Yabancı Bir Ülkeden Haber Geldi | Berrin Yelkenbiçer

Temmuz 12, 2025

Yabancı Bir Ülkeden Haber Geldi | Berrin Yelkenbiçer

Arjantinli yazar Alberto Manguel’in okumanın yazmaktan önce geldiği, bu yüzden okur yazar ilişkisinde okurun efendi yazarınsa köle olduğu görüşüne sığınarak, ilk kez 1991 yılında New York’ta yayınlanmış, Türkçe’ye 2018’de çevrilmiş bu romanı izninizle müthiş bir aşk romanı olarak tanımlayacağım.
Öyle ya, ben okurum ve bu kitapla kişisel ilişkim aşk üzerine. Romanla kurduğum okur yazar ilişkisinde ben diyorsam o!
Şahane bir kurguyla üç bölümden oluşuyor kitap; Burası, Orası ve yine Burası.
İlk Burası ağır bir sahneyle açılıyor; Josie Dunkelmeyer boğuluyor. Josie bir çocuk. Daha ilk sayfalarda anlıyoruz ki akışı değil belki ama içeriği zorlu bir metin bekliyor bizi. Bazı şeyler kolay olmayacak.
Boğuldu, zor bir sözcüktü. İnsanın boğazından geçmiyordu. Boğuk, boğuntu, boğuldu.
Eski bir Fransız ordu mensubu olan Antoine Berence’ı, karısı Marianne’yi, kızı Ana’yı yanlarında çalışan Rebecca’yı, misafirleri Mösyö Clive’ı tanımaya başlıyoruz.
Antoine, Cezayir, Paris, Buenos Aires ve kim bilir başka nereleri dolaştıktan sonra ailesini de yanına alarak Kanada Quebec yakınlarında bir sahil kasabasına yerleşmiş. Bizdeki büyük şehrin yorucu boğuculuğundan kaçmak isteyen çok kişinin ‘güneyde bir sahil kasabasına yerleşme’ hayaliyle benzerlikler var gibi. Bazı şeylerden, bazı insanlardan, bazı olaylardan kaçma hali, sadece müzik, kitaplar ve olabildiğince az insanla birlikte olma arzusu ilk başta tanıdık geliyor ama bu tanışlık çok kısa sürüyor. Önümüzdeki hikâyede sıradan bir büyük şehir insanın kaçıp kurtulma arzusundan çok daha karanlık bir şeyler var.
Antoine karısının gözünün içine ve daha ötesine bakıyor ama Marianne suskun, sessiz neredeyse hiç konuşmuyor.
Bir zamanlar Marianne’ın sesi nefes nefeseydi, ateş doluydu, bütün bir ortamı ele geçirir, daireler halinde yayılır, hiçbir şeyin karşısında duraksamaz, hevesi kaçmazdı. Şimdiyse bu ses hareketsiz yatıyordu ve Berence dil dökerek onu saklandığı yerden çıkarmak, onu cezbedip geri kazanmak istiyordu.

Antoine, sevişirken bile ulaşamıyor Marianne’a. Sevişme çok uzaklardaki bir krallıkta, çok zaman önce başkasının başına gelmiş bir şeymişçesine orada öylece yattığını düşünüyor karısının.
Rebecca’nın erkek kardeşi Jorge boğularak öldürülmüş. Anoine’la Marianne’nın kızı Ana, Jorge’nin bazen geri gelip gelmediğini soruyor Rebecca’ya.
“Suda boğulan insanların ölmediği doğru mu?”
“Hayır,” diyor Rebecca, “ölü ölüdür, suda boğulmuş olsun olmasın. Asıl huzur bulamayanlar boğarak öldürenlerdir.”
Mösyö Clive bir cinayet girişimini araştırmak için orada. Kimin öldürüleceğini ve kimin öldüreceğini henüz bilmiyor, hükümet görevlisi olarak aldığı duyumları değerlendirmeye çalışıyor. Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki gibi bütün kasaba cinayetten haberdar değil ama kokusunu alanlar var ve planlayanlar pek uzakta sayılmazlar. Peki kurban kim?
Burası bölümü okurun usulca hazırlandığı ama nedense gerçekleşmeyeceğine dair minik bir umudu koruduğu cinayetle bitiyor. Peki cinayeti işleyenlerin sebebi ne ve ‘doğru’ kişiye ulaşabildiler mi?

Orası bölümünü Marianne’ın ağzında okuyoruz. Fransızların ‘düzen’ sağlamak için geldikleri Cezayir’de geçen çocukluğunu, Paris ve nihayetinde Buenos Aires günlüklerini samimiyetle anlatıyor. Çocukluk arkadaşı Monique, Doktor Benşerif ve her anın içinde bir bütünün parçası olamayacak kadar çok sayıda renk, koku ve sesin olduğu Cezayir onda iz bırakıyor. Bedenini, ihaneti, cinselliği, ölümü ve aşkı keşfettiği bu ülke, hayatının Paris ve Buenos Aires günlerinde bile peşinden geliyor.
Dilin, sesin ve sessizliğin gücünün de ilk burada farkına varıyor.

On beşinci yaş günümde, bir anda dünyanın geri kalanı söz konusu olduğunda, sadece anlatmayı tercih ettiğim kişi olmakla yetinebileceğimin farkına vardım. Kendimden oluşan büyük kalabalıkları sözcüklerden inşa edebilir ya da sessiz kalarak kendimi hepten yok edebilirdim. Dil, tıpkı bir kızartma tavası ya da keski gibi alet edevatım sayılırdı.
Sonra Kaptan’la tanışıyor. Onu ilk gördüğün de “nasıl da yumuşacık bir ten” diye düşünüyor. Kaptan’ın geniş omuzları konuşurken öne doğru eğiliyor, geniş suratı kırışıklıklarla kaplanıyor. Heyecanlanmış izlenimi verdiği anlarda bile sesi yumuşacık. Kırklı yaşlarının ortasında ama olduğundan daha yaşlı gösteriyor.
Kaptan’daki cazibenin büyük ölçüde gözlerinden kaynaklandığı düşüncesindeydim. Kaptan izah ederdi. Kaptan dinlerdi. Sizinle beraber olduklarında o soluk, neredeyse renksiz gözleri asla yüzünüzden ayrılmazdı. Hiç yılmadan benliğinizi arayıp durur ve bir kez onları bulmayagörsünler, teninize yapışan tuhaf böcekler gibi kendilerini üzerinize raptederlerdi. Yarattıkları etki hiçbir zaman nahoş olmazdı. Dokunuşları sıcak ve rahatlatıcı gelirdi insana ve adam çekip gittikten sonra da sizinle kalmaya devam ederlerdi. Bazı geceler gözlerinin orada, benimle aynı odada bulunduğundan ve bana yarenlik ettiklerinden emin bir halde uykumdan uyanırdım.
Bir kadın okur olarak Marianne’nın bu sözlerini ben çok iyi anladım ve hikâyede müthiş bir aşk başladığına dair izlenimimi işte bu tanımlamalarda edinmeye başladım.
Kaptan Marianne’ı sabahlara kadar dinleyerek üzerinde belirgin işaretler bırakıyor, onu değiştiriyor, tekrar huzura ermesini sağlıyor, onu öfkeden arındırıyor.
Otuzlarını geçmiş bir kadın bir erkekten başka ne bekler. Bu bir soru değil!
Kaptan ‘görevi’ gereği sık sık uzun yolculuklara çıkıyor ve karısına mektuplar yazıyor. Marianne mektuplarını ona ait kitaplardan birinin içine koyuyor ve arada bir göz gezdirip sözcükleri okudukça sesinin tekrar kulağına dolduğunu hissedebilmek için de kitabı başucunda tutuyor.
Tam o anda ona karşı yoğun bir aşk hissettim; içimde onu sarıp sarmalayacağım, emzirebileceğim, onay vermek yerine sohbet olanağı sunduğu için ona teşekkür edebileceğim süt dolu kanatlara sahip olmayı diledim, zira o kalın ve şahane sesiyle bana verilecek hiçbir iznin, kilidi açılacak hiçbir kapının olmadığını, açık araziye çıkmak için ihtiyaç duyduğum anahtarın bende olduğunu söylemiş kadar olmuştu. İşte tam o anda ona, Kaptan’ a olan aşkımdan hastalanmış gibi oldum.
Louvre Müzesi’nde Albrecht Dürer’in bir tablosunu iki sevgili olarak saatlerce seyretmelerinin hikâyesi bir okur olarak hayranlık ve itiraf edeyim ki bir kadın olarak kıskançlık duyguları uyandırdı bende.
Ne yazık ki bu müthiş aşk, Kaptan’ın görevi nedeniyle gittikleri Buenos Aires’de Marianne’ın tesadüfen tanık olduğu korkunç bir sahne ve asla kabul edemeyeceği bir ihanetle sarsılıyor.
Gözlerime ve kulaklarıma rağmen, kendime rağmen onu seveceğimin ve kendimi bu meseleden kurtarmak için elimden gelen tek şeyin ateşe dönüşmek, yanıp tutuşmak ve küle dönmek olduğunun farkına vardım.
Marianne aşkından vazgeçmiyor, kendinden vazgeçerek ateşte yürüyor. Aşkı o kadar büyük, o kadar derin ve bundan sonra bir o kadar acılı.
Üçüncü bölümde tekrar Burası’na dönüyoruz. Kaptan Antoine Berence, paragrafla bölünmeyen uzun satırlar boyunca kızı Ana’ya her şeyi itiraf ediyor.
Her ne kadar ben senin baban olsam ve sen de benim kızım olsan da ben aynı zamanda pek çok tuhaf ve bambaşka yılları sensiz yaşamış bir adamım ve biz sadece son aşamada bir araya geldik.
İşte o son aşamaya kadar olan tuhaf ve bambaşka yılları çocukluğundan başlayarak kızına anlatıyor. İtiraflarında dürüstlük, acı ve sağlam bir ‘görev’ bilinci var ama pişmanlık yok.
Belki de Marianne sevdiği adamın pişmanlığını beklemiştir hep. Öte yandan yıllar sonra gelecek bir pişmanlığın geçmişin bazı korkunç acılarını iyileştirmesi ya da değiştirmesinin mümkün olmadığını fark edip daha çok vazgeçmiştir kendinden.
Bir kadını ve çocuğu çok sevebilen, kitapları “bazıları tek gecelik yer arayan, öbürleri uzun ve kesintisiz dönemler talep eden ama başkaları, en nadide olanları içinde rahatlıkla gezinebilecekleri dönümlerce konutlar talep eden ziyaretçiler” olarak tanımlayan, bir Dürer tablosu hakkında saatlerce konuşabilen, Johannes Brahms’ın eserlerini dinleyen, mesnetsiz şiddet eylemlerine tanık olduğunda fiziksel anlamda hasta olan bir adamın, hiç pişmanlık duymadan, kendine göre haklı gerekçelerle görevini yerine getirmesi, okurda da bir ihanete uğramışlık duygusu uyandırıyor.

İtiraf bölümü merak ve beklentiyle okunuyor ama her şey, Marianne ve Ana’da olduğu gibi hayal kırıklığıyla sonlanıyor.
Kaptan sözcüklere, sözcüklerin bağlayıcı gücüne, sözcüklerin gözlemlenen şeylerin biçimini belirleme ve tanımlama tarzına muazzam bir inanç besliyor. Tıpkı bu satırların yazarı Alberto Manguel gibi.
Cennet kocaman bir kütüphane olmalı!” diyen Jorge Luis Borges’ye ergenliğinde dört yıl boyunca kitap okuma şansına erişmiş, Arjantin Ulusal Kütüphanesi’nin genel müdürlüğünü yapmış, Okumanın Tarihi başlıklı kitabı otuzdan fazla dile çevrilmiş, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir romanından ilham alarak Ankara, İstanbul, Erzurum, Konya ve Bursa’yı gezerek kendi gözünden yazmış, hayatını gerçek anlamda hayal gücünün ürünü olarak tanımlayan, editörlük ve çevirmenlik de yapan bu müthiş yazarın bu şahane kitabını okumamak, ortalama üzeri okurlar için büyük bir eksiklik olacaktır.
Benden söylemesi!

Yorum yapın