“Hiçlik konusunda daha ileri gidilerek hiçliğin
sahip olduğu pek çok ince ayrıntıya kadar
inebilir.”
Jean Baudrillard
5./ Okurken Hatırlamak

Pusarık bir hava. Bir derginin istediği “poetik yolunuz” konulu yazımı yazdım. Birazdan kaldığım otelden çıkıp arabayla gezineceğim! Oysa yürümek isterdim. Ama böylesi soğuk yağmurlu havalarda yeşile doğru araçla gitmek…Ki, yolumun ucunu Şile’ye kadar vardırmak düşüncesindeyim…Küçük bir kahve bulup oradan Karadeniz’in seyrinde okumak, yazmak istiyorum. Biliyorum ki, bu mevsimde Şile sessizdir, insanları içdenizlerindedir. Ama esnafının o kendilik halidir beni daha çok çeken, bir de mekânlarının sessizliği. Hatta bırakılmışlığı…Dönünce, belki de oradan yazacağım size.
6./ Yazmak Size
Bilmem nereden çıktı bu. Birden imgeniz geldi gözümün önünü. Siyahın size yakışan halindeki gülüşünüz.. Ve gözleriniz..derin, anlamlı, taşıyıcı gelmişti o gün. Sonra gitmeyi seven haliniz, devinen biri olmanız, diller arası yolculuğunuz; o ayrıldığımız gün, I’ve Loved You So Long filmi üzerine getirdiğiniz yorum, benim acı üzerine söylediklerimi farklı bir açıdan zenginleştiren bakışınız hoşuma gitmişti. Nedir bu diye de sormadan size yazmanın başında buldum kendimi. Ve bugün de, yola çıkmadan önce, bir defter açıp, Şile’den Şili’ye size yazacaklarım için ilk cümleleri kaydettim:
Beni devindiren, belleğimi yeni yolculuklara çıkaran bir imgenin çağırdığı yere dönüyorum yüzümü. Yeni sözcüklere, yeni anlamlara, yeni sözlere doğru yol almanın yolcusu kıldım kendimi.
Şile’ye gelince, ülkeni, Şili’yi düşündüm. Belki de beni buraya getiren o duyguydu. Kapılar açılınca, yurtsuzluk beratım kalkınca nice sonra ülkeme dönmemin uğrak yerlerinden biri oldu burası da.
Yanım da okumak için ne mi var? Benim yazarım/düşünürüm Pontalis, onun Günlerin Kıyısında’sı; bir de (hadi sizi şaşırtayım) Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi ve Nabokov’dan Saydam Şeyler. Böylesi havalarda roman okumaya, hele hele klasik bir romanı severim. Dickens ise beni çocukluk, yeni yetme günlerime döndürür hep. Çok şey öğrenmişimdir onun romancılığından. Annem terziydi, onun bir arkadaşı vardı, kadın hep Dickens okurdu. İstanbul’dan gelmişlerdi, eşi orduda yüzbaşıydı. Hülya Koçyiğit’i andırırdı. Çok monden biriydi. Ortaokuldaydım, kadının roman okumasına âşıktım galiba! Bana da kitaplar veriyordu okumam için. Ben de okuma oburuydum adeta! Eşi nöbette olduğu akşamlar onda kalırdım, yalnızdı, çocuğu yoktu, “korkmasın” diye; evlerimiz karşı karşıyaydı. Ama bir zaman sonra onu eşinden kıskanmaya başladığımı anlayınca, galiba aşkın keşfine de yolculuğa çıkmıştım. Bunu bir denememde anlatmıştım. Şimdi hatırlıyorum, Lawrence’ın Lady Chatterley’in Sevgilisi’ni de o okutmuştu bana…sonra da..evet sonra da erkence bir keşif yolculuğu başlamıştı…
Dönünce yazmak, dahası orada yazdıklarımı size aktarmak üzre; şimdilik hoşçakalın!
7./ Giderken…
Yola çıkarken havanın puslu, karanlık oluşu gözümde Şile’ye uzayan yolu daha da uzattı. Vazgeçtim gitmekten. Dönüşüm karanlığa kalacaktı, o havada, zifiri karanlıkta araba kullanmayı da sevmiyordum.
Gene de bir mekân arayışındaydı bakışlarım.
Ara günlerde, Taşdelen-Beykoz arası kimselerin uğramadığı yerlerden geçtim. Küçük köyler adım adım semtlere dönüşüyordu. Yeni açılan yollar, binalar, siteler…Kuşatılan İstanbul’un başka bir yüzü vardı buralarda.
Belki de benimkisi nedensiz bir yönelişti ta buralara çıkıp gelmem.
Oysa, doğduğum o orta Anadolu kentine, Kırşehir’e gitme düşlerindeydim bura adım attığımda. Sonra, nedense, bir ürkeklik sarmaladı beni.
Şimdi bir mola yerindeyim. Pontalis’le baş başa kalabileceğim bir kır kahvesi…Yanan bir odun sobası, kirli masalar, buğulu camlar…Önce bir örtü seriliyor, ardından camların buğusu alınıyor. Bana, buraya hemen uyum sağlamak kalıyor.
Size yazmak için açtığım defteri Dickens, Pontalis defterlerinin yanından çekip alıyorum.
“Küçük parıltılar” ya da “parıltılı parçacıklar” demeyi düşünmüştüm ilkten “noktürn” yerine…Çünkü öylesine içimden geldikçe, hatırladıkça, çağrışımlara döndükçe yazacaktım size.
8./ Zaman Dönüştürür
İnsanın iki yüzünü düşündüm Pontalis’i okurken.
Yazarken, aslında, varolmayan(lar)a doğru yolculuk yapmaz mıyız?
Adını şimdi den koyuyorum bu anlatının: “Varolmayı da Öğrenir İnsan!”
Bir imge tutamacı belleğimizde yer etse de; olmayanı anlatırız çoğunlukla. Görülmeyen, hatırlanan ya da düşlenen…Ötede duran, gerçekliği kendi imgelemimizde yeniden tasarlanan…Şimdi, burada, demlikle gelen çağın buğusunu açınca, bir anda, yüzünüzü hatırlamaya çalıştım. Şu an yoksunuz, başka bir yerde, Viyana’da bambaşka bir mekândasınız; ve ben sizin imgenizi düşünerek yazıyorum. Önce hatırlananın ses olduğunu bilerek, sesinizin çağrışımındayım. Sonra, gözlerinizden yansıyan ışık renk alaşımında sesinizin tınısının taşıdığı anlamla söylediklerinizi hatırlıyorum birden. Karşınızdakini ikna edercesine güven verici konuşmanızı bir başka dile çevirmek istiyorum nedense. Hangi dilin bu konuşma ahengine iyi gelebileceğini düşünüyorum nedense. Sizi konuşturacak bir metin yazarsam, en çok kullandığınız sözcüklerin neler olabileceğini ayrımlamaya çalışıyorum bir de! Ama, gene de, en çok sesiniz, sesiniz yaratıyor sizin imgenizi..
9/ Boşlukta ve Sessizlikte
Buradaki o zamanı seviyorum nedense: sessizlik ve boşluk zamanı…öte, şu an Viyana’da, Bachmann’ın yurdunda gezinirken siz; onun Malina’sından ezberimdeki bir cümleyi hatırlamaya çalışıyorum: Acının bilincine ilk varış.
Bir yanıyla ağulu bir yapıt Malina. Ü insanın gezinip dönüştüğü duygu kıvrımlarından dönüşerek nasıl yoğun yaşadıklarının öyküsü bir yanıyla…Öte yanını siz sormayın! Aslında, döndüğünüzde, belki de bunu karşılıklı okuyarak anlamak/anlatmak gerek. Bir farklı okuma yolculuğuna çıkarak üstelik. Ama, siz iyi bakın sokaklarına, caddelerine ülkenizin. Çünkü, dönünce Bachmann’ı okumaya, oralara çok döneceksinizdir…
















