
Şaşırtıcı, göz kamaştırıcı, korkutucu bu dünyaya fırlatıldığımızda yazgımız belli olmuştur: Günün birinde öleceğiz. İşte bu yüzden herkes bu ürkütücü ve kaçınılmaz kıyamet gününü beklemek yerine, onu unutturacak bir şeyler yapar bu dünyada. Büyürüz, okula gideriz, aşık oluruz, evleniriz, bu tekinsiz korkuyu yenmek için çocuklarımız olur. Bazılarımız para kazanır. Bazıları mutlu olmaya çalışır, bazılarımız kederlere boğulur. Ölümün onları bulamayacağı sanısıyla dünyanın hiç duyulmamış yerlerine gidenler, sürekli hareket halinde olanlar vardır. Sayıları az da olsa bu gergin bekleyişe dayanamayıp kaçınılmaz sonu çeşitli biçimlerde erkene alanlar da çıkabiliyor. Sonuçta, belki de sadece ölümü unutmak için yaşarız; yaşarken de başımıza gelmiş, o nihai anı hatırlatan diğer küçüklü büyüklü talihsizlikleri de sırf bu yüzden bilinçten kovmaya çalışırız. Şimdi benim anlatacağım, bu bağlamda kendi özgün hikâyemdir.
Ben çok önceleri ara ara bir şeyler karaladıktan ve araya uzun bir fasıla koyduktan sonra yazı konusunda daha ciddi düşünmeye başladığımda henüz boşanmıştım. Nihai anın güçlü bir hatırlatıcısı olarak, biten bir evliliğin ardından daha büyük bir çılgınlık yapmamak için yazmaya karar verdim. Gerçi bildiğim bazı örnekler yazmanın ters tepebileceğini, az buçuk dengeliyken bütün yapımı altüst edebileceğimi hatırlatmıyor değildi. Ama yazmak istedim. Yazmanın iyileştirici etkileri üzerine yazılar okudum. Düzene soktuğu düşüncelerim beni normale kavuşturmak için çalışabilirdi. Bende hangi ihtimal daha güçlü, başlayıp görecektik. Fakat bu anlatının anlamlı olması için önce ilk yazma deneyimimden başlamalıyım.
Çok yıllar önce lisede öğretmenim olan bir yazar büyüğümü hatırlamıştım, elimde birkaç şiir biriktiğinde. Belki bir yerlerde yayımlanması için yardım edebilirdi. Bunları daktiloda çoğaltıp götürdüm. Bir arkadaşımdan genellikle haftanın belli günleri öğleden sonraları takıldığı yerin adresini almış, baskın yapar gibi kendisini ziyarete gitmiştim. Alçak gönüllü sakin kişiliği insanları reddetmeye izin vermezdi. Benimle ilgilendi. Bana yemek bile ısmarladı. Çay içtik sohbet ettik. Hatta o sıralar içmediğim halde sigara tuttuğunda onunla karşılıklı tüttürmek hoşuma bile gitti. Ne yapacağımı bilemiyordum, böylesi büyük yazardan böylesi yakın ilgi görmek beni çok etkilemişti. Sadece kuru bir teşekkürle izin istemek, ben kalksam, demek ayıp olur muydu? Yemek yerken göz gezdirdiği şiir dosyamı çantasına yerleştirdi, ‘Doğan bey komşumdur. Bir akşam üstü yürüyüşünün dönüşünde koltuğunun altına sıkıştırırım şiirlerini,’ dedi. Doğan bey ki ayakları yere basarken başı bulutların üstünde dolaşan bir eleştirmen. Demek ki bir şeyler buldu benim şiirlerimde ki üstada gösterecek, diye düşünürken, daldığım hülyalardan su üstüne çıkarma gereği duydu beni:
‘Ben şiirle başladım yazmaya. Ama bu çok çok önceydi. Şiirden pek anlamam. Arkadaşım beni kırmaz. Merak etme, gereğince okuyacaktır ben söylersem.’ Bu aslında, ‘Hadi git artık, yemeğimizi yedik, sohbet ettik, dosyanı aldım. Görmesi gereken kişinin göreceğine de emin olabilirsin. İzin iste, git!’ demekti. Bense paçasına yapıştım, şehrin iyi semtindeki evine götürecek belediye otobüsüne bineceği durağa kadar eşlik ettim ona. Hatta oturduğu yere kadar gidip evine pazardan alınacakları bile alabilirdim. Kendimi borçlu hissediyordum. Birisi bana hak etsem de etmesem de bir iyilik yaptığında ezilir, ne yapacağımı bilemem. Bir teşekkürün yetmeyeceğini düşünürüm. Sonra ona ne tür şeylerle karşılık verebilir, bu borcu ödeyebilirim diye uzun süre planlar yaparım. Neyse, o arada otobüsü geldi de kendini yarattığım bu sıkıntılı durumdan kurtardı.
Bu kez büyük eleştirmeni bekleme süreci başladı. Bir hafta, iki, derken bir ay geçti. Bu iyiye işaretti. Beş para etmez şeyler olsaydı, şöyle bir bakar, ‘Bundan bir şey olmaz,’ der bir köşeye atar, bir daha da yüzüne bakmazdı. Oysa koskoca bir ay geçti. Belki de benim şiirlerimi bir üst yazı ekleyip ünlü bir dergiye gönderdi. ‘Bakın bir şair geliyor, birçoğunuzun pabucu dama atılacak, ona göre ha!’ Tabii bir eleştirmen böyle şeyler söylemez, en azından çakır keyif, dost meclisi sofrasında değilse.
İkinci ay geçti. Tıs yok. Bu arada dergileri de takip ediyorum ki, sürprize de hazırlıklı olmalı diye. Yoksa düşüp ölüveririm oracıkta. Nereden bileceksin, belki de bir ödüle başvurulmuştur benim adıma benden habersiz. Yazarından habersiz şiirlerinin yarışmaya gönderilmesi, biraz nezaketsizlik olmaz mı? Belki ben o isme düzenlenen yarışmayı istemiyorum, ne malum! Bunun üzerine, sanki içimde iki kişi varmışçasına biri diğerine, ‘Höst ulan, havalandın gene!’ dedi.
Üç ay, dört ay. Dergilerde de bir şey yok. Artık kendimi avutabileceğim bir şey kalmadı. Anladım; adam şiirlerime şöyle bir göz attı, ardından sunturlu bir küfür savurdu; sonra da yırtıp çöpe attı (son iki eylemi eş zamanlı yapmış da olabilir). Tabii sonradan aklı başına geldiğinde, arada arkadaşının olduğunu hatırladı ve ne yapacağını bilemez halde kıvranıp duruyor olmalıydı zavallı. Yırtılıp çöpe atılan şiirleri tekrar bir araya getirmek olanaksız. Peki arkadaşına ne diyecek? ‘Yan gözle bile bakmadım, okumadım tek bir satırını. Okunmaya değmez şeyler bunlar. Hepsi zırva.’ Şiirin namusuna halel getirecek bir eleştirmen değildir doğrusu. Gerekirse ölümüne savaşır, bu kahraman şiir neferi, geçit vermez kalburun altında kalanların şiir tarihimize sızmasına. Ne var ki, arada arkadaşı var. En akla gelen varsayım bu, dedim kendi kendime: Çöpe attı. Üzerinden zaman geçmesini, unutulmasını bekliyor olmalı. Bütün bunlar benim varsayımlarım. Anlamışsınızdır. Gerçekte ne olup bittiğini bilmiyorum. En azından o zamanlar.
Aslında anlatımı böyle dolandırıp okurun kafasını bulandırmak istemem. Bunu üslûp edinmek en son düşündüğüm şey. Boşanmanın sarsıntısını atlatmak, bir süre o kaybolmuşluk duygusundan kurtulmak. Yapmak istediğim tam da bu. En dibine belleğimin, en ulaşılmaz yerine, güneş ışığının ulaşmadığı, oksijenin olmadığı yere tıkıştırmak onları, ki sık sık yukarı çıkıp beni bunaltmasınlar. Bu yüzden yazmanın ulvi gücüne bağlanmak istiyorum. Yukarıdaki hikâyeyi anlattım ki, şiir konusundaki ilk girişimim nasıl sonuçlandı, anlayın. (O zamanlar neden şiir yazmak istedim, neyi unutmaktı amacım, neyi umut ediyordum, inanın hatırlamıyorum.)
Şimdi anlatacağım kısmı, bu güne daha yakın olanı. Boşanma sonrası yaşadıklarımı anlatmazsam anlam kazanmaz ilk anlattıklarım; zamansız, nedensiz bir hikâye gibi gelir kulağa yoksa. İkisinin arasında birkaç on yıldan fazla bir zaman ayracı var. Bu arada evlendim, çocuklarım oldu, büyüdüler. Yaşar Kemal öldü, onun alacağı düşünülen Nobel’i Orhan Pamuk aldı. Nice dergiler kapandı, e-dergi olarak niceleri açıldı. Elif Shafak yedi yirmi dört İngilizce konuşacağı yazacağı Londra’ya yerleşti (Soyadını o şekilde yazmak kendi fikri miydi yoksa yayıncısının yaratıcılığı mı, merak etmiyorum doğrusu). Selim İleri ardında yaslı bir daktilo bırakıp gitti. Ama Doğan Hızlan; bak o hep aynı kaldı. İnsan yanını edebiyat eleştirmeni olarak yaratan yarı tanrı. Ha, bir yazar vardı. Kelimelerin jonglörüydü. Esin perilerinin yanından ayrılmadığına kalıbımı basardım. Hepsi ona çalışıyor gibiydi. Türkçe cini bir tek ona fısıldıyordu en anlamlı roman cümlelerini. Bir gün bir şey oldu ve o günden sonra, kitap kapaklarının alnında upuzun yazılan adı bir anda üç harfli kısaltmaya dönüştü kendisinden bahsedilmek zorunda kalındığı yazılarda. Ben geçen zamanın hayli uzunluğunu böylece sezdirdikten sonra tekrar hikâyeme döneyim.
Boşanma sonrası ben yazma konusunda daha ciddi bir karar alınca, o çok sevdiğim, aynı zamanda öğretmenim olan yazarla tekrar bağlantı kurdum birkaç yıl önce. Biliyorsunuz artık birilerine, bir şeylere ulaşmak çok kolay; bütün dünyanın içine sığdığı ( bizim de içine düşürüldüğümüz) bir ağ var. Işıklı ekrandan her yere, herkese ışık hızında ulaşıyorsunuz. O ağda öğretmenimin de kendi adını taşıyan bir sayfası ve orada farklı isteklere cevap veren kutucuklar var. İletişim adresinden ona ulaşmadan önce siteyi iyice bir dolaştım. Yazılarını, onun için yazılanları şöyle hızlıca bir gözden geçirdim. Gönderdiğim postaya hemen cevap verdi. Beni tanıyabilmiş miydi emin değilim, ama aynı alçakgönüllülük, aynı ilgili tavır; değişmez beyefendiliğinin yerleşik unsurları. Şiir dosyamı verdiğimde yazar, Cahit Sıtkı’nın şiirindeki ölçüye göre yolun yarısını çoktan geçmişti, şimdi ise 80 olmuştur ya da mahut yaşa dayadığı merdivenin son bir iki basamağındadır. Türkiye’de roman dalında birçok ödülü aldığını da düşünürseniz, arada geçen yılları boşa tüketmediğini anlarsınız.
Bu büyük insan kendisine yazdıklarımı okuyor, düşüncelerime önem veriyor. Hiç değişmemiş. Ben de değişmedim: Böyle durumlarda hemen eziklik hissediyorum. Planlar yapıyorum, borç ödeme planları. Dedim ki kendi kendime, ‘Ulan Uğur ne güne duruyor, kısa filmleri izlenir hale de geldi. Öğretmenim önümüzdeki bahar şehrimizdeki kitap fuarına geldiğinde (artık aynı şehirde yaşamıyoruz; çoktan sanatın başşehrine taşındı) onu, kitaplarından seçeceğimiz cümlelerle zenginleştirip on, on beş dakikalık bir filmde anlatırız. Yormadan yaparız, hiç yerinden kaldırmadan, hatta hiç konuşturmadan. O sohbet etsin önünde dizilen insanlarla, kitaplarını imzalasın standında.’ Uğur da olumlu karşıladı, ‘Benim için onur olur abi.’ Bu iş tamamdır. Bak hele: Koskoca yazara haber vermeden karşısına çıkacağız, biz sizin filminizi yapacağız, diyeceğiz. O da, ulan siz kimsiniz de bana sormadan benim filmimi yapıyorsunuz, diyecek ve bizi eline geçirdiği çöpçü süpürgesiyle (nesneyle ilgili deyim belli yaştakiler için revaçta ama kendisi hâlâ kullanılıyor mu?) kovalayacaktır çıktığımız yere kadar, eminim. Ama bunun üstünde fazla zaman harcamadım; bu bir sonraki aşamanın konusuydu. Bu olmaz, borcu ödemenin başka bir yolu bulunurdu.
Bu arada yazarla uzun süre yazıştık. Ben diyeyim altı ay, siz deyin bir yıl. Edebiyat anlayışımdan, dil tercihlerimden, aidiyet duyduğum toplumsal katmandan, vs. vs. Aklınıza ne gelirse hepsinden konuştuk, yani yazıştık. Ben bazı yazarları küçümsedim, dahası onları aşağıladım, küfür ettim; sesini çıkarmadı. Bazıları nasıl kötü yazıyordu; kurdukları iki cümleden birinde hata vardı. Bazı şairler kakofonikti. Pazarlamacı çok satarlar okurlara kendilerini edebiyatçı olarak yutturuyorlardı. Sabırla, atıp-tutmalarıma takılmadan beni dinledi. Yeni bir dil yaratmak gerekiyor, diyordum. Edebiyata dair bazı temel öncelikleri arkaya itmeden kitabı, okumayı sevdirecek kadar halka yakın bir dil. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini parçalayıp atacak bir dil. Temel ihtiyaç olan ekmeği yemeyecek ama kitap alıp okuyacak yani. Bütün bunları söylerken, durmadan yazdığım, elimde dosyalar dolusu hikâye olduğu izlenimi vermiş olmalıyım. Gönder bakalım birkaçını, dedi.
İşte o zaman aklım başıma geldi. Atıp tutuyorum ama Facebook yorumları dışında pek bir şey yazdığım yok. Eyvah, şimdi hapı yuttum. Şimdi ne olacak? Aslında, yazmadığım da pek doğru sayılmaz. Velakin yazdıklarımı beğenmiyor, yok ediyorum. Ben yazılmamış olanı yazmak istiyorum. Neyse elimden kurtulabilmiş birkaç tane buldum. Yanlarına, kalabalık göstersin diye üç beş şiir ekleyip bilgisayarımdan postaladım. Bu sefer, öncekini telafi edercesine cevap hızlı gelmişti. Ne de olsa arada bir başkası yoktu. Okudu ve son sözünü söyledi: On yıllar öncesinin dil ve tema tutarlığını sürdürüyor olman hiç fena sayılmaz (Benim tercümem: Başta neyi nasıl yazıyorsan, hiçbir gelişme göstermeden, o salak sulak şeyleri yazmaya devam ediyorsun). Anladım ki ölümcül teşhisi hastasına duyurmakta zorlanan hekim gibi benden saklamışlar acı gerçeği bunca yıl. Hikâyelerim konusuna hiç girmemiş. Tabii ki bunun da nedeni gayet açıktı. Bunda anlaşılmayacak bir şey yoktu.
Kitap fuarı gelip çattığında Uğur’a film işinin iptal olduğunu söyledim. İçinden alıntıladığım cümlelerle kısa film senaryosu kurguladığım yazara ait kitapları bir süreliğine gözümün önünden uzaklaştırdım. Hayal kırıklığım birkaç gün sürdü; yarattığı kızgınlıkla, terli bir hayvan gibi burnundan soluyup durdum.
Sonra biraz sakinleştiğimde, kendimde bir şey fark ettim. ‘Vay canına, boşanmanın travması tümüyle yok olmasa da geri plana düştüğünden acıtmıyordu artık. Bu değil miydi, bunun üstesinden gelmeye çalışmıyor muydum? İşte oldu,’ dedim rahatlamış şekilde.

















