sonunda sessizlik, sonunda toprak, sonunda bir dua | Sonat Yurtçu

Şubat 7, 2025

sonunda sessizlik, sonunda toprak, sonunda bir dua | Sonat Yurtçu

Ses orada duruyordu. Sokağın içinde, kafelerde, barlarda ve yüzüne baktığında iğrendiğin insanların içinde o ses duruyordu. Duymak istemeyeceğin, kulağında dolaştıkça kafana yerleşen ve kanser gibi tekerrür eden ha geldi ha gelecek, peşindeki bir gölge o ses.
Yürürken, düşünürken, üçlü bir koltukta tanımadığın insanlarla otururken ve hatta uyurken içini kemiriyordu.
Bu bazen hiç duymak istemeyeceğin ve hatırladıkça seni altında ezen güzel bir müzikti. Çocukluğundan kalan o radyonun sesi, bu yaşında hâlâ sana mutsuzluğu, ölmeyi, yaşamak için aradığın sebeplerin kaybolduğunu hatırlatıyordu.
Kim sevmek ister mutsuz bir insanı. Kim bilerek ve isteyerek aralarda nükseden mutsuzluğa ortak olmak ister. Kim o sesin içinde yitip gitmeyi göze alır.

Eskiden sokakta kalan insanların yanına oturur, konuşmalarını beklerdim. Bazıları hayatını anlatırdı. Bazıları da sadece susardı. Kolunu kaybeden bir adamın hikâyesini dinlemiştim. Herkese macera dolu bir hayatın kaybedilen uzvu olduğundan bahsediyordu. Bazen gemide çalışırken kolunu kaybettiğini söylüyor bazen de paraşütle atlarken düştüğünü ve kangren olan kolun kesildiğini. Başında şapkası omzunda sırtına atılmış ceketiyle bir kovboy gibi gezerdi. Bana da anlattı hikâyesini ve gerçek hikâyem budur, dedi. Dinledim. Sesindeki heyecanı, dürüstlüğü ve ağlarken ne kadar çirkin olduğunu gördüm. İnsanın sevişirken sesi değişiyor. Ağlarken değişiyor, mutluyken değişiyor. İnsan ölmediyse şayet çığlık atarak doğuyor. Öyle bir ses ki o ölürken verdiğimiz nefese denk oluyor. Dinledim kolsuz adamın hikâyesini ama inanmadım. Çünkü o da unutmuştu kendi hikâyesini, hatırlamıyordu. Hatırlamak için geçmişindeki o sesi tekrar bulabilmek için masallar uyduruyordu.

Elinde bağlama olan bir adam, çok güzel şarkı söylüyordu. Çalınca anlamıştım cezaevinden çıktığını. Depremde ailesini kaybetmiş, sonra da kendini. Öğretmenliği bırakmış sokaklarda kalıyordu. Tekelden pet şişeye votka ananas yaptırırdı. Güzel sohbet ederdi, güzel içerdi güzel bir şekilde öldü. Sesi kayboldu gitti.

Akşamları radyo tiyatrosundaki o tok ses karşımda duruyordu. Baktım, dinledim. Ona sorulabilecek en aptal soruyu sordum: Sokağa nasıl düştünüz?
Sokağın düşülebilecek bir yer olmadığını o tok sesli adamdan öğrendim. Kendi istemişti. Alkolle kurduğu dostluk yüzünden çocuğunu, karısını bırakıp sokağın içine dahil olmuştu. Konuşurken yüzüme bakmıyordu. Uzak bir yerdeydi. Hiçbir anlamı olmayan ve tek bir romantik düşünce bile barındırmayan bu adamın bakışı bomboştu. Gözlerinin siyahı beyaza, beyazı da siyaha bulaşmıştı. Onun sesi de Yoğurtçu Parkı’nın ortasına gömüldü.

Yaz kış başında beresiyle gizlediği yağlı saçları çenesine kadar sarkardı. Mutlaka bira içerdi. Adını hiç söylemedi. Moda Burnu’nda aynı bankta otururdu. Ayakkabıları her sene değişirdi, kıyafetleri hep aynıydı. Çok güzel gülerdi. Ona hayatımı anlatırdım. Sevgilimden şikâyet eder, ailemi çekiştirirdim. Dünyanın gidişatından dert yanarken o gülerdi. Hiç sormadım neden gülüyorsun, diye. Oturdu ve sadece baktı o da. Bu sefer denize baktı bu adam. Onun sesi gülüşüydü. Ölmedi, geçenlerde gördüm. Bir baş selamı verdi. Karşılık verdim ve gittim.

Tanıdığım herkesin başka bir sesi vardı. Bazen tahammül edemediğim mide bulandırıcı şatafatlı seslerden kaçmaya çalıştıkça kendimi tam ortasında buldum. Kişisel gelişim zırvalarındaki gibi sevemez insan kendini. Ama nefret etmek de istemez. Başarı hikâyeleri ya da başarısızlığın getirdiği o güçle tekrar başarmak için yola çıkanların hayatlarıyla ilgilenmez düşmüş olan. Dahil edilmek ister. Kabul edilmek ister. Aptallıkla mücadele etmenin anlamsızlığını farkına varanlar seslerini kaybedebilir. Susabilir. Bazen de tek bir ses beklerler.

Oğuz Atay “Ben buradayım,” derken bence bağırıyordu. Hiç sakince söylememişti. Sonuna ünlem koymadığı için bağırmadığını zannettik. Aslında haykırıyordu. Ses hep oradaydı; banyoda akan su, denizden vuran dalga, çimenlere çıplak ayak basmak, mezarlık selvilerinin hışırtısı.

Öyle sevgili Sait Faik, bazen gelmedi mi o “Hişt hişt!” ve beklentiyle kulağını açmış dururken gelmeyeceğini anlıyorsun. Kulaklarını, gözlerini bütün seslere kapatıyorsun.
Sonra perdelerin açılmadığı, pencerelerin sürekli kapalı olduğu, müziğin bile sustuğu o an geliyor. Diyorsun ki; sonunda sessizlik, sonunda toprak, sonunda bir dua.

edebiyathaber.net (7 Şubat 2025)

Yorum yapın