Polat Özlüoğlu: “Toplumsal, tarihsel ve kültürel hafızamıza tutunarak öyküler inşa ediyorum.”

Şubat 24, 2020

Polat Özlüoğlu: “Toplumsal, tarihsel ve kültürel hafızamıza tutunarak öyküler inşa ediyorum.”

Söyleşi: Münire Çalışkan Tuğ

Polat Özlüoğlu toplumsal olaylara, acılara duyarlı bir yazar. Yaşanan her olumsuzluk, patlayan her bomba, çocuklarından bir iz, bir haber arayan cumartesi anneleri, tacize, tecavüze, şiddete uğrayan kadınlar, gayler, lezbiyenler, intersex bireyler ve daha pek çok kişi onun öykülerinde kuyumcu titizliği ile işleniyor. Polat Özlüoğluadetatoplumunun hafızasıdır ve yıllar sonra da bu toplumun geçirdiği süreçlere öyküleri ile tanıklık edecektir. 2015’te Günlerden Kırmızı, 2017’dede Hevesi Kirpiğinde adlı kitapları Notabene’den yayımlanan yazarın son Kitabı Peri Kız Af Buyrun2019’da Can Yayınları etiketiyle okura ulaştı. Yazarla son kitabı Peri Kızı Af Buyrun üzerine söyleştik.

Bize kendinizden söz eder misiniz, kimdir Polat Özlüoğlu, bir bankacı olarak edebiyatla dostluğu nasıl başlamış, hangi süreçlerden geçerek bugünlere gelmiştir?

Ege Üniversitesi Gazetecilik mezunu, okumayı ve yazmayı seven bir dünyalı. Mesleğim hayatta kalmamı mümkün kılıyor, onun dışında edebi anlamda hiçbir getirisi ya da ortak noktası yok benim açımdan. Edebiyat her zaman hayatımda vardı. İyi bir okur oldum çocukluktan beri. Yazmak ise kalemi elime aldığımdan beri var. İlkokulda küçük defterler yapıp içine resimli hikâyeler yazarmışım, masalları yeniden uydururmuşum. Hep yazı olmuş hayatımda. Gazetecilik bölümünde okumak düşünce ve duygularımın gelişmesi ve edebiyat zevkimin evrilmesine yardımcı oldu. Soran, sorgulayan, araştıran ve eleştiren bir edebiyat gönüllüsü oldum. Daha yoğun ve kapsamlı bir okuryazara dönüştüm. Dostluk demen çok güzel bir tabir, evet kitaplarla dostluğum hep aşk boyutundadır. Tutkuyla bağlıyımdır iyi yazılmış bir kitabın ilk sayfasından son sayfasına.

Kitabınızda kadın dilinin hâkim olduğu masalsı öyküler okuyoruz. Eril dil ve söylemin dışında bir dille karşılaşmak bizi çok mutlu etti. Biraz öykülerin dilinden söz etseniz. Neden kadın dili?

Bir öykücü olarak yazdığım öykülerde eril dilden elimden geldiğince uzak durmaya ve arınmaya çalışıyorum. Özellikle içinde bulunduğumuz çağda eril dilin şiddetine ve baskısına maruz kalmaktayız hemen hemen her mecrada, edebiyat, sanat, medya, gazete, sosyal medya mecralarında. Bu eril rotanın dışına çıkabilmek, farklı bir dile doğru yol almak en azından denemek bence çok kıymetli. Ben eril dilden ziyade dişil, hatta cinsiyetsiz bir dil üzerinde çalışıyorum. Bu kitaptaki öykülerin çoğunluğu kadın ağzından yazılmış, kahramanları kadın olan, kadınların içindeki karanlık dehlizlere ışık tutan hikâyeler. Hal böyle olunca öykünün dili, atmosferi, kurgusu, ahengi kadın diline doğru akıyor. Kadın dili, içine doğduğumuz, büyüdüğümüz, ilk öğrendiğimiz ve sonra çevre, toplum ve sosyal yaşamla kaybettiğimiz bir dil. Ben içimde saklı duran o dili uyandırmaya çalışıyorum. Bu dili koruyup kollamak ve beslemek çok önemli edebiyat camiasında. Dil, değişen, dönüşen, gelişen ve yaşayan bir organizmadır. Dili, eril baskıdan kurtarmak hatta cinsiyetsiz bir mecraya taşımak bence güzel bir çaba.

Öykülerinizin hepsi bir toplumsal yaraya denk geliyor. Cumartesi Anneleri, Gezi, Ankara Gar Patlaması, Nuriye ve Semih’in Açlık Grevi… Öyle zannediyorum yaşanan her acı olay sizin yüreğinize bir ateş olarak düşüyor ve onu öykülerinizin konusu yapıyorsunuz. Bundan dolayı sizin için toplumcu gerçekçi bir yazar diyebilir miyiz?

Her tanım bir sınır getirir. İçinde bulunduğumuz çağdan, coğrafyadan, yazılı ve sözlü kültürden beslenerek, geçmiş ve gelecekle bağ kurmaya çalışıyorum. Toplumsal, tarihsel ve kültürel hafızamıza tutunarak öyküleri inşa ediyorum. Gerçek ve kurmaca bir yapboz gibidir, birbirinin içine girer, karışır ve dağılır. Gözlerimi üzerinde yaşadığım yer kabuğuna kapatıp kendimi izole edip öykü yazmıyorum. Okuduğum, gördüğüm, yaşadığım, tanık olduğum, maruz kaldığım olaylardan, haberlerden, gündemden etkileniyorum. Yaşadığım zamanın ruhunu yakalamaya çalışıyorum yazdıklarımda. Asla pencerenin dışındaki sokağa, topluma kör, sağır bir öykücü olmak istemem. İçsel bir hafıza, kişisel bir vicdan ve objektif bir sorgulama ışığında kaleme sarılıyorum. Öykücü olmak biraz da toplumsal hayattaki dönüşüm ve değişimleri teşhir etmeyi, gözlemlemeyi, yakalamayı, yorumlamayı gerektirir edebi bir dil ve kurgu ile.

Kitabınızın ilk öyküsü adı ile çarpıyor okuru.Anakızhala.Yalnızlık, acıları arkalarında bıraka bıraka gelen ve birbirine sığınan iki kadın. Çok rahat ve doğal bir anlatımla tek kişilik bir konuşmadan oluşan bu öyküdeki Anakızhala kim desem, sanırım Anadolu coğrafyasında pek çok Anakızhala var. Ne dersiniz?

Evet, Anadolu’dan İstanbul’a pek çok köy, kasaba ve büyük şehirde bu yalnız, talihsiz, fedakar ve çaresiz kadınlardan var. Anakızhala, annemin çocukluktan hatırladığı uzaktan akraba bir komşu kadın. Gerçek ismini kimse bilmiyormuş, bütün köy onu bu isimle çağırıyormuş. Annem nedenini hatırlayamadı. Ama isim o kadar insanı özellikle bir öykücü olarak beni kendisine çekti ki kendimi bir anda öyküyü yazarken buldum. Anakızhala’ya bir hayat uydurdum, kesip biçtim, ölçüp diktim ve tam üzerine göre bir öykü yazdım. Etten kemikten bir kadın canlandı gözümde ve kâğıda döktüm. En keyiflisi annemin öyküyü okurken yüzündeki tebessüm ve hüzne şahit olmaktı. Töre, gelenek, görenek, ahlak, toplumsal normlar ne derseniz deyin kadının içinde bulunduğu durum çok zor ve çetin. Bu hiç değişmedi şimdiye kadar ama bir umut var değişecek, değişmeli. Azim ve cesaretle sadece kadınlar değil herkes toplumsal baskı ve erkek şiddetine karşı sessiz kalmamalı, karşı durmalıdır.

Bedenlerin kendini var etme biçimleri birbirinden farklıdır. Bu var ediş kişinin isteğinden bağımsızdır ve biyolojik yapıyla, hormonlarla ilgilidir. Birey,bedenindeki bu biçimlenişle toplumsal kabullerin dışına düşebilir ve işte tam da bu noktada onun zorlu yaşam yolculuğu başlar. Siz öykülerinizde toplumun ötekisi olan LGBTİ’li bireyleri de işliyorsunuz. Anneler Bilir, Gül Kurusu, Ceylan Gözleri, Anakızhala bu öykülerden bazıları. Gül Kurusu’ndaki Gülahmet“Ben ne olmaya karar vermiştim, neden ikisini de olamamıştım? Niye birini bile becerememiş elime yüzüme bulaştırmıştım? Bir bilen, gören duyan, daha önce yolunu yordamını tecrübe eden var mıydı?” diye sorar kendine. Öykünün sonunda da çıplak bedenini bir bayrak gibi evin çatısına asar. Kitabınız aracılığı ile Gülahmet’in ve diğerlerinin de çığlığını okurla paylaşıyorsunuz. Normallerimizi sorgulama konusunda neler söylemek istersiniz? Gülahmet’in intiharından hareketle sorarsam:İntihar bir direniş biçimi midir?

Normal, alışılagelen, olağan, kurala uygun, doğal. Bu tanımların biraz dışına çıktınız mı sosyo-kültürel ve toplumsal hayattan dışlanmaya, ayrımcılığa maruz kalıyorsunuz. Baskının her türlüsüne politik, sosyal, mahalle, aile olmak üzere aklınıza gelen gelmeyen her türlü tecride ve şiddete uğruyorsunuz. Verili cinsiyet kodlarının artık geçerliliğini kaybettiğini biliyoruz. Cinsiyet kavramının anlamını aştığını, toplumsal, bilimsel ve kültürel anlamda çok farklı platformlarda değişip dönüştüğünü görüyoruz. Artık her türlü cinsel, ırksal, dinsel ve politik yönden normal diye adlandırılan kalıplaşmış normların dışında yer alan alternatifler üretmek zorundayız. Eril baskının, erkin göz yumduğu önyargılı, verili cinsel kodlardan sıyrılmanın önemli olduğu görüşündeyim. İntihar çok farklı tanımlara ve sınıflandırmalara sahip. Ancak Gül Kurusu öyküsünü baz alırsak evet bir direniş biçimidir intihar. Öykü kahramanı kendini sorgulayan, varlığını hiçbir yere sığdıramayan, kendini bir yere ait hissedemeyen, bedeni kategorize edemeyen, verili cinsel kodlara uymayan, tam olarak halkın tabiri ile arada derede kalmış bir insan. Hem ailesi hem toplum tarafından ne yapsa da kabul görememiş birisi. Son direniş şeklinin intihar olması ve bunu ayan beyan balkonda çırılçıplak yapması gayet manidardır. Bütün kapıları çalan Gülahmet’in çalacağı son kapı ölümdür. Ölerek direnişini sürdürür öykü kahramanı. Her türlü dışlanmaya, aşağılamaya, baskıya maruz kalmış bir bireyin varlığını intihar yoluyla kabul ettirmesi de ayrıca okuru düşündürmesi gereken bir durum sanırım.

Kitapta çok sevdiğim öykülerden biri de Çalı Süpürgesi. Bu öyküde fiziksel ve duygusal şiddetin açtığı yaraları ve onların yaşamımızdaki izlerini, sevgi dolu bir aile ortamına duyulan özlemi okuyoruz. Süpürge ve süpürmek döngüyü, gizlemeyi, yer yer görmezden gelmeyi anlatan bir imge. Sırf bu öykünüz bile sizi kadın dostu, kadının acısını içinde duyan erkek kardeş olarak ilan etmemizi sağlıyor. “Sırdaşı gibiydi süpürge onun için, süpürerek içini dökerdi, arınırdı geçmişten.” diyorsunuz ya öyküde, diğer bir sırdaş da edebiyat, okumak, kitaplar olabilir mi?

Öncelikle teşekkür ederim bu tabiri Peri Kızı Af Buyrun Kitabı dolayısı ile layık gördüğünüz için. Kadın konusuna, sorununa, gündemine her zaman yakın ilgi duyan ve takip eden biriyim. Kadına uygulanan her türlü şiddet, baskı, ayrımcılık mevzuu benim aklımı, fikrimi, ruhumu, duygularımı her zaman meşgul eder. Kapanmayan bir yara, önlenemeyen bir savaştır kadın cinayetleri, tacizleri, görünen görünmeyen baskılar, eşitsizlikler. Sadece kadının da değil, Lgbt, trans bireylerin, çocukların gördüğü şiddette akıl alır gibi değildir. Sadece Türkiye’de değil, Avrupa dahil dünyanın her yerinde kadın cinayetleri hız kesmeden devam ediyor. Şiddete uğrayan bireyler rakamsal bir veriye, istatistiksel bir sayıya dönüşüyorlar. Bu kadınların isimleri yok, yaşları yok, hayalleri, umutları yok. Sadece geçen yıl 900 küsur kadın öldürülmüş. Gazetelerin tozlu sayfalarında kısa bir haber ya da sosyal medyada paylaşılıp kaybolan birkaç isim olarak kayboldu bu insanlar. Gündemden düşmeleri bir günü geçmiyor. Sonrası önemli aslında, sonrasında toplumsal bellek vasıtası ile o isimleri yaşatmak, unutmamak, anımsamak gerekir. Edebiyat çare ya da çözüm üretmek değildir. O soruna, yanlışa, baskıya dokunmak, onu göstermektir. Edebiyat bir anlamda toplumsal belleğimizdir. Bir kitap okumak, sayfalarını karıştırmak, içindeki dünyaya kendini bırakmak insana iyi gelir, umut verir yarınlara dair. Okumadan bir gün geçirmek çölde susuz kalmaktan farksız benim için. Okumak hayatı güzelleştirir, sınırları kaldırır, gözlerimizi açar, bizi uyandırır. Daha binlerce şey söylemek mümkün edebiyatla ilgili olarak. Ben her okuduğum kitapla yepyeni bir dünyaya adım atıyorum yeter ki iyi yazılmış, sağlam bir dili, kurgusu ve dünyası olsun.

Kitaba adını da veren öykü Peri Kızı Af Buyrun’da, insanın ne kadar vahşileşebileceğine tanık oluyoruz. Çürümüş, bütün insani değerlerini yitirmişlerin dünyasında insan kalabilmenin de öyküsüdür aynı zamanda anlatılanlar.  Okurken güzellik ve çirkinlik kavramlarını sorguluyor, Rapunzel’i, Notre Dame’ın Kamburu romanının  Guazimado’sunu canlandırıyoruz hayalimizde. Öykünün sonunda topal ve çirkin anlatıcı ile Peri Kızı el ele tutuşup köşkten çıkarken şu soruları sordum kendime:

 İçine düşürüldükleri çirkeften kim kimi kurtarıyor? Kurtarılan, insanlığını yitirmişlerin ucuz zevkleri için bedeni ve ruhu parçalanan Peri Kızı mı yoksa o güne kadar hep başkasının buyruğunda korkularla yaşayan, hiç kendisi olamamış kambur ve çirkin adam mı? Peki başka peri kızlarını, kamburları bekleyen tehlikeler? Onları nasıl kurtarmalı? Bu soruları sana da sorsam.

 Aslında Peri Kızı Af Buyrun öyküsü birçok masala göndermesi olan bir anti masal olarak yazıldı. Klasik bildiğimiz yakışıklı prens ve güzel prensesten ziyade kambur ve çirkin bir ihtiyar ile neredeyse çocuk yaşta göçmen bir kuşu andıran örselenmiş bir kızın birbirlerini kurtarma değil birbirlerine tutunma ve inanma hikâyeleridir. Cinsiyetten, sınıflardan, toplumsal normlardan, eril dünyadan azade bir karşı masaldır. Mutlu sonla bittiğine okur karar verebilir. Bu hikâyelerin binlercesi yaşanıyor sürekli ve maalesef hiçbiri mutlu sonla bitmiyor. Öyle şeyler duyup görüyoruz ki haberlerde, sosyal medyada, televizyonlarda, kaybolan kızlar, erkekler, çocuklar, çalınan hayatlar, kırılan umutlar. Bunun önünde nasıl durulur bilmiyorum. Sadece yazmak elimden geliyor. Edebiyat sorular sorar, ben kafamda, yüreğimde, içimde açılan yaraları, ruhumu daraltan sorunları öyküler vasıtası ile paylaşıyorum. Okurları düşünmeye, yüzleşmeye, merak etmeye sevk ediyorum. Çağa ayna tutuyorum, zamanın ruhunu yakalamaya çalışıyorum öykülerle. Sırtımdaki yüke ortak etmeye çalışıyorum kitabı eline alanları.

Ecel Masalı, imgelerin yoğun kullanıldığı bir öykü.  Öyküyü çok değişik biçimlerde okuyabiliriz. Bir ana – çocuk ilişkisi de çıkarabiliriz ondan,  yazar- eser ilişkisi de, masumun bir caninin elinde çırpınmasını da. Okurun damağında hoş bir dil lezzeti bırakan öyküden hareketle soruyorum.  İmgesel anlatımın metne katkısı nedir?

Öyküde imgelerle anlatım yolunu seviyorum. İmge dil içinde hapsolduğumuz sınırları aşmamızı sağlar. Sözcük sayısı bellidir. Hele bir insanın ortalama ömründe kullandığı sözcük sayısı çok çok azdır. Bu yüzden duygu, düşünce, hayal, düş, rüya yani insanın bilinç dünyasını elimizdeki kelimelerle anlatmak yerine imgeler vasıtası ile anlatmak edebi bir değer, derinlik ve zenginlik katar yazdıklarımıza. Ben seviyorum imgelerle öyküyü zenginleştirmeyi. Düşünsel ve duygusal bir yoğunluk veriyor imgeler. Farklı anlam arayışlarına, özgün bir dile olanak sağlıyor.

Öykülerinizde nesneler nefes alır, konuşur, acı çeker, sorar, sorgular. Geceyi giyinen gündüz, masal yiyen gölge, yüze sırıtan korkular, küskün kitap, içi şişmiş defter, hem kel hem fodul kalem, gözleri bağlı duvarlar, komada uyuklayan bilinçsiz sokaklar, mırıl mırıl mırıldanan odalar” gibi kişileştirmelerle, nesnelerin de olay kahramanı gibi anlatıldığını görüyoruz. Sözcüklere nesnenin ruhunun yüklenmesi bir öyküyü hangi açılardan besler?

Eşyaların bir ruhu, hafızası, duygusu olduğuna inanıyorum. Bir tarak, o kişinin sadece saçının kokusunu değil o sıradaki bütün duygu, düşünce, sıkıntı, acı, hüzün ve sevincini sırtlanır. Öykülerdeki nesnelerin konuşması, hislenmesi, karaktere bürünmesi, üzülmesi, sevinmesi, hatırlaması anlam ve dil bakımından öyküyü zenginleştiriyor ve gerçeklik kazandırıyor. Gerçeği daha elle tutulur ve inandırıcı kılıyor. Bir de okur o nesneler yoluyla kendini öykünün içinde buluyor. Çünkü gündelik hayatta o nesneleri kullanıyor, dokunuyor, görüyor. Öyküde nesnelerin kişileşmesi hem düşsel, büyülü bir atmosfer yaratıyor hem de gerçekliğin daha hissedilir bir hale gelmesine imkân veriyor. Eşyanın hafızası çok gizemli ve güçlü bir imgedir.

Kitabın son öyküsü Susku’da aile içi ilişkilerdeki kör,sağır ve dilsizliğimizi konu ediyorsunuz. Daha on altısında şiddetin her türlüsünü yaşayan bir de ikiz çocuk doğuran Ayşe’nin hikâyesi. Ayşe’nin sustuklarını, babasına söylemek istediğinde gerisini getirmesine izin verilmeyenleri tamamlıyor gibisiniz. Ne dersiniz, yazarın anlattıkları susturulanların içinde birikenlerin dillendirilmiş biçimi midir?

 Evlerin içi orada yaşayan insanların aynası gibidir. Susku’daki duruma düşen bir sürü kadın vardır bu dünyada. Bir evin odaları içinde, neleri saklayıp neleri yaşattığını, belleğinde neleri tutup neleri hatırladığını, nelere göğüs gerip nelere göz yumduğunu kimse bilemez. Hayal edebiliriz, tahmin yürütebiliriz ya da merak ederiz. Belki bir leke, karanlık, bir iz bulmaya çalışırız. Gerisi bilinmeyen bir dünyadır. Evler karanlıktır, bütün kirleri, günahları, ayıpları örter. Evler hapishane gibidir bütün kapıları, pencereleri kapalı kilitlidir bazen kaçamazsınız, bazen de açıktır siz çıkmak istemezsiniz. Öykülerde toplum dışına itilmiş, kaybetmiş, aile ve mahalle baskısına ve şiddete maruz kalmış susturulmuş, sesi kısılmış kadınların dertleri, sıkıntıları, acıları, hayalleri, isyanları, hikâyeleri dilleniyor. Ne mutlu ki edebiyat var.

Diliniz ve kurgularınız çok zengin ve işlek. Her konuyu ya da kişiyi çok rahat anlatabilirsiniz gibi geliyor bana. Hiç yazamayacağınızı, kalem oynatamayacağınızı düşündüğünüz olay, kişi ve ya konu var mı desem?

Teşekkür ederim bu güzel sözler için. Bir yazar her şeyi yazabilmelidir diye düşünenlerdenim. O yüzden kendimle savaşmayı, kendimi zorlamayı seviyorum yazarlık konusunda. Kendi duvarlarıma çarpmaktan korkmuyorum. Yazmak bir labirente adım atmak gibidir, kaybolmayı göze almak gerekir.

Öyküler aracılığıyla bizleri, hem toplumla hem de kendimizle yüzleştiriyorsunuz.  Okurken, öykülerde karşımıza çıkan kahrolası yanlarımızın açtığı yaralarımız bizi soluksuz bıraksa da, içimize, evlerimize, sokaklara sığamasak da gerçeklerle yüzleşmek iyi geliyor. Bundan sonra sizden neler okuyacağız, yeni çalışmalarınızdan söz eder misiniz?

Bir öykü dosyası hali hazırda bitti. Şu anda uzun öykülerden oluşan bir dosya üzerinde çalışıyorum. Bunun dışında daha farklı türlerde yazmaya devam ediyorum. Ama öncelik her zaman öyküde.

Verdiğiniz samimi cevaplar ve yaşamımıza kattığınız değer için size çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim bu güzel sorular için. Emeğinize sağlık.

edebiyathaber.net (24 Şubat 2020)

Yorum yapın