Talat Özyürek: “Bilim, sanat, edebiyat, siyaset, ilerleme savrulmuşluğun beşiğinden doğar”

Eylül 22, 2021

Talat Özyürek: “Bilim, sanat, edebiyat, siyaset, ilerleme savrulmuşluğun beşiğinden doğar”

Söyleşi: Hatice Balcı

Talat Özyürek’in Sarı Kahveler üçlemesinin ilk kitabı Pasaklı Aşk geçtiğimiz temmuz ayında Dorlion Yayınevi’nden çıktı. Romanda olaylar 12 Eylül Askeri Darbesi arifesinde Çukurova’da geçiyor. Toprak sahibi Gablan Ağa’nın tutulduğu imkânsız aşk, insan-doğa ilişkisi ve yöre insanın irili ufaklı hikâyeleri romanın ritmini oluşturuyor. Sayın Özyürek’le edebi yolculuğu ve Pasaklı Aşk hakkında konuştuk.

Talat Bey merhabalar. Meraklı okur için bize biraz kendinizden ve edebi çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

 Çukurova’da yaşayan her insan, hayatı bütün renkleri ile yaşar. Zenginlik, sefalet, üretim, tüketim, iyilik ve kötülük, yokluk ve bereket… Bu renklerle yaşayan insanın gözlem gücü varsa iyi sanatçı olabilir. Yaşadığım ve yabancısı olmadığım ortamda tanık olduğum veya gözlediğim olayları yazmaya çalıştım.

Önceleri, makale tarzında yayınladığım çalışmalar, “Üç Maymunun Ölümü” adlı kitapta toplandı. Yaşadığım siyasi sürecin serencamında ise “Makosenli Türk” adlı kitabım ortaya çıktı.

Şimdi de Sarı Kahveler Üçlemesi’nin ilk kitabı olan Pasaklı Aşk’ın birinci cildi ile okur karşısına çıktım.

Yazar kitap yazmaya karar verir, ne zaman duracağını yine zaman gösterir.

Hala edebi çalışmalarıma devam ediyorum. 

Pasaklı Aşk, sahne önünde, Gurbet- Gablan aşkını okura taşırken aşkın tüm olumsuzluklara rağmen insanın hayallerini nasıl da genişletebileceğine; cesaret, sabır, merhamet, halden anlama, keder, öfke gibi duyguların seyrine dikkat çekiyor. Bütün bu duygular yumağı, ele aldığınız dönemin “kesif” şiddet ortamını düşündüğümüzde romanın ana gerilim hattını oluşturuyor sanki ne dersiniz?

İnsanlığın ilk duygusu aşktır. İnsanlık, Âdem ve Havva ile dünyayı güzelleştirmiş. İnsanlığa örnek olmuş aşklar, dünyanın en kötü zamanlarında ortaya çıkmıştır. Savaş, salgın hastalık, deprem ve doğal afetlerde çok ciddi sosyolojik dönüşümler olmuş ve bu ortamlarda doğan aşklar efsaneleşmiştir. Çünkü aşk, duygu yüklü insanın sığındığı bir limandır. Aşk, insanın yaradılışı ile birlikte var olmuş ve insanlık var oldukça aşk da var olmaya devam edecektir.

Romanınızda gerek merkezi öneme sahip karakterleri gerekse yoksul/yoksun Çukurova insanını resmettiğiniz yan karakterleri ele alırken dini referanslara sıkça atıfta bulunuyorsunuz. Ayrıca kişilerin ait oldukları sınıf veya kültürel kimliklerinin pek de nüfuz etmediği aksine yerel deyişlere ve şiveye yaslanan ortak bir dil kurmuşsunuz. Bu dili nasıl oluşturduğunuzdan bahsedebilir misiniz biraz da?

Dinin referans alınması toplumun bir aynasıdır. Olaylar kırsal bir kesimde geçmektedir ve buralarda hurafeler halk üzerinde etkindir. Roman içerisinde gerek Kanber Hoca, gerekse de Ülfet birikimlerini bidatı amentü gibi referans alan halkı uyarmaktadır. Dini tartışmaların tamamı okuru aydınlatmak için diyalektik gelişmektedir.

Şive konusuna gelecek olursak; Aslen Nevşehirli, doğma büyüme Adanalıyım. Yetiştiğim evde, Orta Anadolu şivesi kullanılırken, evin dışında ise Çukurova aksanı ile hep iç içe idim. Dolayısıyla her iki iklimde birbirlerine benzeyen kişilerle sağanak, sağanak ıslandım. Hülasa; Romanın en tesirli silahları arasında olay, mekân, zaman, tarihselleştirme ve ideolojik konumlandırmalar yer alır… Lakin ‘’Pasaklı Aşk’’ gibi köy romanlarında edebi zevki yukarı doğru; okurun kulağı tırmalamadan, şive, aksan ve din taşır. Köy temalı romanların epistemolojik derinliği en yüksek yol göstericileri Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi isimler dahi zikrettiğimiz meseleleri sürekli işaret ederler. Tabii, üç kemaller diye adlandırdığımız üstatlar konu olarak genelde toprak ağası- yoksul köylü uzlaşmazlığını işleyip, kahramanlarını konuştururlarken ben onlardan farklı olarak merkeze aşkı koymaya çalıştım.

Romanın bu ilk cildindeki karakterlerden Menekşe ve Ülfet’in iç görüleri, sezgileri iletişim halinde oldukları diğer insanlara nazaran daha güçlü. Her ikisi de felsefeyle ilgili ve her ikisi de okumayı, okudukları üzerine düşünmeyi seviyor. Öyle ki konuşurken Orhan Kemal, Peyami Safa, Nazım Hikmet, Nietzsche, Stendhal gibi birçok yazın/düşün insanının fikirlerine/eserlerine göndermede bulunuyorlar. Bu şahsiyetlerin sizin edebiyatınızı da etkileyen kalemler olduğunu söyleyebilir miyiz? Ve ayrıca Gurbet’in Menekşe’ye sorduğu soruyu ben de size sorayım: Hangi yazarlardan beslenirsiniz?

Necip Fazıl Kısakürek birçok sohbetinde Flaubert’ten etkilendiğini söylerken, Yaşar Kemal, Cervantes’ten, Çehov, Tolstoy’dan Orhan Kemal ise Şoholov ve Gorki’den ziyadesiyle etkilendiğini ifade ediyor. Ben de etkilendiğim yazarları okuyucuya sözlü ya da bir sohbet arasında değil de sayfa içlerinde roman kahramanlarının ağzıyla ifade ediyorum.

Romanda geçen, Steinbeck’ten, Peyami Safa’ya kadar tüm yazarlar ziyadesiyle ehemmiyet verdiğim, benim kahramanlarımdır. Ama başat yazarım, belki de aynı coğrafyanın çocuğu olmam hasebi ile Orhan Kemal’dir.

Jennifer Clement’in Kadınlar Ormanı’nda genç kahramanımız bir ara, mazide kalmış sevgilisi Julio’yu anıştırarak, ‘hayatın, boğulmuş insanların kuru toprakta yürüyebildiği bir yer’ olduğunu söyler bize. Pasaklı Aşk’ta Menekşe ve Gurbet’in başına gelenleri okudukça Clement’in bu satırlarını düşünmeden edemedim doğrusu. Ve ayrıca günümüzde ne kadar çok insanın “öteki” ile “beriki” arasında gidip geldiğini de. Sözgelimi birdenbire evinizi barkınızı bırakıp mülteci konumuna düşebiliyorsunuz veya sel felaketi ile her şeyinizi bir anda kaybedebiliyorsunuz. Romanınızı okurken sıklıkla zihnime taşınan kavramlardı “kayıplar”, “çarpışmalar”; ve tabii çarpışmaların neler getirebileceği. Açalım mı burayı biraz?

Hayatta karşılaştığımız olaylar ya kontrolümüz dâhilinde gelişir ya da dışında… Duygularımız sabit değil, değişkendir. Olaylar da öyle… Yaşadığımız her an iki değişkenin etkisiyle gelişen olayların içinde kalırız. Bu anaforda savrulmamak mümkün değil. Sorgulayan her insanın kaderi biraz da savrulmaktır.

Bilim, sanat, edebiyat, siyaset, ilerleme savrulmuşluğun beşiğinden doğar. Hiçbir şey yapmasanız hiçbir şey olmaz.

Olayların irademiz dışında gelişmesi şikâyet edilecek bir şey değildir. Eğer her şey kontrolümüz altında olsaydı, böyle heyecansız bir hayat işkence olurdu kanaatindeyim.

İnsanı insan yapan da bu savrulmalardan sonra değişimleri cesaretle benimseyip, hayata daha güçlü devam etmesidir.

Gablan Ağa, Gurbet’e âşık olmasıyla birlikte kendini teraziye koymuş ve kendini yeniden keşfederek kuru bir toprakta adeta yeniden can bulmuştur.

Kitapta sigaranın önemli bir temsil gücü var. Tütün çeşitlerini, sigara sarma usullerini, bir süreç olarak içiciliğin kendisini uzun uzun tasvir ediyorsunuz. Karakterlerin birbirleriyle hemhal olmalarına dayanaklık ederken bir yandan da başlı başına bir paylaşım aracına dönüşüyor sigara.

Romanın geçtiği dönemde sigara, kişiler arasında iletişim aracı idi. Eve gelen misafire özel tabaklarla vitrin içinde saklanan, sigara ikram edilirdi.  Sigara markası genelde çok kaliteli özellikle de yabancı markalı olurdu, özel kişilere ikram edileceği için vitrinde saklanırdı. Karşılıklı bu ikramlar hem saygı hem de verilen değerlerin ölçüsü olarak algılanırdı.

Son olarak eklemek istedikleriniz var mı Sayın Özyürek?

Edebiyatla kalın. 

Teşekkürler.

edebiyathaber.net (22 Eylül 2021)

Yorum yapın