Tren penceresinden dışarıya baktığımda zamanın umarsız akıp gittiğini hissediyorum. Yolculukların geri dönüşü var ama hayatın başa sarma düğmesi yok. Yolda durmadan yazmak istiyorum, olmuyor. Yanımda taşıdığım küçük defter boynu bükük bekliyor. En azından minik minik notlar almayı becerebilirim belki. “Yazmak, hayat gibi acı verici. On yıllar geçse de bu duygu değişmiyor. Kolaylaşmıyor, bu beni şaşırtıyor. O özlem ve başaramama halleri hiç kolaylaşmıyor. Ama sonra bir mucize gibi akıcılığın kendiliğinden geldiği anlar oluyor” demiş Louise Gluick.

Yazarken kelimeler, raylara oturan vagonlar gibi ardıma diziliyor; her harf bir adım, her cümle bir istasyon oluyor içimde. Bu istasyonda insem ne olur veya bir sonrakine kadar devam etsem? Hangi hayatlar geçiyor yanımdan, hangilerini kaçırıyorum? Bazen oturmaktan sıkılmış bir çocuğa kimi zaman güzel yaş almış bir kadının kırmızı ojelerine takılıyor gözlerim. Ama en çok da ruhumda kıpırdanan hayallerden besleniyorum. Yol ne kadar uzarsa içim o kadar açılıyor. Tren değil de sadece ben ilerliyorum, kendime biraz daha yaklaşıyorum. Manzaraları fotoğraflamak istiyorum. Telefonun belleğinde onca fotoğrafa yer yok. Tren neredeyse görünmez izler bırakarak süzülüyor toprağın bağrında. Ne rayların hoyratlığı ne gökyüzünü yaran motor gürültüsü eşlik ediyor yolculuğa. Dingin, doğayla yan yana. Artık sessizliğin, ahengin tanığıyım. On sekiz yaşımdan bu yana yaptığım bütün yolculukların esas anlamını kendime tekrar anımsatıyorum. Karşımda bir genç, elinde eski bir kitap, kitabın sayfaları kıvrılmış, kim bilir kaç kez okunmuş, kaç yolculukta yolcuya eşlik etmiş. Göz göze geldiğimiz anda bağ kuruluyor aramızda. Okurluk bağı bu. Obur okur ruh kardeşliği. İkimiz de hayatın tren camına yansıyan suretler gibi gelip geçiciliğinin farkındayız. Konuşmadan anlaşıyoruz işte.
Tren tünele giriyor, gün kararıyor. Bazı tüneller çok uzun. Camda kendi yansımam. Belli belirsiz ama tanıdık bir silüet. İçimdeki ses fısıldıyor. Yaz. Ne olursa olsun yaz. İsteyen okur, istemeyen görmezden gelir ama önce kendin için yaz. Ve sen yazdıkça ruhun aydınlanacak. Ve yazdıkça yaşayacaksın. Oktay Akbal’ın kitabının başlığı gibi Yazmak Yaşamak.
Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri öyküsü aklıma geliyor. Hani sonunda “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba” diye sorarak tamamladığı öykü. Tanpınar’ın Bir Tren Yolculuğu’nun en başında yer alan unutulmaz manzara betimlemesi bir de. Sait Faik’in Üçüncü Mevki’sindeki karakter ömründe ilk uzun yolculuğunu yapıyor. “Tren yolculuğu bilhassa tren yolculuğu sıkıcı, yorucu, üzücü şey” diyor. Tuhaf bir yakınma. Oysa ben tren yolculuklarına bayılıyorum. İçinden tren geçen anlatılar, kitaplar zamanın raylara döküldüğü, her istasyonda barınan sessiz hikâyeler. Kimi vedaların dumanı hâlâ camlarda buğu. Murathan Mungan anlatılardan seçki oluşturmuş. Adı da Tren Geçti. Ama Montaigne’in de sesini duyuyorum belli belirsiz. “Asıl yazmamız gereken şey kitaplar değil bizzat kendimiziz. Zira insanın en büyük yapıtı kendi karakteridir.”
Çehov’un çok sevdiğim öykülerinde tren, modernliğin, geçişin, yabancılaşmanın ve toplumsal gözlemin simgesine dönüşüyor. Bir kompartıman ya da istasyon sanki hayatın küçük modeli gibi karşımızda. İnsanlar susuyor, konuşuyor, bekliyor ya da yol alıyorlar. Oysa günümüzde artık kimse birbiriyle konuşmuyor bile. Sadece emojilerle örülmüş, ne diyaloğa ne de monoloğa benzeyen simgesel selamlaşmalar. Sosyal medyada her şeyin ömrü yirmi dört saat ama gerçek unutulmaz hikâyeler belleklerden silinir mi?
Raymond Carver’in John Cheever için kaleme aldığı Tren isimli öykü, yokluk, travma ve duygusal kopukluk temalarını ürpertici bir anlatımla işliyor. Sessiz bir istasyonda geçen hikâye asla gelmeyen treni bekleyen karakterler üzerinden çözümlenmemiş arzularla içsel durağanlığı simgeliyor adeta. Carver belirsiz ve ünlü eksiltili anlatımıyla sıradan hayatlara dair umutsuzluğun, yalnızlığın ve boşlukların yazarı. Ama o Carver elbette yapabilir demeyi çoktan bırakmış, her yiğidin yoğurt yiyişi olduğunu kabullenmişim. O zamandan bu yana içim rahat, kendi kalemime sığınıyorum. Anna Karenina’nın trajedisi karla örtülü istasyona yaklaşan trenin soğuk çeliğinde beliriyor hayalimde. Ne bir istasyon var planda, ne de bir rota çizilmiş elimde. Ama zihnim Jules Verne’nin rayları üzerinde çoktan yola çıkmış bir kez. Seksen Günde Devriâlem’i ilk kez okuduğumda sanki zamanın kendisi hızlanmıştı içimde. Yverdon-les-Bains’da küçük bir müze var. Maison d’Ailleurs. Bilim kurgu, ütopya ve olağanüstü yolculuklar müzesi bu. Dünyadaki en kapsamlı ve kalıcı Jules Verne koleksiyonlarından birine sahip olan tek müze. Koleksiyon 2003 yılında Jean Michel Margot tarafından bağışlanmış. Düş gücünü müzeye sığdıramamışlar elbette. Kalıcı sergi alanı Verne’nin yaklaşık yirmi bin parçalık arşivine ev sahipliği yapıyor. Margot elli yılı aşkın bir süre boyunca Jules Verne’nin hayatı ve eserleriyle ilgili her türlü edebi ya da başka türden materyali, çeviri eserlerini, el yazmalarını ve illüstrasyonları toplamış. Dönemin bilimsel çizimlerinden, pullar, kartpostallar, film afişleri, oyuncaklar, maketler, çizgi romanlar ve minyatürlerden oluşan çok geniş bir yelpaze. Verne’nin hikâyelerinde geçen hayali araçların maketleri. Bir müzenin içinde yolculuğa çıkmak mı? Olabilir elbette. Düşüncelerim raylara dizilmiş cümleler gibi. Aklımdakileri trene bindirip bilinmeyene yolluyorum. Zamanın akışını yavaşlatmak istiyorum, tüketmeden, kirletmeden, unutmadan.
Sanat ve edebiyatla kurduğum tutkulu ilişki görünene değil, görünmeyene yönelmiş bir seyrüsefer. “Dünya ne kadar korkunçsa sanatım da o kadar soyutlaşıyor. Mutlu bir dünyadaysa, burada ve şimdiye ait bir sanat doğuyor. Ben gördüğümü yeniden üretmem; sanatla görünmeyeni görünür kılarım. Bir gözümle bakar, ötekiyle hissederim.” demiş Paul Klee. İlk karşılaştığımda, resimleri bana tablo gibi gelmemişti. Çizgiler, figürler, renkler. Her biri sanki birer işaret, sırların, unutulmuş dillerin, içsel sezgilerin taşıyıcısı gibiydi. Doğaya olan hayranlığı çocukluğundan beri Klee’nin ruhunu beslemiş; deniz kabukları, yosunlar ve taşlar biriktirmiş hep. Klee’nin çizgilerindeki sadelik biçimlerin ötesinde anlam arayan bir bilgenin sadeliği adeta. Diego Rivera Paul Klee’nin simgesel anlatımında ustalığın incelikleriyle çocuksu hayal gücünü bir arada gördüğünü söylemiş. Sadece şimdi var, sonsuz, titreşen, yaşayan bir şimdi. Sembolleri derinden deneyimlemek gerektiğini hissediyor insan. Klee’yi düşündüğümde kendimi müzikle renk, akılla düş arasında asılı kalmış bir ruhun ince çizgilerini takip ederken buluyorum. İnsanlara, hayvanlara, ateşe, havaya ve taşa dair formüllerin henüz fısıltı olduğu o ilk ana uzanıyorum. Aşık Veysel’in Uzun ince bir yoldayım türküsü dilimde. Manzaralar çoğaldıkça akıyor; her biri bir diğerine dokunmadan usulca geçiyor gözlerimin önünden. Klee tıpkı öyküde yapmaya uğraştığımız gibi azaltmaktan, indirgemekten bahsetmiş. Ben de elimdeki broşürün boş alanlarına bir şeyler çiziktiriyorum.
Manzara değil gördüğüm, duygunun tonları,
bir tepenin ardından yükselen sessizlik,
Tren ilerledikçe dünya soyutlaşıyor,
içimde tanımlayamadığım duygular uyanıyor
bir gözümle görüyor, diğeriyle hissediyorum.
















