Sanatçının Tatlı İntiharı Acı ve Estetik Üzerine Bir Deneme | Ayşegün Korkmaz

Kasım 18, 2025

Sanatçının Tatlı İntiharı Acı ve Estetik Üzerine Bir Deneme | Ayşegün Korkmaz

Sanat insanın kendini yok ederek var olma biçimidir. Bu düşünceyi en güzel Oscar Wilde dile getirir: “Doğruluğuna inandığım bir şeydense inanmadığım bir şey uğruna daha kolay ölebileceğimi düşünüyorum. Bazen sanatsal yaşamın uzun ve tatlı bir intihar olduğunu düşünüyorum ve öyle olmasına hiç de üzülmüyorum.” (1)

Wilde’ın bu sözleri ironik bir meydan okumadan çok, derin bir yorgunluğun ve bilge bir kabullenişin ifadesidir. Çünkü gerçekten de sanatsal yaşam, insanın kendisiyle giriştiği uzun bir vedadır.

Sanatçı, dünyanın ardındaki hakikati yakalamaya değil, onu görünür kılmaya çalışır. Her yaratma eylemi bir ifşa, bir aydınlanma, bir yeniden doğuştur. Ama bu doğuşun içinde daima küçük bir ölüm bulunur. Wilde’ın “tatlı intihar” dediği belki de budur: kendinden bir parçayı feda ederek bütüne varmak.

Susan Sontag’ın, sanatçıyı modern çağın çilekeşi olarak tanımlayan yaklaşımı Wilde’ın sezgisiyle aynı noktada buluşur. Sontag’a göre: “Sanatçı örnek bir çilekeştir, çünkü hem acı çekmenin en derin katmanlarına inmiş hem de acısını yüceltmede profesyonel bir yöntem keşfetmiştir. Yazar, çektiği acıyı sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş kişidir.” (2)

Sontag’ın bu cümlesi, sanatçının acıdan bir estetik damıtma sürecini ritüelleştirir. Sanatçı kendini tüketerek değil, tükenişini dönüştürerek üretir; acısını inkâr etmez, ona biçim verir.

Yaratmak, çoğu zaman içsel bir çelişkiyi sürdürmektir. Sanatçı hem sonsuz bir inanç taşır hem de o inancın ağırlığı altında ezilir. İnandığı şey onu korumaz; aksine sürekli sınar, yeniden doğmaya zorlar. İnandığın şeye sadık kalmak, onun uğruna yaşarken parçalanmak demektir. Bu yüzden sanatçı yaşamın yükünü her gün yeniden omzuna alır.

Bu yük, insanın kendi ağırlığıyla sınandığı o kadim miti hatırlatır: Sisifos’u. Elindeki kayayı doruğa taşır, her seferinde kaya yeniden yuvarlanır. Ama Camus’nün dediği gibi, “Sisifos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir.” (3) Çünkü anlam doruğa ulaşmakta değil, taşımaya devam etmekte gizlidir. Sanatçının emeği de böyledir: her gün yeniden başlayan bir ritim. Eser bittiğinde bir süreliğine boşluğa düşer. Ama o boşluk, ölüm gibi görünen o sessizlik, aslında yeniden doğuşun hazırlığıdır.

Çünkü ölümün tadını almayan, ölümsüzlüğü anlayamaz. Camus’nün Sisifos’un yüzünde gördüğü gülümseme bu kez sanatçının yüzündedir. Tüm savrulmalarına rağmen kayayı yeniden taşımayı seçer, kendi tatlı intiharına sessizce razı olur.


Yaratıcı insan, her eserde biraz ölür; ama bu ölüm, yok oluş değil, bir çeşit benlik soyunmasıdır. Sanatçı, her eserinde bir parçasını bırakır.

Sanatçının benlik soyunması; bıraktığı, vazgeçtiği, unuttuğu her şeyin bilincinin en derin katmanlarından süzülerek eserine yansımasıdır. Rilke bunu şu şekilde ifade eder: “Sanat yapıtı, sanatçının varlığının çok derinlerinden kopup gelen bir itiraftır.” (4)

Her yaratım hem çocukluğa hem de ölüme açılan bir kapıdır; sanatçı içsel çatışmasını ehlileştirdikçe eksilir, ama işte o eksilmeden estetik doğar.

Ve sonra Goethe gelir, ölümün ardından yaşamı hatırlatır.

“Doğa onca imge zenginliğiyle
Nasıl açığa vurursa tek bir Tanrı’yı,
Sanatın engin tarlalarında da
Tek bir sonsuz anlamdır eken toprakları.”
(5)

Goethe için sanat, insanla doğa arasındaki karşılıklı nefes alışverişidir. Doğa sanatçıya ruh, sanatçı doğaya biçim verir. Bu yüzden Wilde’ın “tatlı intiharı” Goethe’de tatlı bir doğuma dönüşür.

Sanatçı artık kendini yok ederek değil, varoluşun akışına karışarak yaratır. Sanatçı ölmez, çünkü doğa ölmez. Her eser, toprağa düşen bir tohum gibi yeniden filiz verir. Sanatçının ölümle kurduğu bu kadim dans, Goethe’nin doğasıyla birleştiğinde sonsuz bir devrime dönüşür.

Sontag’ın Pavese okuması da bu noktada başka bir ışık yakar. Acının modern estetikteki yerini sert ama berrak bir çizgiyle gösterir. Pavese’nin acı estetiğini şöyle özetler: “Hayat acı çekmektir ve aşkın verdiği keyif bir uyuşturucudur.” (6)

Bu cümle, sanatçının yaratımına sinen eros–thanatos (7) geriliminin modern biçimini kurar: Acı olmadan estetik tamamlanmaz.

Sonuç olarak,

Sanatçının kaderi, kendi gölgesinin içinden geçerek ışığa varmak değil midir? Her eser hem bir ağıt hem bir ilahi hem bir kapanış hem bir açılış… Wilde’ın “tatlı intihar” dediği şey, belki de sanatçının kendini yok ederek çoğalma yetisidir. Sontag’ın çilekeşi, Rilke’nin itirafçısı, Camus’nün Sisifos’u; hepsi aynı gerçeğin farklı yüzleri olarak karşımıza çıkar.

Sanatçı, ölümü prova eden ama her provasından yeni bir hayatla dönen insandır. Ve belki de bu yüzden sanatın kaderi ölümsüzlük değil, ölmeye devam ederek yaşamaktır. Sanatçı kendini her eserde biraz daha tüketir ama o tüketişte insanlığın en sahici yüzü belirir. Çünkü bazı hakikatler yalnızca karanlığın içinden geçerek parlar. Estetik ise acının, kaybın, eksilmenin yarattığı o ince çizgide başlar.

Sonunda geriye yalnızca şu kalır:Sanatçının kendi yok oluşundan çıkardığı ışık.

Dipnotlar:

(1) Oscar Wilde, Alıntı: Patricia Highsmith, Ripley Karanlıkta, Çev: Armağan ilkin, İletişim Yayınları, İstanbul, 2024, s.7

(2) Susan Sontag, Sanatçı Örnek Bir Çilekeş, Susan Sontag’tan Seçme Yazılar, Metis Yayınları, İstanbul, Ekim 1998, s.76

(3) Albert Camus, Sisifos Söyleni, Çev: Tahsin Yücel, İstanbul, Ağustos 2015, s.141

(4) Rainer Maria Rilke, Sanat Üstüne, Çev: Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi, İstanbul, Haziran 2000, s.7

(5) Johann Wolfgang Von Goethe, Yarat Ey Sanatçı, Çev: Ahmet Cemal, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Ocak 2014, s.16

(6) Susan Sontag, Sanatçı Örnek Bir Çilekeş Susan Sontag’tan Seçme Yazılar, Metis Yayınları, İstanbul, Ekim 1998, s.79

(7) “Baros-thanatos gerilimi”, yaratım sürecinde sanatçının taşıdığı içsel ağırlık (baros) ile Freud’un tanımladığı çözülme ve sönme itkisi (thanatos) arasındaki çatışmayı ifade eder. Sanatçı, bir yandan benliğinin yüküyle biçim vermeye zorlanırken, diğer yandan bu yükten kurtulmanın vaat ettiği sessizliğe çekilir. Yaratım tam da bu taşıma-çözülme ekseninde gerçekleşir.

Yorum yapın