Özgürlüğe giden yolda ‘Akıl Çağı’ üzerine | Ahmet Türkan

Mart 5, 2014

Özgürlüğe giden yolda ‘Akıl Çağı’ üzerine | Ahmet Türkan

30257Bir sürü hayvanı olduğumuz için topluluğa zarar verecek olan herhangi bir şeyden kaçınmamızı sağlayan “vicdan” güdüsü, algılarla sınırlandırılmış bir hayal gücü, işte özgürlüğün sınırları. Bir de buna toplumsal denetim mekanizmalarını eklersek, insanın özgürleşmekten çok tutsaklaştığını düşünebiliriz.

Bugün kendimde tanımadığım bir ‘ben’ yakaladım” dedi Daniel. Garip bir şekilde gülümsüyordu. Uzamış sakalının yer yer gölgelediği yüzüne uymayan bir tebessümdü bu. Mathieu “Doğru” diye düşündü. “Sonuna kadar gitti bu sefer.”.Birden aklına geliveren bir fikir kalbini sıkıştırdı: “O özgür artık” diye düşündü ve Daniel’e duyduğu nefret derin bir kıskançlıkla karıştı”.

Özgürlük… Tadını almakla unutmak arasında insanların hissettikleri, herkesin ağzında olup kimsenin almadığı ya da gerçekten almaya cesaret edemediği uzaktaki zenginlik, insanın var olmasıyla ateşlenmiş bir fikir… Doğadan kopuyorum, sürümden kopuyorum, kendi bedenimden, varlığımdan, kendi aklımdan kopuyorum. Bir kelime, tanımsız bir şekil, kişiye göre değişen bir yanılsama, uğruna canlar verilen, canlar alınan bir ihtimal için tüm hayatımı bir boşluğa bırakıyorum. Özgürlük uzak, dalgalanıyor, bir ebru gibi salınıyor, renkler birbirine giriyor, onun gerçekliği benim gerçekliğim, onun sahteliği benim sahteliğim… Benim sahteliğim… Benim sahteliğim…

Saat gecenin ikisi, masamı, ellerimi aydınlatan ışık, dolmuş küllüğün acı kokusu burnumu yakıyor, boğazım kuruyor. Biraz önce kapadığım kitabın sayfalarındayım hala, bir rüyanın içerisindeymiş gibi, aklım beni derinlere çağırıyor. Sessizlikten korkup bir cd koyuyorum, hoparlörden fado yükseliyor, biraz rahatlıyorum. Yine de aklım orada, o sarı sayfalarda. Özgürlüğü düşünüyorum, sanki kalbim kırılmış Sartre’ın anlattıklarına, sonradan öğrenmenin, daha önce düşünememenin kırıklığı bu, zihnimde sıkı sıkı kapalı tuttuğum kapıların tek bir tekmeyle açılmasının verdiği kırıklık…

Oysa özgürlük her zaman tüm toplumu ifade eden bir “insan” figürüyle görünürdü aklımda, daha birleşik, daha basit bir kalıp. Sartre ise toplumu, büyük felsefi ve siyasi kuramları bir yana koyup, hayatın içerisinde, onun girintilerinde, onun boşluklarına gire çıka anlatıyor bunu. Doğanın, tarihin dinamikleriyle ilerleyen, bir sebep ya da sonuç değil, insanla yaşayan ve onunla ölen bir varlık, ruhunu bireyin hareketlerinde kazanan, onunla nefes alan, hayatı saran canlı bir giysi…

İnsan özgür müdür? Hiç sormamış kitapta, ne kadar özgür, nereye kadar özgür, nasıl özgür olur onu tartışmış, anlamıyorum. Fado değişiyor, odanın içerisindeki nesneler de değişiyor, sanki canlılar ve sanki her an hareket edecekmiş gibiler. Kıvrımları, kusurlulukları, sanki o sırada biçimleniyor, gölgeleri pencereden vuran hafif ışıkla titrerken bir tutsaklıktan kurtulmaya çalışıyorlar, bir tutsaklık, bir tür “kendinde-olma” zorunluluğu. İnsan da böyle mi, bilinçsizce sessiz sedasız biçimlenmiş bir varlık, sessiz bir yaradılış, kendi içine tutsak bir mahkûm…

Binlerce yıldır bize aktarılan genetik altyapı ve kültür. Bir sürü hayvanı olduğumuz için topluluğa zarar verecek olan herhangi bir şeyden kaçınmamızı sağlayan “vicdan” güdüsü, algılarla sınırlandırılmış bir hayal gücü, işte özgürlüğün sınırları. Bir de buna toplumsal denetim mekanizmalarını eklersek, insanın özgürleşmekten çok tutsaklaştığını düşünebiliriz. Medya bizi idealleştirir, güvenlik kameraları tedirgin eder, utanç istediğimiz hareketlere sınır koyar, çünkü yalnızca kendi vicdanımız değildir yargılayacak olan, toplumdur aynı zamanda. Aşk bizi bürünmek istemediğimiz bir karaktere girmeye zorlar, nefret pişman olacağımız eylemleri yaratır…

x

Oradayım kendi kendimi yudumluyorum, kanın ve demirli suyun tadını alıyorum, benim lezzetim, kendi öz lezzetim, varlığım. Varolmak budur: Susamadan kendini içmek…”

Saat 4 oluyor. Uyumak için gerçekleştirdiğim birkaç teşebbüs boşa çıktı, tekrar masamın başına döndüm. Ellerimi izliyorum, sanki benim değiller, sanki ben fark etmeden oraya yerleştirilmiş ya da oluşmuş, yavaşça, kıvrımları, boğumları, ben fark etmeden sessizce var olmuş.  Yeşil kapaklı kitaba bakıyorum, ‘olabilir mi?’ diye düşünüyorum tekrar, göğsüm sıkışırken ‘özgür olabilir miyim?’ diye geçiriyorum aklımdan. Bu eller, bu kalem, bu kâğıt, ben… Sınırlarla doğmuşum ben, doğal sınırlar, büyüyemiyorum… İnsan ne zaman özgür olur? Öldüğü zaman mı? Beden tüm işlevlerini kaybedip, zihin kendi içinde kaybolduğunda mı? Duygular, düşünceler, bu kelimeler, hepsi özgürlüğü kısıtlayan oluşlar değil mi?

Telaşla anlıyorum, hiçbir zaman özgür olamayacağımı ya da özgürlüğün kesin bir tanımını yapamayacağımı. Sartre düşünmüyor bunu, mutlak özgürlüğü düşünce kategorisinin bir konusu yapmıyor. Özgürlük insanın seçimlerinde ortaya çıkan bir varlık biçimi, bireye içkin ve onun varoluşuyla ilgili çünkü insan doğduktan sonra gerçekleştirdiği seçimlerle şekillenir, onun özü kendi eylemleri doğrultusunda oluşur, insandan öncesi yoktur aslında, çünkü eğer insan olmasaydı ne gökyüzü tanımlanabilecekti, ne bu kelimler anlamlı olacaktı. Ne zaman ki insan bilinci şeyleri kavrar hale geldi, o zaman seçim başladı.

Romanın karakterini düşünüyorum, hayatındaki tek amacı özgür olmak olan Mathieu’yu. Seçimleri onu seçememe noktasına getirdiğinde dahi bir seçeneği vardı ancak özgür değildi. Hamile bir kadın, parasızlık, kendini yanında özgür hissettiği genç bir kız, komünist bir dosta duyulan imrenme, burjuva bir abi, ateşler içindeki İspanya ve eylemsizlik. Hareketlerinin sonuçları yoktu, özgür olamıyordu. Sartre sıkışırken ben de sıkışıyorum, varolmak özgürlük müdür?

Hangi ideoloji, hangi din, hangi felsefe bana yardımcı olur? Hepsi özgürlüğü sunarken, hangisi gerçekten verir? Raflarda dağılmış duran kitaplara bakıyorum. Pencerede yanıysan karanlık yüzüme bakıyorum, bu bakışların dışına çıkabilmeyi düşünüyorum, kendi bakışlarımın dışında bir hayata doğru gitmeyi. Uzaktaki bir caddeden gelen araba uğultuları, yan bahçedeki akasyanın önceki yazdan kalan kuru yapraklarının sesi, bir kedinin çığlığı, başka bir hayatın, başka hayatların varlığı… Bu bakışların dışına bir çıkabilsem!

x

Daha şimdiden anlamaz olduğu ve hayatını altüst edecek olan bir davranışı arkasında hissetmek ona tuhaf geliyor herhalde. Ben ne yapsam boşuna oluyor. Sanki hareketlerimin sonuçlarını benden çalıyorlar. Her şey; sanki bunlara yeni baştan başlayabilirmişim gibi cereyan ediyor. Yeniden başlamak imkânı olmayan bir iş yapmak için neler vermezdim ki!”

Saat sabah beş buçuk, kendimi dışarı attım. Birkaç sarhoş, sokağın sonunda bekleyen bir işçi grubundan başka kimse yok. Hava hafifçe aydınlanmaya başlamıştı, dünyayı bir perdenin arkasından izliyor gibiyim. “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu”. Yalnızca bu mu benim hareketlerimi sınırlayan, bir gücün, bir düşüncenin, bir dinin ya da felsefenin varlığı mı? Bunlar olmasa özgür mü olurum? “Tanrı olmasaydı onu icat etmek zorunda kalırdık.” Ben mi istiyorum özgür olmamayı?

Caddeye çıkıyorum, ışıklar hala yanıyor, evlerde çalan saatleri duyuyorum, insanlar yeni bir güne başlıyorlar. Tüm varlıkları ve ağırlıklarıyla oradalar, şikâyet ediyorlar, mutlu oluyorlar, dertleniyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar. İnsanlar her şeyiyle oradalar, binaları, bu yolları, duvarlardaki yazıları, bu ağaçları, kaldırımları, kaybolan ayı, doğan güneşi, her şeyi gerçek kılıyorlar. “Özgürlük” kelimesinin varlığını da insanlar gerçek kılıyor, eğer ben düşünmeseydim, eğer Sartre düşünmeseydi ya da başkası, bu kelime anlamını hiçbir zaman kazanamayacaktı. Ben ise geceden beri kendi düşündüğüm bir şeyin tutsağı olarak yaşıyorum. Sartre’ı anlıyorum, eğer ben olmasaydım zaten bilmeyecektim, bilmeseydim şeyler olmayacaktı. Anlıyorum, beni var eden sınırlar aynı zamanda özgürlüğün sınırları ve özgürlük budur. Sarte’ı dışlıyorum, her zaman bağımsız bir seçim hakkım yok, bir hayat müptelasının her zaman bağımsız bir seçim hakkı olamaz.

Girip çıktığım sokaklar yabancı geliyor bana, sanki uykumda buraya bırakılmışım gibi, ben bu kapıları tanımıyorum, bu gölgeleri, içeriden gelen sesleri. Hayatın dışına çıktığımı hissediyorum, kulağıma kitabın sayfalarından fısıltılar geliyor, “Aptalın biriyim ben…. yaptığı iş çıplak, kaygan ve anlaşılmaz bir halde hala arkasında duruyordu…. kurtarmak istiyor beni…. suçu orada, karşısında canlı olarak duruyor …. boğulacaktı…. birden ona bunları anlatma arzusu duydu: hayatından, endişelerinden ümitlerinden ancak ona bahsedebilirdi…. yalnızdı…. o özgür artık…. özgürlük bu mu?… yalnız kalıyorum…. hala iyiyi kötüyü ayırt edecek yaştayım…”

Bir sigara eve dönmeye karar veriyorum. Hava açık, güzel bir günü müjdeliyor. Yüzü gözü şişmiş insanlar rutin hayatlarına başlamış, uykudan bilinçleri kapalı, ellerinde çantaları, poşetleri, kaldırımın ortasında duran şarapçı içinse gece gündüz hep aynı. Bir son vermek için yanıp tutuşuyorum, aklım yorgun, ciğerlerim bundan başka sigarayı daha kaldıramaz, sorularımın uçları boşlukta sallanıyor. Sartre bana ne vaat etmişti ki ben ne arıyordum. “İnsan özgür olmaya mahkûmdur” diyordu, özgür değil, çünkü yaratılmamıştı insan, olmuştu. Bütün o şeyler de onunla birlikte olmuştu. Artık dünyaya atıldığı zaman bütün eylemlerinden o sorumluydu, ihtirasından da, aşkından da nefretinden de… İnsan yalnızdır, zaten en fazla yalnızken özgürdür.

Her neyse, özgür olmamam, uyumayacağım anlamına gelmiyor. Kül tablasını pencerenin dışına koyup, müziği kısıyor, yeni güne perdelerimi kapatıp, güzel uykuya doğru ilerliyorum.

Ahmet Türkan – edebiyathaber.net (5 mart 2014)

Yorum yapın