Proust ve kaybetme korkusu | Şeyda Apaydın

Ekim 12, 2022

Proust ve kaybetme korkusu | Şeyda Apaydın

Kaybetme korkusu, kaybetmekten daha ağır bir yük olabiliyor yüreğimize. İnsan kendine itiraf etmese de, “kaybetmek”,  belki de o kaybetme korkusunun yok olması yüzünden ferahlatıcı bir etki yaratabiliyor. Kaybetme korkusu yok olduktan sonra boşalan yer, yeni duygularla doluyor. Bu kez, yaşananları korumak için insan anılarını sarıp sarmalıyor.

Sahi, hangimiz anılarımızı acımasız bir nehir gibi akan zamanın elinden kurtarmak için çaba göstermeyiz ki? O nehirden kapabildiğimiz; kimi zaman bir fotoğraf, kimi zaman bir kolye, kimi zaman da kokusu uçmuş bir giysidir belki… Gerçekte olmayan o kokuyu içimize çeker, geçmişe döneriz. Geçmişimizdeki bazı anları belki birazcık çalabiliriz o nehirden. Ama ya duygular? Onları tümüyle çekip çıkarabilir miyiz oradan? Fransız edebiyatının en önemli yazarlarından Marcel Proust, on yedi yılda yazdığı Kayıp Zamanın İzinde adlı nehir romanında, duygularını uçup gitmekten büyük ölçüde kurtarmayı başarmış.

Yedi ciltlik eseri okuyup rafa koyduktan sonra geriye çekilip baktığımda, farklı bir aydınlanma yaşadım. Okurken, enfes betimlemelere, olaylara daldığımdan, fark etmemişim. Romanın ana duygusu, korkuydu! Kaybetme korkusu. Proust, kaybetme korkusuyla mayalanmış bir ruhun yaşadığı sıkıntıları tüm detaylarıyla aktarmıştı.

Proust’un otobiyografik ögeler içeren eseri, on yaşında astım krizi geçiren ve sonrasında ailenin üzerine titrediği çocuğun gözünden, tüm dünyayı sunuyor okura. Aşırı özen gösterilen bu çocuğun yüreğine “kaybetme korkusu” nun nasıl yerleştiğini, ilk kitapta iliklerime kadar hissettim. Annesine aşırı bağımlılığı bu dönemde başlayan cılız çocuk, ondan bir “huzur öpücüğü” almadan uyuyamıyor. Yaşam kalitesi hassas dengelere bağlı olan çocuk; stresle, takıntılarla boğuşuyor.

Başlarda farkında olmadığım şey, o çocuğun yıllar içinde kalbini dolduracak ince duyguların, korkuların, ağır kederin, hüzünlerin, takıntıların, ömrünün sonuna kadar, damarlarında kan gibi dolaşacak olmasıydı. Onun yaşadıklarını, yaşamının her bir mevsimine tanık oldukça anlayabilecektim.  

O, kimi zaman bir şömine ateşine, kimi zaman bir fincandaki ıhlamurun solgun çiçeklerinin açılışına, kimi zaman da bir madlen kurabiyesinin çayla birleştiğinde yarattığı hazza dalarken, ben de onu izliyordum. Günden güne huylarını, kırılganlıklarını öğrendiğim bu hasta çocuk büyüdükçe, yüreğindeki “kaybetme korkusu” da büyüyordu.

Sayfalarda ilerledikçe, başlarda annesinden “huzur öpücüğü” almak için kıvranan, biraz büyüyünce büyükannesini, annesini kaybetme korkusu yaşayan çocuk;  gençliğe adım attığında da sevgilisi Albertine’i kaybetme korkusuyla kavruluyordu. Mahpus’u okurken, Albertine’i sürekli kontrol altında tutan, serbest bıraktığında da takip ettiren Marcel için, “Mahpus olan Albertine mi yoksa ona kendini zincirleyen Marcel mi?” diye düşünmeden edemedim.

Uzun, çok uzun cümlelere rağmen okumaya direndikçe, yaşamın kumaşında ne varsa karşıma çıktı. Yazar, dünyaya açılan bir kamera gibi hayatın her detayını, hem gözleriyle, hem yüreğindekilerle önüme serdi. Sevdiklerinin yanı sıra, sanki gördüklerini, duyduklarını da kaybetme korkusu yazarı harekete geçirmiş gibiydi. Proust, kaybetmekten korktuğu ne varsa, kitabın sayfalarına mühürlemişti sanki. Mimari bir yapının güzelliği,  büyüleyici müzikler, eşsiz kumaşlar, değerli porselenler, tablolar, doğanın sunduğu kokular, ışıklar… hepsi sarıp sarmaladı yüreğimi. Bir an Marcel’in yürüdüğü akdikenli bahçelerde yürüdüm, bir an dinlediği bir sonatı duydum, onunla birlikte tablolara baktım, Fransız sosyetesinin kullandığı mobilyaların ipek kumaşlarına, perdelerine dokundum… Proust’un zihninde tuttuğu ve kaybetmekten korktuklarının, kaybolmadığını gördüm okurken.

Zihnini “içine gömüldüğü başka bir yuva” olarak niteleyen yazar, belki içinde bulunduğu andan memnun olmadığı , -ki annesinin ölümü sonrasında kitaplarını yazmaya başlıyor- belki de geleceğin belirsizliğinin onda yarattığı stres yüzünden,  geçmişe gömülmüş. Proust, ipek bir kumaşı andıran eseriyle,  “zamanın içinde mahsur kalmasını istemediği” ne varsa, onları eşsiz bir tablo gibi resmedip ölümsüzleştirmiş. 

Yazar Marcel Proust’u, romanının kahramanı Marcel ile özdeşleştirmek ne derece doğru bilemiyorum ama kimi yerde yazarın, kimi yerde de kahramanın kişiliğinde, “kaybetme korkusu”  güçlü bir şekilde hissediliyor. Proust, kitabını anlatırken, “Kendime ait eski duygular, bütün koleksiyoncularda görülen saplantı yüzünden çok değerli geliyor bana” diyor. Nitekim yazar, Marcel aracılığıyla, gerçek yaşamındaki olaylarla büyük oranda paralellik içeren eserinde, “eski duygularını” bir tam bir koleksiyoncu, “duygu koleksiyoncusu” olarak sunuyor.

Eserde Marcel, yaşı ilerledikçe ölüm korkusuna kapılıyor. Ancak bir kaşığın sesiyle, bir madlenin tadıyla geçmişe daldığında “güvenli bir mutluluk” duyuyor; böyle anlarda “ölüm” sözcüğü onun için bir anlam ifade etmiyor ve soruyor kendine “Zamanın dışında yer alan bu insanın gelecekten nasıl bir korkusu olabilir ki?”

Belki Proust da roman kahramanı Marcel gibi, yaşadığı zamanın dışına çıkıp anılara daldığında ölüm korkusunu yeniyor. “Bilmemek ızdırabı artırır” sözleriyle bu yaklaşımını pekiştiren Proust; belirsiz, bilmediği geleceğe değil, geçmişe bakıyor ve belki de bildiği hayatı yazarak kendini güvende hissediyor.

Hafızasını  “eczane” diye niteleyen yazar, anılarını “ilaç” olarak algılıyor. Proust, sanki  “İyi hissetmek istiyorsan, hafızandaki eczaneye bak” demek istiyor. Sahi, hangimiz mutlu olduğumuz anları düşününce, onları bir daha yaşıyormuş gibi olmayız ki? Belki bizler de farkında olmadan eczanemizdeki ilaçlarla iyi hissediyoruz bazen.

Annesinin ölümünden sonra eserine başlayan Proust, “Daha önce yaşadığım ve şimdi de içinde bulunabileceğim yerlerden birkaçının hatırası, kendi başıma içinden çıkamayacağım bu boşluktan beni çekip almak üzere gökyüzünden uzatılmış bir yardım eli gibi” sözleriyle dikkat çekiyor. Proust, belki de içinde bulunduğu o acı ânı reddettiği, annesinin ölümü sonrasındaki zamanı “boşluk” olarak gördüğü için geçmişine sarılıyor, geçmişini, kendine “gökyüzünden uzatılan bir yardım eli” gibi görüyor.  

Unutmanın, geçmişi yavaş yavaş yok ettiğini anlatan Proust, eseriyle, geçmişinin yok olmasına izin vermiyor, kendini ve yaşadıklarını ölümsüzleştiriyor.  Zaman kozası içinde ince ipliklerle ördüğü ipek bir tabloyu, dünya müzesindeki duvara asıyor. O tabloya bakanlar, Marcel’in yüreğinde, hem Proust’u hem de onun yaşadığı zamanın ayrıntılı resmini görüyor. 

Kayıp Zamanın İzinde, geçmişe ağıt değil. Belki, yazarın üzerindeki kurşun ağırlıklarla bir okyanusun derinliklerine dalışı ve dipte olanları gördükten sonra ağırlıkları tek tek atarak hafifleyip yukarıya çıkışı, soluk alışı…

Marcel Proust, her ne kadar mütevazı davranıp kitabı için “katedral inşa ettim” demeye çekinse de, Kayıp Zamanın İzinde, gerçekten bir katedral. Temeli, geçmiş yaşantılar üzerine atılmış, korku (kaybetme korkusu) harcıyla inşa edilmiş, birçok katmanın oluşturduğu, Proust’un da içine sığındığı, güçlü bir katedral.

edebiyathaber.net (12 Ekim 2022)

Yorum yapın