Şehrazat’ı bekleyenler | Havanur Taflan

Temmuz 6, 2023

Şehrazat’ı bekleyenler | Havanur Taflan

Sabit olan dünyanın değişkeniyiz hepimiz. Bizi sarıp sarmalayan… Tüm varoluş kaygılarından azade akan zamanın içinde erimek istiyoruz. Ama… Zamanda kısılıp kalmış bir haldeyiz. Hikâyesi anlatılamaz olanın üzerinde düşünmeye değecek bir hayatı olmadığına inandığımızdan… Anlatma isteğiyle kıvranıp duruyoruz sürekli.  Oysa hayat hikâye gibi yaşanmıyor. İçinde özü barındırmasına özü imgelemle deşifre edip iksir yaratabilmesine rağmen… Hayat, ne öz ne de iksir çünkü. O zaman neden takılıyoruz hikâyelerin ardına? Kayıplarımız ve yarım kalmış hayallerimiz mi bunun nedeni? Yoksa katlanmaya çalıştığımız tüm o kahrolası şeylere dayanak arayışımız mı? Ya da o hiç gelmeyen adaletin tecellisi karşısındaki umutsuzluğumuz… Hamlet’in, babasının hayaletiyle karşılaştığında babasının ona; “Beni hatırla. Benim hikâyemi anlat” demesi gibi bir zorunluluk belki de… 

“Biraz daha katlan bu kötü dünyamıza

Benim hikâyemi anlatmak için.”

Hayatta boşluğa yer yok. Ama sessizliğin yarattığı o boşluk… “Hikâye anlatıcısının hikâyeye sadık, ebediyen ve şaşmaz bir şekilde sadık olduğu yerde, sonunda sessizlik konuşacaktır. Hikâyenin ihanete uğradığı yerde ise sessizlik boşluktan başka bir şey değildir. Ama biz müminler son sözümüzü söylediğimizde sessizliğin sesini işiteceğiz. Küçük bir sümüklü kız anlasın ya da anlamasın.” diyor Danimarkalı yazar Isak Dinesen. (Gerçek adı Karen Bilxen olan yazar, Tania Blixen, Osceola ve Pierre Andrezel adıyla da yazmıştır.)  Evet, sessizliğin sesi olmakTüm yazarların yaptıkları bu aslında…  Dinesen ise bir yazar olarak değil de bir hikâye anlatıcısı olarak görüyor kendini ısrarla.  Bizi şekillendiren, besleyen, iyi günde ve kötü günde, yara aldığımızda bizi yeniden yaratacak olan o hayal gücüne olan inancıyla. “Masalcılar, rüya yaratıcıları, efsane yaratıcıları bizim Anka kuşumuzdur” diyen Doris Lessing gibi. Hayal gücünün eksikliği nedeniyle anlatılmadan kalan hikâyelerin peşine düşüyor. Ve onlarla yeniden doğup ve anlam yolculuğunda yeni varoluşu tadıyor. 

‘’Bunlar yabangülleri, al da hatırla beni!

Sevgilim, unutma beni!’’ Ophelia

Her şeye tercüman olan o ses… Anlatının sihri ile yeniden doğuyor hep. Onu kaydetme isteği ise yazmanın o zor dolambaçlı yollarına sürüklüyor bizi. Woolf’un yazmanın karanlık bir odada elinde fenerle yürümek olduğunu söylemesi gibi… Uyanışı sağlayan deneyimlerimizi, tanık olduğumuz olayları ve en çok da farklı bir dünya olabileceği hayalimizi kaydetme arzusu bu. Yaşam heyecan ve umutsuzluk döngüsünü hep tekrarlasa da… Narkissos gibi kendi yansımamızı görmek istiyoruz su aynasının diğer tarafında… Yaşamda nereden başlayacağımızı nerede duracağımızı bilemiyoruz bir türlü. Bu yüzden insanlık gökkuşağının gökteki gökkuşağından daha fazla renk ve ışıltıya sahip olduğunun farkına da varamıyoruz. Belki renk körüyüz ya da körleştirildik. Birlikte yaşamaya dayanamadığımız bilmek istemediğimiz tüm o aldatmacalar… “…Kabullenişe doğru giden yola bilet alsam, onu selamlayıp elini sıksam, parmağımı kabullenişin parmağına dolansam, her gün kabullenişle el ele yürüsem, bu nasıl bir duygu olurdu?” Çaresizlik içinde bir çıkış arayıp varmak istediğimiz o yer… İşte yazarak(anlatarak) yaratılan o büyülü dünyaya sığınıp hayatın yol açtığı(açacağı) hikâyeleri aramamızın nedeni… Ya Dinesen? O hayatın kendiliğinden sunduğu ve sunacağı hikâyeleri beklemeyip, kendi tasarladığı bir kalıpla hayata müdahale ederek yeni hikâyeler yaratmayı seçiyor. Tüm yaşadıklarını bir hikâyeye koyup ve onlar hakkında bir hikâye anlatarak bütün üzüntülerini katlanılabilir kılıyor. Ve önce aşkını, felaket gelip çattıktan sonra da hayatını kurtarıyor. Bu onun kadere karşı isyanından çok kaderini yönetme arzusu aslında… “Ey hayatım beni kutsamadan seni akışına bırakmayacağım. İşte bunu yaptığın zaman… Seni o zaman akışına bırakacağım.” 

Biz yürürken benliğimizin derinliklerindeki sözcükler de yürür. Ve anlatmak istediği hikâyeler için yeni sözcükler arar. Sözcükler, tıpkı dünya üzerinde dolaşan gezgin ruhlar gibi… Ama hiç acele etmeden kendilerini yavaşça aşağıya bırakan uçan yıldızlar gibi yürürler Galeano’ya göre. Sonra… Anlatılmayı bekleyen hikâyeleri aydınlatıp anlatıcılarını beklemeye koyulurlar. Hayatın anlaşılmaz ve daha çok da acımasız yönünü katlanılır kılmak için… Bağdat Sarayı’ndaki Şehrazat gibi… Ki o hikâye anlatıcılığını ve hayal gücünü hayatın acılarına karşı bir başkaldırı, bir kurtuluş ve bir yaratım aracı olarak kullanıyor.  Dinesen’ın da yaptığı (yapmak istediği) budur işte.

Hayatın en çok da acı dalgalarında kurgulanan hikâyeler… Tasarlanmış bir şablonla hayata müdahale eden o yazarları bilge yapar. Ya bizleri? Kendi hayatlarının Şehrazat’ı olamayanları… Şehrazatların kulağımıza üflediği hikâyelerin yarattığı evrenden dışarı ışığa çıktığımızda hayata dair bir şeyleri geri getirmeye çalışıyoruz biz de. Gerçi Carver’e göre istesek de istemesek de hikâye tamamlandığında (İster yazar ister okur olalım) aklımız daha önceki yerinden biraz kaymış oluyor. Ve vücut ısımız bir derece yükselmiş ya da düşmüş… Sonra, kendimizi toplayıp düzgün nefes aldığımızda… Bir Çehov karakterinin dediği gibi ‘sıcakkan ve sinirlerden yaratılmış’ şeye geçiyoruz; işte hayat bu. Her zaman hayat…

Şimdi bağdaş kurmuş Şehrazat rolünü oynayan Karen’i düşünüyorum da… Sevgisiz yaptığı evliliği, Afrika günlerini, sevdiği adamı elinde tutmak için anlattığı hikâyeleri, frengiyle boğuşmasını… Tüm anlattığı hikâyelerle katlanabilir kıldığı o uzun yaşamını… Kaderini çizme çabasını… Bir o kadar acı ama bir o kadar da yaşanılır kıldığı dünyasını… Hayal gücünün o derin sonsuzluğunu… Bağdatlı Şehrazat gibi sonunda üç çocuğu ile mutluluğu yakalayamamış olsa da renkli bir hayatı oldu. Kendi kaderini elline alıp kendi hikâyesini yarattı. Neden biz de kendi yaşamlarımızın Şehrazat’ı olmayalım o zaman?  Yaşamlarımızın kaderini elimize alıp kendi hikâyelerimizi anlatma cesaretini göstermeyelim? Bağdaş kurup kendi hikâyelerimizi anlatabilsek eğer… Belki birilerinin insanlık gökkuşağındaki renkleri fark etmelerini sağlayabiliriz. Ne dersiniz Şehrazat’ı aramak yerine Şehrazat olalım mı?

Bakmayı öğrenmeliyiz. Görmeyi öğrenmeliyiz.

Yaşamayı öğrenmeliyiz.

Nihayetinde bu ölmeyi öğrenmek demek olsa bile.

Abbas Kiarostami

Kaynak:

https://www.theparisreview.org/interviews/4911/the-art-of-fiction-no-14-isak-dinesen

https://www.thenation.com/article/archive/theater-isak-dinesen/

Raymond Carver, Yazmak Üzerine, Çev. Ayca Sabuncuoğlu, Can Yayınları

Eduardo Galeano, Hikâye Avcısı, Çev. Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık

Hannah Arendt, Karanlık Zamanlarda İnsanlar, Çev. Duygu Öktem, İsmail Ilgar, İletişim Yayınları

edebiyathaber.net (6 Temmuz 2023)

Yorum yapın