault, yukarıdaki soruların olası yanıtlarını Beckett’in “Kimin konuştuğu, kimi ilgilendirir” sözünden yola çıkarak belirginleştirir. Düşünüre göre, bu aldırmazlık anlatımında yazmanın “etik ilkeleri” somutlaşmaktadır; çünkü bu söz, yazma ve konuşmanın tarzını değil, sürekli ele alınan “içkin bir kuralın tarzını”, yazmayı “bir sonuç olarak değil, bir edim olarak” niteleyen bir ilkeyi anlatmaktadır.

Yazma, bugün “anlatım temasından kurtulmuş ve kendisiyle ilişkilenmiştir.” Yazma artık “içselliğin bir biçimi” değildir ve “kendi açımlanmış dışsallığı” ile özdeşleşmektedir. Bir başka anlatımla; yazma, “anlamlandırılan içeriğine” değil, “anlamlı olanın özüne” yönelen bir “gösterge oyunu” olarak tanımlanabilir. Yazmanın kuralı kendi “sınırları” temel alınarak denenebilir; yazma, “sınırları aşar”; oynadığı bu kuralı “ters çevirir.” Yazma, aynı kendi kurallarını aşan ve böylece dışa vuran bir oyun gibi gelişir. Yazmada bir “malzemenin” sabitleşmesi söz konusu değildir. Söz konusu olan, yazan öznenin “sürekli yeniden yitip gittiği bir uzamın açılmasıdır.” Bu belirlemeler, yazan bireyin değil, onun ürünü olmasına karşın, ondan bağımsızlaştırılan yazma ediminin ve bu edimin bir sonucu olan yazıda somutlaşan söylemin öne çıkarıldığını açıkça göstermektedir. Foucault’nun bu tavrı, Marx‘ın “yabancılaştırım” kuramında eleştirdiği işçinin emeğin ürününden yabancılaştırılmasını çağrıştırmaktadır.

Yazıyı, söylemi kısacası ‘yapı’yı, üreteninden soyutlama eğilimi taşıyan Foucault’ya göre, yazar, oluşturduğu metinlerden “yaratıcı söylemler” üretilen bir kişidir. Lucien Goldmann‘ın deyişiyle, yapılar sokağa çıkmaz; insan sokağa çıkar, diyesi, siyasal-toplumsal-kültürel-sanatsal yaşama müdahale eder, tarihi biçimler.

Yazma ile ölüm arasında nasıl bir ilişki vardır?

Yazma “ölümle akrabadır.” Bu bağlantı, Foucault’nun açımlamasıyla, “binlerce yıldan” beri süregelen bir temayı ters yüz etmektedir. Yunan anlatısı veya destanının görevi, “kahramanın ölümsüzlüğünü ebedileştirmekti.” Kahraman, genç ölmek istediğinde, “ölümle yükselen yaşamı ölümsüzleştirilirdi.” Anlatı veya öykü, ölümün yerine geçerdi. Bu özellik, diyesi, ‘ölmeme’, Arap anlatısında da görülür. Örneğin, Bin Bir Gece Masalları’nda olduğu gibi, “ölümden sakınmak için” şafak sökümüne değin anlatılır. Şehrazat öyküsünde de “ölümü, yaşam alanından” uzak tutmak için uğraşılır.

“Ölümün önüne geçmek için”, anlatma/öyküleme ve yazma teması, Batı kültüründe bir “metamorfoz” geçirmiştir. Batı kültüründe yazma bugün “kurbana, yaşamın kurbanına” ilişkindir; “bizzat yazarın yaşamında gerçekleştiği için” kitaplarda betimlenmemesi gereken “gönüllü kökünü kazımaya” bağlıdır. “Ölümsüzleştirmek” ile görevli olan ‘yapıt’ böylece “öldürme”, yazarını “katletme” hakkını elde etmiştir. Yazma, tarihsel süreçte yaşamdan ölüme doğru evrilmiştir. Bu bağlamda Flaubert, Proust ve Kafka düşünülebilir.

Foucault’nun anlatımı uyarınca, yazma ve ölüm arasındaki ilişki, yazan öznenin “bireysel özelliklerini belirsizleştirmekte” de ortaya çıkar. Yazan özne, kendisiyle “yazdığı şey” arasında kurduğu engellerin yardımıyla “öz bireyselliğinin bütün belirtilerini” görülmezleştirir. Bu bağlamda yazarın kesin belirtisi, “kendi yokluğunun bir-kezliğidir.” Yazan özne, “yazma oyununda ölünün rolünü” üstlenmek zorundadır. Bir başka anlatımla, yazmak, artık ölmek demektir.

Yapıt-yazar ilişkisi nasıl açıklanabilir?

Fuocault’ya göre, bugün yazarın “ayrıcalığının” yerini alan bir dizi kavram, yazarın ölümü anlatımının yerleşmesini önlemektedir. Bu kavramların başında ‘yapıt’ kavramı gelmektedir. Yapıt ve eleştiri ilişkisi çoğu kez şöyle belirlenir: Eleştirinin ‘tikel yönü’, “yapıt ile yazar arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmada veya metinlerin yardımıyla düşünme ve deneyimi yeniden oluşturmada” aranmamalıdır. Eleştiri daha çok yapıtı “kendi yapısı içinde, içsel biçimi ve içsel ilişkilerinin etkileşimi içinde” çözümlemelidir. Söylem çözümlemesini temel alan düşünürün bu öne-sürümü, edebiyat kuramında ‘yapıta içkinlik’ yöntemi diye adlandırılır.

Foucault yapıt kavramına ilişkin sorularını sürdürür: “Yapıt nedir?” Yapıt diye nitelendirilen “bu komik birim/teklik nedir?” Yapıt “hangi öğelerden oluşur?” Yazar denilen kişinin “yazdığı şey değil midir?” Eğer yazar “bir birey olmasa, onun yazdığı ve söylediği şey, ‘yapıt’ olarak” adlandırılabilir mi? Örneğin, Sade “yazar olmasa, tutuklu bulunduğu sırada çılgınlıklarını açımladığı kâğıtlar” nasıl adlandırılırdı? Yazar olarak görülen birinin geride bıraktığı şeyler, “yapıtının bir parçası” mıdır?

Friedrich NietzscheBu sorular kapsamında Nietzsche‘yi anan Foucault, bu filozofa ait yazıların tümünü yayımlamak gerekir mi, diye sorar ve ekler: Elbette “tümü yayımlanmalıdır“; ancak bu “tümü” ne demektir? Nietzsche’nin “bizzat kendisinin yayımladığı şeylerin tümü” anlaşılabilir; bu olağan sayılmalıdır. Öte yandan, onun “yapıt tasarımları” da elbette bu kapsama girer. Peki, Nietzsche’nin aforizmalarla dolu “not defterindeki bir bağıntı, bir randevu notu, bir adres, bir temizlikçi faturası”, yapıt mıdır? Bir kimsenin “ölümünden sonra geride bıraktığı milyonlarca iz”, yapıt olarak tanımlanabilir mi? Bin Bir Gece Masalları, bir yapıt mıdır?

Görüleceği üzere, Foucault yazarı ve yapıtı bir “güç”, bir yetke/otorite olarak görme eğilimindedir. Her türlü erk/güç kavramına eleştirel yaklaştığı için de ‘yetke’ niteliği taşıyan bu kavramlara da eleştirel bir mesafeden bakmaktadır.

Yazma ve yazar arasında nasıl bir ilişki vardır?

Bir yapıt kuramının olmadığını öne-süren Foucault’nun açımlaması uyarınca, hem teknik, hem de kuramsal yönleri olan bu sorular, “yazandan, yazardan vazgeçilerek” ve yalnızca yapıtı “kendi içinde” çözümlemeyle de açıklanamaz. Yapıt ve onun nitelediği “birim/teklik”, en az “yazarın bireyliği” denli sorunludur. Bu sözler, yukarıda vurguladığım gibi, Foucault’nun tikel öz-yapı taşıyan yazarı ve yapıtı kabullenmekte zorlandığını göstermektedir. Düşünür, tümlenmiş somutluklara değil, yazma gibi edime, eyleme, yapış tarzına ilgi duymaktadır.

Foucault’ya göre, yazarın “yok olmasını” engelleyen, hatta yazarın “varlığını/yaşamını sürdürmesini” sağlayan bir başka kavram, yazmadır. Yazma eylemi, yazan bir özneyi gerektirir ve bu özneyi kalıcılaştırır. Bu nedenle, yazmayı öne çıkarmak, çok açık olarak Barthes’ın yazarı ölümü görüşüne yönelik eleştiridir. Foucault’ya göre, yazmayla bağlantılı olarak “metnin koşulları”, onunla birlikte “metnin yitip gittiği uzamın ve kendisini açımladığı zamanın koşulları” önem kazanmaktadır. Bu kapsamda metin, yazarın “görgün öz-yapı özelliklerini aşkın bir anonimliğe” taşıyabilir. Ayrıca, metinde “görgün yazarın belirtileri belirsizleştirilebilir” veya “eleştirel ve dinsel öz-yapılaştırma tarzları” bir birine karşı kullanılabilir. Yazma ediminin ürünü olan metin, her yerde alımlanabildiği için, yazarını aşkınlaştırır; ancak Foucault’nun öne-sürdüğü gibi, anonimleştirmez.

Foucault’nun anlatımıyla, tarihsel sürecin olanaklı kıldığı yazma, “belli bir biçimde unutulmaya ve baskılanmaya” yazgılıdır. Bu, “gizli anlamı temel alan dinsel ilkeyi” ve “içsel anlamları temel alan eleştirel ilkeyi” aşkın kavramlarla serimlemek demektir. Bunun dışında yazmayı “yokluk” olarak nitelemek, aşkın sözlerle “değişmez ve hiçbir zaman yerine getirilemeyen geleneğin dinsel ilkesini” ve yapıtın ölümden sonra da varlığını sürdürerek kalıcılaşmasına ilişkin “estetik ilkeyi“, yazarla ilgili olarak yinelemek demektir. Dolayısıyla, yazma kavramını böyle anlamak, “yazarın ayrıcalıklarını” korumaya katkı yapar; çünkü bu anlayış, “yansızlaştırmaların gri ışığında” belli bir yazar imgesi yaratan tasavvurları sürdürür. Böylece, Mallarme‘den beri süregelen yazarın yok olması, “aşkın bir engele” bağımlılaştırılır. Bu belirlemeler, yazma edimi ve kavramı varlığını koruduğu sürece, yazarın öldüğü veya yok olduğu öne-sürümünü gerekçelendirmenin zorluğunu, hatta olanaksızlığını göstermektedir.

Fuocault’nun adını anmadığı Barthes’a yönelik eleştirel belirlemesi uyarınca, yazarın yok olduğunu “boş sözler” ile yinelemek yetmez. Yapılması gereken, yazarın yok olmasıyla ortaya çıkan “özgür uzamı” bulgulamak, “boşlukların ve çatlakların” ardına düşmek, bu yok oluşu gösteren “boş yerleri ve işlevleri” serimlemektir. Bütün bu işlemler, yazarı değil, okuru öne çıkarır. Nitekim Barthes’ın “yazarın ölümü, okurun doğumu demektir” sözü böyle yorumlanabilir. Yazar adının kullanımı bağlamında sorulması gereken soru, Foucault’ya göre, “bir yazar adı nedir ve nasıl işlevlileşir?” sorusudur.

Yazar adı, bir “özel addır” ve bu ad, her özel adın ortaya çıkardığı sorunları ortaya çıkarır. Özel ad ve yazar adı, imlemenin ötesinde bir “değini”, bir “gösterme” ve belli bir biçimde “betimlemenin denkliği” gibi işlevler taşır. Örneğin, Aristoteles denildiğinde, ‘Çözümleyici Yazılar’ın yazarı veya ‘ontolojinin kurucusu” türünden bir betimlemenin ve betimleme dizisinin “denkliği” olan sözcük kullanılmış olur.

Ayrıca, bir özel ad “tek bir anlam” taşımaz. Örneğin, Rimbaud’nun ‘La Chasse spirituelle’i yazmadığını bilmek, bu özel adın veya yazar adının anlamını “değiştirdiğini” öne sürmeyi gerektirmez. Özel ad ve yazar adı, “betimleme ve nitelemenin iki kutbu arasında” bulunur. Bu adların “adlandırdıkları şeyle bağlantısı” vardır; ancak bu bağlantı, “ne tam niteleme, ne de betimleme” anlamındadır. Söz konusu bağlantı “tümüyle tikel” bir bağlantıdır. Özel adın, adlandırılan “birey” ile bağlantısı ve yazar adının “adlandırdığı” şeyle bağlantısı “eş-biçimli (izomorf) değildir ve aynı tarzda işlevlileşmez.” Örneğin, Pierre Dupont’nun “mavi gözleri olmadığı, Paris’te doğmadığı ve doktor olmadığı” bilindiği takdirde, bu Pierre Dupont adı “aynı kişi” ile ilişkilenir ve bu “niteleme ilintisi” pek değişmez.

Buna karşın yazar adının ortaya çıkardığı sorunlar daha karmaşıktır. Foucault’nun deyişiyle, Shakespeare’in “bugün Shakespeare Evi olarak ziyaret edilen” evde doğmadığının bulgulanması, yazar adının “işlevlileşmesini” pek olumsuz etkilemez. Buna karşın, Shakespeare’in yazdığı varsayılan “Sonet”i yazmadığının kanıtlanması, yazar adının “olumsuz etkilenmesine” yol açan köklü bir değişimdir; çünkü bu değişim, yazarın adıyla ilişkilendirmeyi ters yüz eder.

Ayrıca, yazar adı, söylem içinde “bir özne veya tümleme olabilen” bir öğe değil, “sınıflandırıcı” bir işlevdir. Bir yazar adı altında belli bir “metin kümesi” toplanabilir, diğerlerinden ayrılabilir ve diğerleriyle “karşılaştırılabilir.” Yazar, metinlerin “benzeşiklik ve doğrulama ilişkisini” oluşturmayı olanaklılaştırır. Dolayısıyla, yazar adı “söylemin oluş tarzını” niteler ve alımlama şeklini etkiler. Bir mektubun, bir sözleşmenin veya her hangi bir metnin bir yazanı olur; yazarı olmaz. Bu yüzden yazar-işlev, “bir toplumda belli söylemlerin varlık, yayılım ve işlev tarzı açısından karakteristiktir.”

Not: Konuya, sonraki yazıda devam edeceğim.

[1] Michel Foucault: “Was ist ein Autor”; içinde: Yayımlayan: Fotis Jannidis vd.: “Texte zur Autorschaft- Yazarlık Üzerine Metinler”; Reclam, Stuttgart 2012. Bu metin, Foault’nun 22 Şubat 1969 günü Fransız Felsefe Derneği’nde yaptığı konuşmaya dayanmaktadır.

Prof. Dr. Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (29 Nisan 2015)

Yorum yapın