Sözün Ardı/Önü: 88 Yazdıkça Görülen: (32) Günsüz Günceler: V Mektupsuz yaşam yavandır biraz da! | Feridun Andaç

Nisan 29, 2025

Sözün Ardı/Önü: 88 Yazdıkça Görülen: (32) Günsüz Günceler: V Mektupsuz yaşam yavandır biraz da! | Feridun Andaç

  Ağustos 2017

Oğuz Atay’ın dediği gibi, “sevgili günlük” sana başka bir tepeden bakıp yazacağım şimdi. Ama gene mektuptan, mektup yazmaktan söz edeceğim.

Yazarak dokunduğumuz kesin. Bir mektubu özel kılan da bu. Başka yerde yazmayacağınızı, başkasıyla paylaşmak gereğini duymadığınızı o “özel” insana açıp dile getiriyorsunuz. Bu nedenledir ki, her mektup alıcısına göre biçimlenir. Yazma/anlatma arzusunu besleyen de aradaki işte bu dokunma/paylaşma duygusudur. Bazen, bir yanıyla, iç dökme gibi de gelse; birbirine taşınmadır.

Geçmişte geleneksel edebiyatta bu tür yazımalar birçok açıdan önemliydi. Günümüzde tavsasa da; gene de yazan biri için başka bir gözdür mektupla açılan/gören/anlatan.

Oğuz Atay’ın Sevin Seydi ve Pakize Barışta ile mektupları var, galiba hiçbir zamana günışığına çıkmayacak. Yusuf Atılgan ile Serpil Gence aşkı mektuplarda doğup gelişmişti. Onlar da belki bir gün yayıncısını bekleyecek. Hem, bu tarz mektupları insan ileride kitap olsun diye yazmaz.

Arşivimde birçok yazışma örneği var…Necati Cumalı’nın, Salâh Birsel’in, Samim Kocagöz’ün, Behçet Necatigil’in mektupları örneğin…

Biz, Meltem Arıkan’la uzunca süre mektuplaştık. İngiltere’de sürgünde yaşamaya başlamıştı. Ona orada yol arkadaşı olmak istemiştim yazarak. Sanırım iki yüze yakın mektup yazdık birbirimize. Başlangıçta dedik ki, bunlar bir zaman sonra kitap olsun. Galiba onlar da yayıncısını bekliyor. Ki, o İngiltere’de. Bakıyorum da, ‘aman bunlar kitap olacak’ gibi davranmamışız ikimiz de. Çoğu şeyi paylaşıp birbirimize açmışız. Yani ister istemez mektup kendi gerçekliğini var ediyor, eğer içtensen orada.

Dedim ya, içdökmeyle birlikte kendinden çıkıp öteki’ne gitme. Çünkü sözlerinin/duygularının paylaşanı/bekleyeni olması güzel, anlamlı; ötesi karşılıklı bir alışveriş. Yani anlayacağınız, her mektup da bir karşılaşmadır.

Duyguyu ciddiye alma, en az yazmak kadar. Yazarak dokunur insan birbirine. Biz, aslında, mektup yazarak iyi geleni yapıyoruz. Bu da hücre yenilemesi, belki de deri değiştirmek gibi bir şey.

Öte kıyıda ise, bir gün, bir kadın çıkıyor; uzak diyarda kitabını okuduğu bir yazara bir mektup yazıyor. Bir duygu/düşünce çınıltısı bu. Oradaki sesin dokunduğu kişi de onu yanıtlıyor. Arada onları birbirine açan/tanıtan, gösteren/anlatan, belki de sevdiren, hatta bağlayan tek  şey var: yazı.

Yazıda görmek işte bu. Sonra o hat boyunca yürüyerek birbirine varmak. Katmanların açılması gibi bir şey bu da.

Görüyorum ki; yazılan her mektupta yazan kendini açıyor, hem de aşıyor. Ben buradayım diyen bir ses. Neden ortak bir sese dönüşmesin sesimiz dercesine yazıyor adeta.

İşte bu tür yazının belirlenmiş kuralları, kimyası yoktur. O anla yakalan bir tınıdır. Bu denk geldiği için şunca gündür sözcüklerimiz birbirimize gidip geliyor. Üstelik bunlar “zorunlu yanıt” da değil. Öyle olsa nasıl yavan, sığ olur her söz.

Birçok yazarla yazıştık. Fakir Baykurt, Asım Bezirci, Memet Fuat, Salâh Birsel, Adnan Binyazar, Emin Özdemir, Hüseyin Haydar…Gül Işık, Işıl Saatçıoğlu, Aytekin Karaçoban…Daha onlarcası…

İlkten hatırladıklarım…

Demek ki aradaki yakınlıkta düşünsellik en başat öğe. Nereye nasıl baktığımızla ilgili bu biraz da. Hadi daha ileri gideyim; ortak noktalar…

Örneğin çokdillilik/kültürlülük, melezlik, göçebelik, sürgünlük, ada düşüncesi, uzak sınırlar/ülkeler, kolonyalizm… Ve daha birçok şeyin aramızda söze dökülmeyi bekleyen, üzerinde konuşulması elzem olan şeyler olduğunu bana anlattı sizin yazdıklarınız. Çünkü bunlar ve daha fazlası üzerine söz edebileceğimiz aşikâr.

Bu da bir yol/açılım getiriyor mektuplaşmalarınıza.

Bir zaman sonra bu mektuplar bizi nereye taşır, bunun rüyasına yatmadığımız da aşikâr. Bekleyen olmak, merak etmek, heyecanlanmak, şimdi ne yazıldı, neler yapıldı… Bunlar sanki o düşlerden daha renkli, daha da merak edilir düzeyde.

Bir başka kıyıya geçince şunu da görüyorum:

Derim ki; (sıklıkla derslerimde) her şey yazılıp anlatılmalı. Ki, insanlık tabularını yıksın. Saklı kaldıkça acı/sızı çoğalır. Yara bere içinde kalır insanlar….Hele hele çocuklar, o narin bedenleri nasıl da örseleniyor bu coğrafyada.

Patti Smith’i severim. Yazdıkları da başkadır. Onun “Çoluk Çocuk” kitabı bir başkadır. Okuyunca burkulmuştum. Okutmuştum da çoğu kişiye.

Ki, benim de dertlerimden biriydi çünkü “bırakılmışlık”… Bıraktığınız her şey çocuksuluktan çıkamıyor, bir türlü büyümüyor. Ülke de öyle, siyaset de, aile de, kadın da, erkek de…

Oğuz Atay’ın da derdiydi ya, bu “çocuk kalma”, “büyüyememe” hikâyesi.

Bir gün yazarım size, ona dair biyografik roman çalışmamın çekmecede beklediğini.

Evet, bu gecelik bu kadar. Zira sabah koşusu var, işler güçler var; biraz daha okumak yazmak var.

Bu ara bir Tezer Özlü yazısına başladım “Arka Kapak” dergisi için. Onu daha içerden anlatıyorum. Demir Özlü ile konuşmuştuk geçen gün. Tezer’den söz edince duygulanmıştı. Son bir mektubunu bulup okuduğunda ağladığından söz etmişti. Ölmeden önce yazdığı mektuptu. İki kardeşim mektuplaşmalarını kitap yapalım deyince, hoşuna gitmişti. “Peki Feridun, senin için hazırlayacağım bunu,” demişti. Şimdi merakla bu mektupları bekliyorum yayımlamak için.

Yorum yapın