Sibel Oğuz: “Değer yargılarımıza, toplumun normlarına ters düşebilir”

Ekim 31, 2025

Sibel Oğuz: “Değer yargılarımıza, toplumun normlarına ters düşebilir”

Söyleşi: Nilgün Çelik

Sibel Oğuz’un son öykü kitabı Eksik Parça Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarla son kitap üzerine konuştuk.

Sembollerle güçlenmiş harika öykülerin var. Her imgenin bilinçaltında bir karşılığı var; bu bakımdan öykülerini güçlü buluyorum. İlk öykün Kefaret böyle bir öykü. İlk öykü kitabında olduğu gibi hassasiyetin yine aile ve bir baba figürüyle başlamış. Bu konuyu Kefaret adlı öykünün bağlamında sormak istiyorum: Baba figürü sende neyi temsil ediyor?
Ve ayrıca kahramanın “kuşçu olmayı” isterken tamamen özgür olmayı mı işaret ediyordun?

Merhaba sevgili Nilgün. Bir kez daha seninle, yeni kitabım üzerine sohbet etme fırsatını bulduğum için mutluyum ve şanslıyım. Umuyorum ki nicelerini karşılıklı konuşmak, nice kendi doğrularında ısrarcı kahramanlarımı anlamaya çalışmak nasip olsun. Çaylar hazır, başlayalım.

Baba figürü soruna “Sibel” olarak cevap vermek isterim. Birçok sorunun cevabı burada sanırım. Babamla fazla vakit geçiremedim ne yazık ki. Bunda aramızdan erken ayrılmasının etkisi elbette büyük. Babamı, annemin anlattıklarıyla daha detaylı tanıyor ve hatırlıyorum. Bu, bir kız çocuğu için oldukça elzem. Baba, bir çocuğun dünyasında bütün boşlukları doldurabilmeli… Oysa benim içimde ayağımın takıldığı çukurlar var. Babaya özlem var… Bunun yanı sıra, toplumda çocuğuyla iletişim kuramayan bir baba gerçeği var. Bir gözlemci olarak buna duyarsız kalmak mümkün değil.
Ben öykülerin de bir yazgısı olduğuna inanırım. Ne vakit bir öykü yazmaya otursam, içimdeki kuşlar kanatlanır. Benim kahramanlarım, kendi iç dünyalarında bir özgürlük mücadelesi veren; çevresel faktörlerden dolayı bunu gerçekleştiremeyen, başkaları tarafından belirlenen – aile, toplum, sosyal çevre – hayatı yaşamak zorunda kalan kahramanlardır ne yazık ki. Kefaret öyküsündeki karakter, bütün bu baskılara rağmen içindeki kafesi kırmayı başarıyor. Bunlara tanık olmak beni mutlu ediyor doğrusu.
Mutlak özgürlüğün olmadığına inanan biri olarak kahramanlardan bunu beklemem söz konusu değil. Onlar da bunun gerçekleşemeyeceğinin farkındalar. Fakat kendilerine çizilmiş o sınırları genişletme çabası içindeler elbette.

Kitabın girişinde çok etkileyici bir sözün var: “Benimle iyi geçinen kahramanlarıma.” Bir yerde kitabını kahramanlarına armağan etmişsin. Benim merak ettiğim şu: Sözünü dinlemeyen, tasarladığınla yazdığın arasında fark olan kahramanların var mı? Sen kahramanlarını özgür bırakıyor musun?

Sevgili Nilgün, zihnimde bir öyküyü tasarlamaya başladığımda önce karakterlere isim takarım. Çünkü onlarla iletişim kurabilmek için isimleriyle hitap etmem gerekir. Evet, öykü çatışmadan, gerilimden doğar fakat bu çatışmanın akabinde bir uzlaşma gerekir. Benim kahramanlarım her ne kadar dik başlı görünseler de hikâyenin yazım sürecinde bana olabildiğince yardımcı olurlar. Günün sonunda her biri bir öykünün ölümsüz kahramanı olur. Bu bağlamda, evet, uzlaşmacılar.

Diğer yandan öykünün bir matematiği var, olmalı da. Ama ben hiçbir öykümü zihnimde tasarladığım gibi yazamadım. Kahramanlarım benim koyduğum sınırları ihlal ettiler. Başına buyruk davrandılar; hiçbir zaman onları yönlendiremedim.
Kendi bildikleri yolda yürüdüler, kayboldular; fakat bir yolunu bulup düzlüğe çıktılar.


Vebal adlı öykünde bir iç hesaplaşma var. “Ben hırsız değilim” diyen kahramanın ve bir de gölge karakterin Serap var. Bu öykün de diğer birkaç öykün gibi gizli göndermeler içeriyor kanısındayım. Doğru mu düşünüyorum?
İnsan kendi hayatından çalabilir mi? Bilinçle seçilmiş olduğunu düşündüğüm “Serap” isminin bir karşılığı var mı? Bir dilek, bir özlem midir?

Vebal öyküsünü birkaç cümleye sığdırmak benim açımdan oldukça zor. Tam olarak “gönderme” olduğunu söyleyemem fakat evrensel mesajlar elbette var. Bunun yanı sıra bireyi kendine düşüren, kendi gerçekliğiyle karşı karşıya getiren bir yüzleşme öyküsü esasında. Bir çeşit öz eleştiri, iç hesaplaşma diyebiliriz.
Karakter, hataları ve pişmanlıkları üzerinden bizi geçmişine doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculuk kendi hayatından çaldıklarıyla dolu. Kendi hayatımızdan çaldıklarımızı sıralayabilsek, çok uzun bir liste çıkacağına eminim. Dijital çağ ile birlikte boşa harcadığımız zaman bunun en büyük örneği.
Öyküde kahraman “Beyaz, buzlu ve kaygan günlerimde kaç kişi sakatlandı?” derken, bir taraftan muhatabına yaptığı haksızlıkların, bir taraftan da kendi yaşamını sağlam bir zemine oturtamamanın pişmanlığını duyuyor.
Serap karakterine gelince — çok anlamlı bir isim takmışsınız. “Gölge karakter”… Gölge her ne kadar bize ait olsa da gerçeklikten çok uzaktır. Serap, yer yer özlem, yer yer dilek, yer yer ise yanılsama diyebiliriz.


İyi Şiirleri Kötü Şairler Yazar adlı öykün, sanatın gücünü hatırlatıyor bize. Yaşama tutunmak için aşkla birlikte hareket eden sanat çok güçlü. “Birilerinin bahçesi solarken, solduranların vişne ağacının çiçeklenmesi” çok güçlü bir metafordu. Bu öyküde toplumun, ailenin baskıcı yönünü mü irdelemek istedin?

Sanat, sarsıcı kayıpların sonucunda mı doğar? Bence evet. Bir sabah uyandığımızda kendimizi konfor alanımızın dışında bulabiliriz. Bu bir savaş olabilir ya da bir doğal afet… Kendi irademiz dışında gelişen şeyler de buna dâhildir.
Hayat acımasız bir öğretmen; bize neler getireceğini bilemeyiz.
Bize iyi gelen, iyileştiren şeyler tercihlerimizin arasında olmayabilir. Değer yargılarımıza, toplumun normlarına ters düşebilir.
İşte burada başlar kişinin sınavı: imkânsızlığa karşı verdiği mücadelesi. Bu öykü, bireyin duyguları ve mantığı arasında sıkışıp kalması; ailesinin ona seçme hakkı tanımaması ve içinde büyüttüğü umudunu yitirişinin öyküsüdür.

Kitaba adını veren, bana ilginç gelen öykünden bahsedelim isterim: Bu Hikâye Tutar Canan. Bu öykü, kendiyle toplum arasında sıkışmış kadının hikâyesi mi, yoksa deli olma hâlini kabulleniş mi? “Tutan” hangisi?

Bu öyküde hayal dünyamın sınırlarını zorladığımı söyleyebilirim. Herkesin kendi bakış açısıyla yorumlayabileceği bir öykü. İç sesimizin yahut duygularımızın, bazı zamanlarda bizi susturabilecek güçte olduğunu birçoğumuz yaşamışızdır.
Çok değil, birkaç yıl öncesinde “bozulmaya yüz tutmuş dünya” diyorduk; şimdi ise dünyanın çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu konuşuyoruz.
Bu durumu kabullenmekte zorluk yaşamadığımızın farkına varan Canan karakteri, esasında böyle bir dünyaya sağladığımız uyumu eleştiriyor.
Bunu kendi normalinin dışına çıkarak yapıyor ve bize şu soruyu yöneltiyor: “Biz neyi arıyoruz? Normal olan nedir?”
Öyle sanıyorum ki “tutar” dediği, bu soruların peşine düşenlerdir.

Bir dervişle sivrisineği karşı karşıya getirdiğin öykün Sivrisinek de sembollerle güçlenmiş. Derviş ilahi gücü, sinek doğayı mı temsil ediyor?
Bu öykünün çıkış noktası nedir?

Bu öykünün temelinde güç üstünlüğü ve kibir var. Dünya kurulduğu günden bu yana zayıf ile güçsüzün savaşına tanık olmuştur. Kabil, kardeşi Habil’i öldürdüğünde bir yandan kibrinin kurbanı olmuşken, diğer yandan ihtimal, onun güçsüzlüğünden yararlandı. Diğer canlılar aleminde de durum farklı değil. Belgesellerde çokça tanık olmuşuzdur; bir canlının yaşamını sürdürmesi için başka bir canlının kendini feda etmesi gerekir. Bu, bir çeşit kabulleniş. Esas sorun elbette ki insanın yaşamını sürdürebilmesi için bir şeylere bağımlı hâle getirilmesi. Bu haksızlığın sıradan bir döngüye dönüşmesi ise evrensel bir suç bana göre.
Diğer yandan ise sivrisinek, mutlak inancın içinde korku barındıramayacağını vurguluyor. Karşısında, zihninde ütopik bir dünyanın hayalini kurarken, bir sivrisineğin sesine tahammül edemeyen, ondan ihtiyacı olan kanını esirgeyen, kendisini nirvana makamına ulaşmış gören, kibrinin esiri bir dervişin bir sineğe yenilgisini anlatıyor. Sineğin vızıltısı ise, dervişin inancındaki kırılganlığı ve bütün bu olup bitenlere seyirci kalan dünyanın sessizliğini vurguluyor.

Yine aile öyküsü ve baba figürünün ön planda olduğu, derin sembollerin gizlendiği bir öykün var: Kusur.
Pelerinin, boncukların her birinin gizli bir öznesi var. Peki buradaki kusur neydi? Hangisiydi? İnsan olmak başlı başına bir kusur mudur, yoksa?

Evet, elbette insan olmak hep bir tarafı eksik demek. Siz buna “kusur” dersiniz, bir başkası “tamamlanmamışlık” der. Dünya hiçbir zaman adil olmadı; geçmişte de böyleydi. Dünyanın neresinden tutarsanız tutun, hep kusurlu, elinizde kalıyor.
Bana göre en büyük kusur, insan sevgisinin ne olduğunu bilmemek; muhatabını anlamamak, görmezden gelmek.
Bir babanın çocuğunu görmemesi, sevgi ihtiyacını karşılamaması…
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde temel ihtiyaçları karşılayamayan birey, buna aitlik ve sevgi ihtiyacı da dâhil olmak üzere, kendini gerçekleştirme potansiyelini açığa çıkaramaz. Dolayısıyla bu öyküde, çocuğunun temel ihtiyacı olan sevgi ihtiyacını karşılayamamış bir baba var. Karşısında ise her şeye “evet” demek zorunda bırakılmış bir kız çocuğu…
Filmin son sahnesinde bu acı gerçeği görüyoruz, ne yazık ki.

Teknik olarak bilinç akışına yakın bulduğum öykün Bir Yok Oluş Hikayesi, anne temalı hisli bir öykü.
Son cümlen çok etkileyici ama okurların için bu cümleyi biraz anlatmanı isterim: “Bazen bir alarmı ertelemekle, bir arayanı ertelemek aynı şeydi belki de.”

Bir öykücü her olayı, her durumu hikâye etmeli, edebilmeli de — tema ne olursa olsun. Bunu savunan biri olarak, ölüm temasını yazmayı sevdiğimi söyleyemem. Belki de yüzleşme korkusu, öteleme… Bilmiyorum. Eğer bir hikâyede biri ölecekse bu sessizce olmalı. Hislerimle anlatmalıyım, sere serpe değil.
Bahsettiğiniz cümlede bilinçli bir eylemsizlik var. Duymak istemeyeceği şeyi erteleme var. Ötelediklerimiz, yüzleşme cesareti gösteremediğimiz şeylerdir esasında. Dolayısıyla bu cümlenin net bir cevabını vermek mümkün değil. Öyle sanıyorum ki yanıtı okurların yorumlarında saklı.

Edip’in Rüyaları çok katmanlı bir öykü. Yaratanla çatışan bir karakter, sürekli öten bir horoz, rüya ve gerçeğin birbirine girdiği sahneler var. Bu imgelerle derinde çok daha ağır bir şeyden bahsediyorsun bence. Bunların karşılığından bahseder misin? Yaratanla çatışmak, horoz, kırık ayna neyi görmemizi istiyor?

Edip’in iç dünyasına yoğunlaşınca, orada olup bitenlerin dışarıdaki seslerden daha gürültülü olduğunu görüyoruz. İnsanın kendisiyle olan derdi, çatışması bitmiyor. Bu öykü bunun örneği.
Karakter, en temelde yaratıcıyla kurduğu bağı çocukken yaşadığı olumsuz bir hadisenin zedelemesiyle kaybediyor. Yetişkin döneminde karşılaştığı en ufak sorunda, bu travma onu yaratıcıyla sürekli karşı karşıya getiriyor.
Geçmişte yaşadığı travma, ileriki yaşantısında iletişim sorunu olarak çıkıyor karşısına. Yalnızca yaratıcıyla değil, muhatabıyla ve nesnelerle de bir çeşit kavga hâlinde.
Yine bir babanın, uzun vadede çocuğu üzerindeki olumsuz etkilerini görüyoruz. Kırık ayna kişilik bölünmesini, susmayan horoz ise susturulmuş iç sesi ifade ediyor.

Son sorumu tüm öykülerinin genelinde sormak isterim. Özneleri gizli sembollerle öykü yazabilmek nasıl bir okuma ve çalışma gerektirir?

Geçmişten günümüze hiçbir konu yoktur ki anlatılmamış olsun. Biz öykücülere düşen, o konuyu dönüştürmek ve kendi üslubumuzla yorumlamaktır. Dilin de yetersiz kaldığı durumlar, yaşanan olaylar vardır. Sözün bittiği yerde imge ve semboller devreye girer.
Bu, bilinçli yaptığım bir çalışma değil; zihnim imgelerle, sembollerle uyarı veriyor bana. Karakterleri seçerken, sembollerle uyumlu olmalarına elbette özen gösteriyorum. Tabii okumak, illa okumak, illa okumak… Yazmanın yolunun okumaktan geçtiğini hepimiz biliyoruz. Elimden geldiğince okumalarımı edebi metinlerin dışına taşıyarak da çeşitlendiriyorum.
Kesin bir cevap vermem gerekirse; yaşantı zenginliğimin, sözlü gelenekten geliyor olmamın etkisi elbette büyük.
Bununla beraber Latin Amerika yazarlarının üslubum üzerinde etkili olduğunu da söyleyebilirim.

Tüm cevapların için teşekkür ederim.

Bu ilham verici sorular ve keyifli sohbet için çok teşekkür ederim.Başka bir eserde görüşmeyi umuyorum.
“İnsanı sevmekle başlıyorsa bütün güzel hikâyeler…” Yeni hikâyelerde görüşmek üzere. Sevgiyle, öyküyle kalın.

Yorum yapın