Nisan 2018
Dün ve önceki gün…
Sanki ömrümün en uzun iki günüydü. Bir yerlere gidip döndüm, belki de en çok ötelenen zamanlara, yerlere, hatta mekânlara ulaştım. Uzaklaşınca o sanrıdan, sonra nefeslendim.

Bir şey böyle yitiriliyormuş demek ki…
Yani şimdi adlandırsam olmaz, yazsam ne fayda derim içimden…
Evet, gene de öyle diyelim; yani bunu çağrıştıranı, “biri”…Öylesine, sıradan biri işte.
Bir ânda sizi kendinden mahrum bırakıp giden…
Yakıştırmaların uzağındasın şimdi. Her şeyi buraya yazmak da gereksiz!
Şunu da yazmaya gerek yok diyordun artık: “Korkularınızı anlasam da, ürküntülerinizi; yüzünüzü yönünüzü sevmeye açtığınızda, ruhunuzun gözenekleriyle bize baktığınızda daha iyi göreceksinizdir eminim, hem de o içgözünüzle…
Bu anlamda dünyanın ne ilk seveniyiz ne de son seveni olacağız. Kime, neye doğasal aykırılık var ki bunda?”
Üstüne üstlük dillendirmeye gerek bile duymaz bunu, onur kırıcı bulurum.
Yaşamak çağrısı bu kadar ağır olmamalı, hele yol arkadaşlıkları. Çünkü iki insan da neden/niçin yola çıktıklarını biliyor. Birbirlerini yeterince tanıyorsa, birbirlerine taşınabiliyorlarsa… Evet, bunu estetik duyumu yüksek bir yakınlığa dönüştürebilirler.
Şimdi nerden çıktı bundan söz etmek dememeli, eğer ki düşünerek/sorgulayarak yaşıyorsanız; kaçınılmaz olandır görmek/anlamak.
Susan Sontag’ın masamdaki kitabına, Satürn Yıldızı Altında kitabına döndüm. Yarınki deniz yolculuğumun yol arkadaşı. İki haftadır Bursa’ya gidemedim, seminerler Haziran sonuna kadar devam.
Kitabın son denemesi “Tutku Olarak Zihin”den başlıyorum okumaya.
Benlik sanrısı çeken, ikiye bölünen birini anlatmak istiyorum. Anlatıcı, benlik sanrısını çeken bir kadını anlatıyor. Hem duygularında hem de yaşadığı yer(ler)de. Anlatıcının “ben” ve “öteki” yolculuğu/sorgusu da buna katılıyor üstelik. Benzeşik olanlar, apayrı yerde duranlar…Kadının bedensel sorunları, onu anlatanın arzusu…
Biraz daha somut imgelerle anlatılırsa, onun bu duygu durumunun ne’liği daha iyi anlaşılır diye düşündüm. İlk notlarımdaki imgeler bir bakıma yazma denemesi…
Zihnimi durduramadım, anlatı defterime döndüm, ve öyküyü yazmaya yöneldim bile.
Anlatı öyle bir seyir aldı ki; orada sevgisizlik kapanına kıstırmış, kendini adeta kirpi gibi oklarını çıkaran birine dönüştüren kahramanın sanrısı öne çıktı. Aşk, sevgi sandığı bir şeye koşarak gidiyor sonra da hüsrana uğruyor. Bastırılmış cinsellik ve geleneksel kodlar arasında sıkışıp kalan bir taşralının öyküsü…
Oysa, o, ruhunu/bedenini arındırarak düşündüğünde nereye hangi duyguya hangi düşünceye aitliğini görecek, aklının ve duygularının ibresini birleştirerek yol alabilecektir.
Yazarken,bir terzi gibi kendime giysi biçmiyorum. Yaşarken de öyle. Bana uymayan elbiseyle hiç mi hiç duramam. Hele o kumaşı kendim seçmemiş, dikimine, ölçümüne karar vermemişsem, asla!
Sontag’a dönecek olmursam: Daha söze Canetti’den giriyor. Bu kadının aklını/zekasını seviyorum. Frankfurt Kitap Fuarı’nda bir konuşmasını dinlemiştim, “11 Eylül” sonrasıydı. Yanımdaki arkadaşa yönelip dedim ki; “Bu konuşmadan sonra Sontag seni ABD’ye almazlar!” Ama o döndü, sonra da kanserle mücadelesi başladı yeniden…
Her “iyi okur” okumasını istediğim yazarlardandır Sontag. Özellikle düşünce yazıları/denemeleri, hatta günceleri… Bunun yanına elbette ki Canetti’nin denemelerini de koymalı.
Sanırım bir yazarın başka yazardan en çok alacakları da onun düşünce yazılarıdır. Çünkü roman ya da öykü yazıyorsanız başka bir romancı/öyküsü size ancak bir ses/tını taşıyabilir, nasıl yazmanız gerektiğini çok da öğretmez. Ancak gösterebilir; yani bakın bu şöyle söyleniyor, ben şunu şöyle yaptım, siz de kendinize görelikten hareket edin, kendi kurallarınızı estetik bilginizi ortaya çıkarın. Yani bizi bilin, ama bizi taklit etmeyin…
Sontag iyi şeyler söyleyen bir yazar, üstelik sizi başka yazarlara da kavuşturan biri. Canetti’nin Hermann Broch üzerine yaptığı ünlü konuşmasından söz ediyor. Evet, bir yazarın başka bir yazar üzerine bu denli etkileyici şeyler söylemesi önemlidir, ama ilginçtir de; çünkü kimse bunu pek göze alamaz. En azından bizim edebiyat ikliminde.
Sontag’ın şu tümcesinin altını çiziyorum:
“Canetti’nin Broch’u övmesi, gözünü diktiği ahlaki konum ve uzlaşmazlığın saflığını ve kendisindeki güçlü, hatta bunaltıcı modellere duyulan arzuyu ortaya koyar.”
Özellikle Orta Avrupa edebiyatında Canetti/Broch/Musil üçlüsü sanırım bir dönemin ruhunu yansıtması açısından önemle okunmalı.
Bunu, ben, biraz da müzikte Bach/Beethoven/Brahms üçlüsüne benzetirim; aynı tınıda ruhta yazan anlatıcılardır. Derin bir uyum ve tını bulursunuz her birinde.
Brahms’ın keman konçertosunu dinlerken sözünü ettiğim öyküyü yazmaya dönüyorum.


















