
Öykü, deneme, eleştiri, inceleme yazıları çeşitli dergilerde, gazetelerde ve seçki kitaplarında yayımlanan ve halen Altıyedi dergisinin yayın kurulunda yer alan Üzeyir Karahasanoğlu, 2022’de Geçmişi Beklemek adlı yapıtıyla Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülü’ne değer görülmüştü. Yazarın ilk romanı olan Gece Hep Gece geçtiğimiz aylarda okurla buluştu. “Tarihsel roman” ya da daha doğru bir deyişle “dönem romanı” olarak nitelendirebileceğimiz Gece Hep Gece nitelikli ve özgün bir yapıt olarak bu yılın dikkate değer kitapları arasında yerini aldı.
Semih Gümüş’ün belirttiği gibi “Tarih, roman sanatı için sonsuz ve ucu açık bir imgedir.” A. Maalouf aynı konuda “Tarihî roman bir dönemi olduğu gibi anlatmayı amaçlamaz, olaylar karakterler etrafında gelişir,” der. Edebiyat ve sanat kuramcısı Lukacs’a göre; “Toplumsal gerçekçi bir eser, toplumu kuran güçleri tanımalı, toplumsal hayatın akışı içinde gerçekçi bir tutumla yarattığı kahraman ve karakterleri aracılığıyla kendi anlatı evrenini kurmalıdır. Toplumsal gerçekçi burada durmamalı ve Lukacs’a göre bir adım daha ileri gitmelidir. Karakterleri ve olay örgüsüyle, kendi döneminin içyüzüne yönelerek dönemin toplumsal gelişim sürecinin bütünselliğini gözler önüne sermeli, ‘toplumsal gelişim eğiliminin yönünün nasıl tezahür ettiğini’ açık bir biçimde ortaya koymalıdır. Bunu somut kişi ve olaylarla, marazi psikolojik unsurlara saplanmaksızın, gerçekçi bir tutum içinde yapmalıdır.”1 George Lukacs’ın, Roman Kuramı’nda2 ve daha birçok yapıtında vurguladığı gibi, toplumsal gerçekçi bir romanda kahramanlar çok önemlidir. Onlar, bir dönemi, toplumsal tarihin yükünü ve onun bireylerde bıraktığı izleri kendi varlıklarında yoğunlaştıran kişiliklerdir. O nedenle, roman kahramanlarının hem inandırıcı, gerçekçi hem de kendi bireysel varlığında tarihe tanıklık eden yaşantılara sahip olması gerekir.
Üzeyir Karahasanoğlu, iç dünyası karmaşık duygular ve çelişkilerle dolu, duygusal, kararsız ve travmatik karakteri Haluk’un yaşantıları; çevresindeki kişiler, onlar arasındaki ilişkiler ve çatışmalarla; olayların ve mekânların anlatımı üzerinden Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması sonrası İngiliz işgali altındaki İstanbul’un karanlık günlerine uzanıyor. Döneme özgü ayrıntılara yer vererek, okurda gerçeklik duygusunu güçlendirmeye özen gösteriyor. Roman olayları 1921 yılının ilk aylarında başlıyor; 1922’nin başlarında sona eriyor.
Toplumsal gerçekçi bir dönem romanı olan Gece Hep Gece’de başta Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) muallimi Haluk olmak üzere, romanda yer alan karakterlerin pek çoğu, soluk aldıkları tarihsel dönemin niteliklerini kendi varlıklarında somutlaştıran ya da temsil eden kişilerdir. Bunun yanı sıra Gece Hep Gece’deki karakterlerin çoğunun kendilerine özgü bağımsız bir kişiliği, belirli bir iç derinliği vardır; o nedenle romanda Haluk’un, Katya’nın, Barones’in, Haluk’un öğrencileri Nahit’in ve Ali Yavuz’un… canlı ve inandırıcı karakterler olduğu, yazarın düşüncelerini ve yorumlarını üstlenmiş kişiler olmadığı net olarak görülüyor.
Arka kapak yazısındaki cümle romanın önemli bir özelliğinin altını çiziyor: “Üzeyir Karahasanoğlu, Gece Hep Gece romanında tarihe donuk sayfalardan, hamaset pencerelerinden, öfke dehlizlerinden değil, insanların rengârenk gözlerinden bakıyor.” Romanın asıl başarısı tam da burada. Yazar, dönemsel olayları, kuru ve ezber bir bilgi olmaktan kurtarıyor; olay ve durumları insani dramlar ve insan hikâyeleri üzerinden, kurmacayla gerçekliği inandırıcı bir tarzda bir araya getirip kaynaştırıyor.
Tarihsel bilgilerin ve döneme özgü gerçeklerin metne başarıyla özümsetilmesi, romanın başarı grafiğini yükseltiyor. Bazı dönem romanlarında karşılaşılan ve okuru olumsuz yönde etkileyen, metne özümsetilmemiş yapıştırma bilgilere Gece Hep Gece’de rastlanmıyor; çünkü gördüğümüz kadarıyla burada farklı bir yaklaşım söz konusu. Yazar, gerçekliği dönüştürüp ona estetik ve yazınsal boyutlar kazandıran, yaşamı yeniden üreten bir sanatçı tavrı sergiliyor. Döneme özgü olayların ve ayrıntıların pek çoğu, karşılıklı konuşmalar ya da kişilerin kendi serüvenlerini Haluk’a anlatmaları yoluyla dile getiriliyor. Ayrıca 3. tekil kişi anlatımıyla aktarılan roman olayları, çoğu zaman Haluk’un bakış açısına göre şekillendiriliyor. O nedenle, Haluk’un iç dünyasındaki çelişkiler, duygusal çatışmalar, kararsızlıklar ve içinde gizliden gizliye yaşattığı büyük aşk, inandırıcı bir derinlikle ve güçlü bir biçimde ifade ediliyor.
İstanbul’un işgali sırasında İngilizlerin yarattığı korku ve sindirme ortamında soluk almaya çalışan insanların çare arayışları, işgalcilere boyun eğmeme çabaları sürerken bir yandan da Anadolu’da milli mücadelenin ateşi yakılmış, birçok yurtsever, İstanbul’dan Anadolu’ya geçerek buradaki özverili mücadeleye destek vermeye başlamıştır. Belirsizliklerle dolu o puslu günlerde muallim Haluk, ders vermek üzere her gün okula gidip gelmekte, İstanbul’da ve Anadolu’da yaşanan olayları kendince anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktadır.
Anadolu’daki büyük direnişle, İngilizlerin güdümündeki Yunan ordusu iki kez yenilgiye uğratılmıştır; ancak Sakarya ve çevresinde Yunan ordusuna İngilizler tarafından çok güçlü bir destek verildiği için Anadolu’daki mücadeleyi kalben destekleyen İstanbul aydınlarının bir kısmı büyük bir umutsuzluğa kapılmış durumdadır. Bir kısım aydınlar, güçlü bir ülkenin, mesela İngiltere’nin himayesinde yaşamanın daha uygun olacağı sanısındadır. Bu arada, yurt sevgisi ve toplumsal vicdan taşımayan bazı kişiler, kendi çıkarları için İngilizlerle iş birliğine girecek kadar alçalmış durumdadırlar.
Osmanlı topraklarında bu olaylar sürerken, bir süre önce Rusya’da çarlık rejimi sona ermiş, emekçi halkın egemenliğine dayanan yeni bir toplumsal sistemin kurulma çabasına girişilmiştir. Yeni yönetimle çar yanlıları arasında başlayan savaş, korkutucu boyutlara ulaşmış, Rus soyluları ve aileleri, ülkelerini terk ederek Avrupa’nın farklı kentlerinde yaşam savaşı vermeye başlamışlardır. Beyaz Ruslar olarak adlandırılan bu insanlara kucak açan kentlerden biri de İstanbul’dur. Özellikle Pera ve çevresinde oldukça zor koşullarda yaşam mücadelesi veren Beyaz Ruslar, burada hiç alışık olmadıkları bir dünyada ve bambaşka bir hayat tarzında bulmuşlardır kendilerini. Romanda bu tarihsel gerçek şu cümlelerle dile getiriliyor: “Rus akınına uğramış Pera’nın çehresi; lokanta kabare, pavyon, pastanelerle renklenmişti. Koskoca prenseslerin, baron ve baroneslerin bu dükkânlarda garsonluk, aşçılık; dışarıda şoförlük, seyislik, seyyar satıcılık, berberlik, tesisatçılık, hamallık, terzilik, hizmetçilik, fotoğrafçılık yaptığı görülüyordu. En tuhafı, en acıklısı iki farklı hayatı aynı vücutta barındıran, bir vaktin heybetli Rus zabitleriydi. Paçavraya dönmüş üniformalarına rağmen her adımlarında madalyaları şıngırdayan bu adamlar, yaver gitmeyen kem talihin muazzam temsilcileriydi.” (s.27)
Haluk, bir gün Cadde-i Kebir’de (İstiklal Caddesi) yürürken, yaprak gibi titreyerek bir anda yere yığılan genç bir Rus kadın görür, baygın haldeki kadını hemen yerden kaldırıp kucağına alır ve Pera Palas oteline götürerek orada bir odaya yerleştirir. Hemen bir not yazıp masanın üzerine bırakır; notunda kendisini baygın halde bulup otele getirdiğini belirtir ve kendi adını da notuna ekler. Haluk, yorgunluk, bitkinlik ve açlık nedeniyle yere yığılan genç kadının güzelliğinden etkilenmiştir. Hemen otelden ayrılan Haluk, genç kadını aklından bir türlü çıkaramaz. Günlerce onu düşünür; durgunlaşır, içinde yaşattığı duyguları çözümlemeye çalışır.
Bir süre sonra rastlantı sonucu o genç kadını Pera’da yeni açılan bir restoranda görür; onu gördüğü an Haluk’un kalbi yerinden fırlamıştır sanki. Restoranda çalışan ve adı Katya olan genç kadın, onu henüz tanımamaktadır. Katya’nın hamile olduğunu fark ettiğinde Haluk’un içindeki hüzün biraz daha çoğalır. Daha sonraki zamanlarda yine arkadaşı Mehmet Yahya ile aynı restorana gider. Genç kadınla tanışıklığı yavaş yavaş ilerleyince onun Rusya’dayken evli olduğunu, ülkedeki karışıklık ve şiddet olayları nedeniyle İstanbul’a kaçtığını, kocasının savaşmak üzere Rusya’da kaldığını, ondan uzun zamandan beri haber alamadığını öğrenir. O nedenle içindeki aşkı sürekli gizli tutar Haluk. Her zaman hüzünlü, dalgın ve umutsuzdur. Zaten duygusal bir adam olan Haluk, romantik şairlerin etkisindedir, edebiyata ve hayata romantizm penceresinden bakar. Babası edebiyat meraklısı ve Tevfik Fikret hayranı olduğu için ona Haluk adını vermiştir.
Haluk, biraz da Servet-i Fünûn şairlerine benzer; hassas, duygulu ve doğada huzur bulan, şiddetten hoşlanmayan, yalnızlığı seven biridir. En yakın arkadaşı Mehmet Yahya’dır. Mehmet Yahya, Haluk’un gizli aşkını bilen tek kişidir. Dışa dönük bir insan olan Mehmet Yahya, Haluk’u sürekli gece yaşamına, restoranlara ve eğlence ortamlarına çekmeye çalışır. Haluk, ilerici fikirlere sahip bir genç olmasına rağmen olaylar ve durumlar karşısında çoğu zaman çekingen, kararsız bir yaklaşım sergiler. Anadolu’daki direniş meselesinde olsun, içinde gizlediği derin aşk meselesinde olsun hep böyle bir kararsızlık ve cesaretsizlik içindedir. Ancak, zaman içinde olaylar o şekilde gelişecek ve öyle bir noktaya evrilecektir ki Haluk, o görünmeyen duvarlarını ve engellerini var gücüyle yıkarak iç özgürlüğüne kavuşacak; doğru ve haklı bildiği yolda cesaretle yürümeyi seçecektir.
Bir gün, öğrencisi Nahit, derste söz alıp Haluk’un edebiyat anlayışını, hayata ve edebiyata duygusal ve bireysel yaklaşımını nezaketle eleştirmiş, coşkulu bir dille konuşmuş ve Haluk’un düşüncelerini sarsmıştır. Nahit, Anadolu’daki mücadeleye fikirleriyle destek verdiği için İngiliz işgalcilerin takibi altında olan bir öğrencidir. Bir süre sonra Nahit ve fikir arkadaşı Ali Yavuz, İngilizler tarafından tutuklanır. Mekteb-i Sultani öğrencilerinin tutuklanıp karakollarda hırpalanmalarının, İngiliz zindanlarında direniş yanlılarının maruz kaldığı işkencelerin ve bütün bu acı olayların yanı sıra çıkarcı insanların hafiyeliği ve işbirlikçiliği, dönemsel bir gerçek olarak kurmaca karakterler aracılığıyla romana yansır.
İngiliz komutanın, sık sık ziyaret ettiği Mekteb-i Sultani’de, okul müdürüne ve Haluk’a yönelik soğuk davranışları, aşağılayıcı ve alaylı gülümsemeleri, acımasız ve tehditkâr halleri dikkat çeker. İlk öğrenci boykotunun o yıllarda Mekteb-i Sultani öğrencileri tarafından gerçekleştirildiğine tanık oluruz romanı okurken.
Haluk da İngilizler tarafından adım adım takip edilmektedir; ancak kendisi epey zaman sonra bu gerçeğin farkına varacaktır. Haluk’un, olaylar başladığı zaman okulda ve derslerde tarafsız durma çabası, milli mücadeleye destek veren öğrencilere önce mesafeyle davranıp sonra içten içe onlara hak vermesi; süreç içinde düşüncelerinin değişimi ve dönüşümü ilgiyle okunuyor. Haluk, giderek bütün kalbiyle, bütün varlığıyla destek verir milli mücadeleye. Öğrencilerinin maruz kaldığı kötülükler, vicdanında derin yaralar açmıştır. Haluk, olayların akışı içinde kendini geliştiren, değiştiren; çekingenlikten, kararsızlıktan cesaretli olmaya açılan ve sonrasında eyleme geçen dinamik bir karakter olarak romana damgasını vurur.
Katya ve yakın dostu Barones, kendi yaşam öykülerini büyük bir yakınlık ve güven duydukları Haluk’a anlatırlar; böylece okur olarak biz de onların Rusya’daki yaşantılarına dair bir fikir edinerek, döneme, Rusya ve Rusların penceresinden bakmış oluruz.
O dönemin mekânlarının romanda başarıyla ve incelikle işlenmiş olduğu görülüyor. Mektebi Sultani’nin koridorları, sınıfları, bahçesi, Cadde-i Kebir, Lebon Pastanesi, gözümüzün önünde canlanıyor. Pastanenin profiterolleri de roman kişilerini bir araya getiren tatlar arasında.
Tevfik Fikret, romanda, çeşitli vesilelerle, özellikle Sultani’deki yöneticiliği bağlamında sıklıkla anılıyor, ona ve yapıtlarına göndermelerde bulunuluyor. Romanın adının “gece” sözcüğünü içermesine karşın, okudukça aklıma Tevfik Fikret’in Sabah Olursa adlı şiiri geldi. Karanlığın yavaş yavaş sona erdiği, tanyerinin ağardığı, güzel ve özgür günlere giden yolun ilk adımlarının atıldığı bir dönemi dile getirdiği için.
Rusya topraklarından Karadeniz kıyılarımıza takalarla, harap gemilerle getirilen mühimmat ve silahların Anadolu’da yükselen direniş hareketine gizlice sevkini okurken, insanımızın kurtuluş ve bağımsızlık için ne denli büyük özverilerde bulunduğunu bir kez daha takdir ediyoruz. İstanbul’da, başlarda sadece bir “macera” olarak görülen ve güven duyulmayan Anadolu direnişi, Sakarya zaferinin ardından, Haluk dahil pek çok İstanbul aydınının fikir değiştirmesine, Anadolu’daki bağımsızlık hareketine sıcak bakmasına neden oluyor. Romanın bir sayfasında Haluk’un, ülkenin çok uzun yıllar sonraki geleceğine dair babasına hitaben söylediği sözler, günümüz okurunun derinden düşünmesine neden oluyor: “Geleceği düşünüyorum bazen biliyor musun? Harbin akıbetini düşünüyorum, evet ama ondan çok seneler sonra bu tarihi kimlerin hangi gözle anlatacaklarını düşünüyorum. Nice vatan evladı sırf istiklal uğruna can vermişken kim bilir nasıl sızlatacaklar kemiklerini! Nice uğursuz, hayırsız, bu davanın aleyhine çalışmış nice fesatçı kim bilir hangi hilelerle kahraman ilan ettirecek kendini!” (s.131)
Gece Hep Gece, sık sık şaşırtan ve sonu sürprizli biten bir roman. Okurken sayfaları yoğun bir merak duygusuyla çeviriyoruz. Yazar, olayları genişletmek ve hacimli bir roman yazmak yerine, tarihsel dönemin sadece bir yılını kapsayan bir kesit aktararak kısa ve yoğun bir roman yazmaya özen göstermiş. Bu kısalık ve yoğunluk, romanı, kişiler, dönem, anlatılanlar ve olaylar açısından daha etkili kılıyor. Süreç zaten okurun zihninde ilerlemeye devam ediyor. Psikolojik derinliği ve inandırıcılığı, özellikle Haluk karakterinde başarıyla gerçekleştiren yazar, diğer karakterleri de dönemin özelliklerini içselleştirmiş, aynı zamanda kendi bireyselliklerini yaşayan kişiler olarak canlandırmaya dikkat ediyor.
Akıcı bir dille yazılmış, sürükleyici, heyecan dolu bir roman Gece Hep Gece. Romanın adında yer alan “gece” hem işgal döneminin karanlığını hem de Haluk’un içinde bulunduğu ve sonradan kurtulduğu karmaşık ve çelişik ruh halini temsil eden bir metafor olarak öne çıkıyor. Ayrıca “gece”, göçmen Beyaz Rusların çoğunun o dönemde özellikle gece işlerinde çalıştıklarını dillendiren bir sözcük durumunda.
Gece Hep Gece’de sinematografik unsurlar önemli bir yer tutuyor. Bu yönüyle, romanın bir film ya da dizi film olabilecek bir potansiyel taşıdığını belirtmek mümkün. Gerçekçi insan hikâyeleriyle, içe işleyen olaylarla dolu olan bu kitabı, geçmiş zamanlara bireysel ve toplumsal dramlar üzerinden ve edebiyat estetiği penceresinden bakmayı önemseyenlerin ilgiyle okuyacakları kanısındayım.
1 Metin ÇOLAK, “George Lukacs’ı Yeniden Düşünmek”, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2011 Güz, sayı: 12, s. 91-124.
2 George LUKACS, “Roman Kuramı”, Metis Yayınları, İstanbul, Mart 2002.
__________________________________________________________________________________
*Üzeyir Karahasanoğlu, Gece Hep Gece, Vapur Yayınları, İstanbul, Aralık 2024.


















