Öykü: Yalnızlık | Guy de Maupassant

Eylül 12, 2022

Öykü: Yalnızlık | Guy de Maupassant

Öykünün orijinal adı: “Solitude”

Fransızca aslından çeviren: Gözde Koca

Bir arkadaşımın evinde akşam yemeği yiyorduk, çok da keyifli geçiyordu. Sofradan kalkınca eski dostum, “Haydi, Champ-Elysees’de biraz turlayalım,” dedi. Kabul ettim, birlikte çıkıp dalları yeni yeşermeye başlayan ağaçların altında yürüdük. Paris’in o kendine has sessiz mırıltısı ve telaşı dışında neredeyse hiç ses yoktu. Yüzümüzü tatlı bir esinti serinletiyordu. Yıldız kümeleri siyah gökyüzüne altın tozu gibi saçılmıştı. 

“Nedendir bilmem,” dedi yanımdaki, “ama geceleri burada, başka her yerden daha rahat nefes alıyorum. Sanki zihnim açılıyor.  Bazen ruhumda bir çeşit parıltı hissediyorum; bir an için şeylerin ilahi sırrının keşfedileceğine inandırıyor beni. Sonra kapanıyor pencere, hiçbir şey göremez oluyorum.

Zaman zaman iki gölgenin çalılıklar boyunca süzüldüğünü gördük, sonra bir bankın yanından geçtik. İki kişi yan yana oturuyorlardı, fakat siyah tek bir noktadan ibarettiler.

Arkadaşım mırıldandı:

“Zavallı insanlar! Onlardan iğrenmiyorum ama acıyorum onlara. İnsan hayatının tüm gizemlerinden sadece birine erişebildim; bu hayatta çektiğimiz en büyük ıstırap, sonsuz yalnızlığımızdan ileri geliyor. Bütün çabalarımız, bütün eylemlerimiz hep bu kimsesizlikten kaçmak için. Şu bankta, açık havada oturan iki sevgili aslında hepimiz gibi, bütün canlılar gibi tek başınalıklarını bir dakikalığına bile olsa dindirmeye çalışıyorlar; ama yalnızlar ve hep yalnız kalacaklar; biz de öyle.”

“Hepimiz az çok görürüz bunu. İçinde yaşadığım ürkütücü yalnızlığı keşfetmenin, anlamanın verdiği acıya bir süredir direniyorum ama biliyorum ki hiçbir şey bunu dindiremez, hiçbir şey. Duyuyor musun? Ne denersek deneyelim ne yaparsak yapalım; kalbimizin ne için çarparsa çarpsın, dudaklarımız neyi çağırırsa çağırsın, kollarımız neyi kucaklarsa kucaklasın daima yalnızız. Senden bu gece, eve dönmek istemediğim için benimle yürümeni istedim, çünkü evimin kimsesizliği artık bana korkunç bir acı veriyor. Bunun bana ne faydası var? Ben seninle konuşuyorum, sen beni dinliyorsun; fakat yine de yalnızız, yan yana fakat yalnız. Anlıyor musun?”

“Ne mutlu ruhta yoksul olanlara!” der İncil. Onların mutluluğu bir yanılsamadır. Bizim çektiğimiz yalnızlık ıstırabını hissetmezler; hayatta benim gibi, dirsek temasından başka hiçbir temas olmaksızın; anlamanın, görmenin, sezmenin ve sonsuz kimsesizliğimizi bilmenin verdiği sonsuz ıstırabın yarattığı bencil tatmin dışında hiçbir sevinç olmaksızın aylak aylak dolaşmazlar.”

“Biraz kaçık olduğumu düşünüyorsun, değil mi? Dinle beni. Varlığımdaki yalnızlığı hissettiğimden beri karanlık bir tünelin içine her gün biraz daha gömülüyor gibiyim. Uçlarını bulamıyorum, sonunu bilmiyorum ve belki bir sonu bile yok! Yanımda kimse olmadan, etrafımda kimse olmadan, bu berbat yolculuğu yapan başka hiçbir canlı olmadan gömülüyorum içine. Hayat işte bu tünel. Bazen gürültüler, sesler, çığlıklar, karman çorman uğultular işitiyorum. Fakat kimden geldiklerini hiç bilmiyorum; kimseyle karşılaşmıyorum. Çevremi saran bu karanlıkta başka hiçbir ele hiç rastlamıyorum. Beni anlıyor musun?”  

Kimileri bu korkunç ıstırabı bazen sezdi. Alfred de Musset şöyle yazdı:

‘Kim geliyor? Beni çağıran kim?

Hiç kimse. Saat biri vuruyor.

Ah yalnızlık! Ah sefalet!

“Fakat onunki geçici bir şüpheydi sadece, benimki gibi kesin bir kanaat değildi. O bir şairdi. Hayatı düşlerle, hayallerle dolduruyordu. Asla gerçekten yalnız kalmadı. Fakat ben… yalnızım.”

“Gustave Flaubert bu dünyadaki en büyük talihsizlerden biriydi çünkü o aydınlanmış ve bir arkadaşına şu çaresiz cümleyi yazmıştı: Hepimiz bir çöldeyiz. Kimse kimseyi anlamıyor.”

“Hayır. Kimse kimseyi anlamıyor, ne düşünürsek düşünelim, ne dersek diyelim, ne denersek deneyelim… Sanki Dünya, semada kıvılcım misali saçılmış, içlerinden sadece bazılarının aydınlığını fark ettiğimiz şu yıldızlarda neler olup bittiğinden haberdar mı? Bir de ötekilerin sonsuzlukta kaybolmuş sayısız ordusunu düşünsene. Belki de bir bütün oluşturacak kadar yakınlar birbirlerine. Tıpkı bedeni oluşturan moleküller gibi!”

“Demek istediğim, insan da ötekinde olup bitenleri bundan daha fazla bilemez. Biz birbirimize yıldızlardan daha uzağız, daha yalnızız çünkü düşüncelerin derinliği ölçülemez. Nüfuz edemediğimiz bu insanlarla sürekli temas halinde olmamızdan daha korkunç bir şey biliyor musun? Zincirlenmiş gibi seviyoruz birbirimizi. Çok yakınız, kollarımızı açmışız ama kavuşamıyoruz. Sancılı bir birleşme arzusu zulmediyor bize ama tüm çabalarımız boş; terk edişlerimiz faydasız; kucaklayışlarımız zayıf; itimadımız meyvesiz; okşayışlarımız beyhude. Birleşmek istediğimizde ani coşkumuz sadece çarpıştırıyor bizi.”

“Kendimi hiçbir zaman kalbimi bir dostuma açtığım anki kadar yalnız hissetmem. Çünkü aramızdaki aşılmaz engeli o zaman daha iyi kavrarım. Dostum, oradadır işte. Berrak gözleri üzerimde olur, fakat ardındaki ruhu göremem. Beni dinler dinlemesine ama ne düşünür? Evet, ne düşünür? Bu ıstırabı anlamıyorsun değil mi? Belki de benden nefret eder. Söylediklerimi tartar, beni yargılar, küçümser, ayıplar; vasat biri ya da aptalın teki olduğumu düşünür. “

“Ne düşündüğünü nereden bilebilirim? Onun da beni, benim onu sevdiğim gibi sevip sevmediğini, o yuvarlak kafasının içinde neler döndüğünü nereden bilebilirim? Ne büyük bir gizem var ötekinin aklından geçen bilinmez düşüncelerde! Kimsenin ne bilebileceği ne kontrol edebileceği o gizli, özgür düşüncelerde!”

“Bense boşu boşuna kendimi baştan aşağı olduğum gibi ortaya koymayı, ruhumun bütün kapılarını açmayı diledim ve başaramadım. Hala benliğimin derininde, en derininde, kimsenin içine sızamayacağı gizli köşesindeyim. Kimse keşfedemez burayı, nüfuz edemez; çünkü kimse benzemez bana; kimse anlamaz kimseyi.”

“Sen, hiç değilse şu an için anlıyorsun beni, ama hayır!  Deli olduğumu düşünüyorsun. Beni irdeliyorsun, ürküyorsun benden. “Bu akşam nesi var bunun?” diye soruyorsun kendine. Fakat bir gün olur da bu çözmesi güç, korkunç ıstırabıma akıl erdirebilirsen yanıma gel ve sadece “Seni anladım,” de. Mutlu edersin beni, bir anlığına, belki.”

“Kadınlar, yalnızlığımın daha fazla farkına varmama neden oluyor. Çok acı! Acı! Ne çok çektim kadınlardan; çünkü, yalnız olmadığım yanılgısına erkeklerden daha fazla düşürdüler beni.”

“İnsan âşık olunca içi içine sığmaz olur. İnsanüstü bir mutlulukla dolup taşar! Neden bilir misin? Bu büyük mutluluğun sebebini bilir misin? Sırf artık yalnız olmadığını sandığından tabii! İnsanın tecrit edilmişliği, bir başınalığı dinmiş gibi görünür. Ne büyük hata!”

“Kalplerimizi kemirip duran bu sonsuz yaşam ihtiyacının bizden bile daha fazla kahrettiği kadınlar; onlar, düşlerin en büyük yanılgısı.”

“Bakışlarıyla akılları baştan alan, uzun saçlı, şuh edası bir varlığın karşısında zamanın nasıl da keyifle akıp geçtiğini bilirsin. Nasıl bir çılgınlıkla pusulayı şaşırırız! Nasıl bir yanılsama alıp götürür bizi! Ruhlarımız artık bir olmuş gibi görünür, değil mi? Fakat bu ‘artık’ hiç gelmez ve haftalarca süren bekleyişin, umudun, sahte sevincin ardından bir gün, tekrar yapayalnız bulursun kendini, hiç olmadığın kadar yalnız.”

“Her öpüşme, kucaklaşma tecridi büyütür. Nasıl korkunç bir acıdır bu!”

Sully Prudhomme şöyle yazmamış mıydı:

“Okşamalar vesveseli heyecanlardan ibaret,

Bedenler üzerinden ruhları çaresizce birleştirmeye çalışan

Zavallı ruhun nafile çabaları…

“Sonra elveda! Her şey biter. Hayatın bir anında her şeyimiz olan o kadını tanıyamayız oluruz. En gizlisinden en açığına aklından geçenleri hiç bilmemişizdir ki! Tam da varlıklar gizemli bir ahenge bürünmüş, arzular ve tüm özlemler tamamen iç içe geçmiş gibi görünürken bir sözcük, sadece bir sözcük, bazen, hatanı ele veriverir, geceleyin çakan şimşek gibi aranızdaki karanlık uçurumu gösterir sana.”

“Yine de dünyada, geceyi sevdiğin kadının yanında, konuşmadan, sadece onun varlığını hissetmekten doğan neredeyse eksiksiz bir mutluluk içinde geçirmek gibisi olamaz. Daha fazlasını isteme, çünkü iki varlığın birleştiği hiç olmamıştır.”

“Bana gelince; ben, artık ruhumu kapadım. Neye inandığımı, neyi sevdiğimi, ne düşündüğümü kimseye anlatmıyorum. Bu dayanılmaz kimsesizliğe mahkûm edildiğimi bildiğimden şeylere fikrimi beyan etmeden bakıyorum.  Fikirlermiş, tartışmalarmış, zevklermiş veya inançlarmış, bana ne! Kimseyle bir şey paylaşamayınca her şeyden elimi eteğimi çektim. Görünmez benliğim keşfedilmeden yaşıyor. Alelade sorulara basmakalıp cevaplarım, konuşma zahmetine girmek istemediğimde yüzüme yerleştirdiğim “evet” diyen bir gülümsemem var.”

“Beni anlıyor musun?”

Uzun bulvarı Zafer Takı’na kadar tırmandık, ardından Concorde Meydanı’na geri indik, çünkü tüm bunları, artık hatırlamadığım başka bir sürü şey ekleyerek yavaş yavaş anlatmıştı. 

Durdu ve kolunu, Paris’in bir kaldırımında duran, uzun yüzünün Mısırlılara benzeyen yandan görünüşü yıldızlı geceye karışan devasa dikili taşa, ülkesinin garip işaretlerle yazılmış tarihini yanında taşıyan sürgün edilmiş bir anıttı bu, doğru kaldırıp aniden konuştu:

“Bak, hepimiz bu taş gibiyiz işte.”

Sonra tek kelime etmeden yanımdan ayrıldı.

Sarhoş muydu, deli miydi yoksa akıllı mı? Hala bilmiyorum. Bazen haklı olduğunu, bazen de aklını yitirdiğini düşünüyorum.

edebiyathaber.net (12 Eylül 2022)

Yorum yapın