1./Hatırlayışlarda
Gecemdeydiniz. Sırlanan bir camaltı resmine dökülen renklerle baktım size. Gözleriniz çıktı karşıma. Sonra yüzünüzde asılı duran hüzün. Uyanınca o kısa uykudan sabahımın aydınlığına dönüştü bakışlarınız.

Yeni bir ezgi aradı duygularım.
Belleğime döndüm:
“Bir gün olsun unutunca,
Dışımda kalıyorsun
Oysa seni düşününce
İçime sığmıyorsun,” demeye başlamıştı Fikret Kızılok.
Buruk, içli, ezgili bir ses…Hayata ve aşka dair ne varsa gelip anlatıyor size.
İlk gençliğimde onunla (bir de Esin Afşar’la) karşılaşmamı hatırlıyorum.
Çocukluğumun kentine konsere gelmişlerdi. Bir gece “özel davet”te sahne alacaklardı. Onların önünde kendi orkestramızla “sahne almıştık”… Bir de kuliste tanışıp konuşmuştuk…Unutulası ân değildi.
Ân’lar hiç unutulmaz. Hayatımıza çizik atıp geçtiklerini sanırız…Ama hiç de öyle olmuyor…
Taşırız onları. Belleğimiz bir yerde saklı tuttuklarını ortaya çıkarır. Belki de tek bağlanarak yaşadığım o’dur: bellek.
Şimdi siz de orada yerinizi aldınız! Ne tuhaf değil mi, birkaç ay önce yoktuk birbirimiz için. Şimdi ise, “içime sığmıyorsun” diyecek duruma geldim! Peki ya siz, siz nereye koyuyorsunuz beni?
Gene de, son yazdıklarınızdan biliyorum ki; yüzüm özleminizle solacak!
Bu konuda nasıl da yanılmak isterim biliyor musunuz? Bu size kavuşmak olacak…
2./Varolma Yolculuğu (1)
Sözcüklerin tınısını hissedip, neler yazılabileceğini gösteren cümleleri okuyunca yazmadan edemedim.
Akşam, yazıevime döndüğümde, Pessoa defterlerimi aldım önüme; okuma notlarıma göz attım. “Pessoa’nın Dilleri” adını verdiğim yazımı süren denememi okudum. Huzursuzluğun Kitabı’na göz attım. Yayın yönetmenliğim zamanında yayımladığım Düşsel ve Gerçek kitabındaki şiirleri arasında gezindim. “Denize Övgü” şiirini yeniden okurken yazmaya yöneldim.
Hüzün yazdırır, keder ve acı da öyle. Yaşamımızdaki kırılmalar ise bize olagelenlerin arkasındaki sırlı yanları görmemizi sağlar. Evet, kendimizi yazının içine koyarak yazarız… Biz’den değil, ben’den söz ederek yazarım kimi zaman…Bu da, bir kıyı yaratmak için iyidir. Pessoa’nın dünyasını çağrıştıran, onun kırılgan dünyasına neden olan Ophélia’yı düşünürken böylesi bir karşılıksız aşkın da yazıda sizi nerelere taşıyabileceğini görürsünüz ister istemez!
Sonra, gelip Nilgün Marmara’nın şu çığlığında duralıyorum:
“Karanlığın içinde varoluşunuzu böylesine keder verici algılamamın sonucu, sonsuzca katlanan uslamlamalar, içsel haykırışlar, yürek daralmalarına neden olduğunuz bildirilirse, inanışınızın ve düşündükten sonra katılımınızın içtenlik kanıtı ne olabilir?” (*)
Evet, sözde durup bu eylemin güncesini yazmak istiyorsun..
3./ Uyandığımda
Gözlerimdeydiniz uyandığımda, tenimin esrimelerinde. Bahar kokularını taşımıştınız, dağ esintilerini. “İmkânsızın dilini şimdi konuşmayalım,” dercesine; korkularınızı imlemiştiniz.
Ve, bana dokunuyorsunuz bu halinizle de. Şimdi ummanlardayım; baktığınız her yerde, dokunduğunuz her şeyde.
4./ İmgen Senin (2)
Pablo Neruda’yı anarken…
Dokunan bakışlarındı. Duruşundaki anlam…Sonra teninin alevi…
Esrime nöbetleri geçirten bir bakıştı o. Sonra, dokununca gözlerine; ısısını alınca teninin her bir sözcükle gelen anlamın yolculuğuna çıktım.
Sordum kendime de: Sahi kimdin sen?
Çağıran neydi; bir alevin parıltısı mı, yoksa yaşanmak istenen arzu mu, ertelenen düşler miydi?
İmgen senin, yarım kalanları anlatıyordu bana; bir de imkansızı.
Yüzün senin; bakışlarındayım şimdi, gözlerinin ışığında. Gülüşünün anlamında. Senden taşınan sözlerin bekleyişinde. Yüzün senin, anlatıyor ya varlığını; işte öyle bakıyorum senin zamanına. Çıkıp dağ suyu içmek geliyor içimden, nergisler, kardelenler toplamak sana…Bilmediğin çiçek adlarını taşımak…Sonra bunların kokusunu öykülere katmak…Yüzün senin, bir ırmak, çağlayan bir pınar parıltısı…Şimdi bakınca gözlerine, dokununca teninin sıcaklığına anlıyorum zamanlar ötesinden taşınan alevin yalnızca Hephaistos’un ellerinde olmadığını.
Yüzün senin, sözcüklerini devşiriyor bana…Tutup onlara dair bir bir yazmanın eşiğine getiriyor beni.
İlk söz geliyor, senden yansıyan ışıkla dilime bürünüyor:
“Aşk hiç beklemediğin bir an gelişigüzel çıkıverir karşına. Senin varoluşun onunla karşılaşmaya hazırlıklı mıdır hiç hesaba katmaz. Ruhun belki de derin bir kargaşa anında rastlar ona. Kaçınmak, kendi yoluna akmak istersin. Ama o; kalın sandığın duvarlarının ıssız oyuklarından içeriye sızmaya başlamıştır bile. Kendi yangınında kanamaya devam etmek istersin, fakat artık çok geçtir. Çaresizlik içinde kendini koy verirsin.”
Yüzündeyim şimdi, bakışlarının ıssızlığında. Çağıran ne, diye dönüp baktığımızda da bizi ilk karşılayan imgenin tutundurduğu yerdeyim. Apansızın gelenin dilini çözmek için gözlerimi gözlerine bırakıyorum şimdi…
5./ Yüzün Senin (2)
Bakışsızlık burcundan geçtik. Dokunurken sana bakışlarımla, ellerim sarınca belini, yüzün senin; içinin algınını taşıyordu bana.
Diyordun ki:
“Nasıl bir duygudur, ya da yalnızca duygu mudur; kararsız kalırsın. İki kişinin hissettiklerini birbirlerine kanıtlayabilmeleri için tutkulu bir iktidar mücadelesi midir veya bir yanılgının yansıması mı, çelişkide kalırsın bir süre. Sadece yaşanması kaçınılmaz bir zorunluluktur geldiğinde. Yaşamadan, söz geçiremediğin arzularını dindiremezsin.”
Dindiremediğim sendin, bakışların, yüzünün anlamına sığan gülüşünün taşıdıkları. Gelince o duygu kapınıza, salt yaşanması için yaşanmayacağını bilerek söze durduk. Dokundu o gece parmak uçlarımız birbirine; ellerimiz iletkendi, sevendi, özleyendi, arzu barınaklarına götürendi. Sustuk ikimiz de, sustu tenlerimiz. Şimdi bakıyorum sana sözcüklerinin içinden, bir de yüzümde izi kalan gözlerinin anlamından…
Tanıdık gibi gelse de, başka dilin sesiyle yol alırız, başta tenin özlemi buluşmasıyla. Yeniden yaratırız kendimizi yeni bir bakışla. Tutuklu kalsak da, tutkulu olana bakışımız değişmez. Gene de, içkörlük havuzlarından geçirir bizi aşk. Yeniletir, hayatın bir başka boyutunu açar önümüze.
Sözlerin de, tam bu noktada çıkıyor karşıma:
“Aşk, tüm kapılarını körlüğe açmaktır. Savunmasızlıktır. Bir gün çekip giderse, altında kalacağın enkazı ve yaşayacağın tüm depresif an parçacıklarını önceden göze almaktır. Öyle içgüdüsel bir bilmezlikle ona doğru itersin ki kendini, akıl evinden geçen tüm konuşmalarını susturmayı başarırsın.”
Biz, şimdi, o “akıl evi”deyiz seninle. Duygu oyunundansa, sezgisel yolculuğumuzun bize taşıdığı anlamın ardındayız. Uzak-yakın kılmadan bakıyoruz birbirimize. Dokunuyor, parmak uçlarımızla içimizin yangınını aktarıyoruz…Sınırdayız, başka şeyler konuşulmasın diye sözü anlamına dönüyoruz belki de!
(*) Metinler, Nilgün Marmara; 2015, Everest Yay., 56 s.

















