Öykü: Temkinli Rüyalar Atölyesi | Eda Özdemir

Ağustos 30, 2025

Öykü: Temkinli Rüyalar Atölyesi | Eda Özdemir

Çömlekten başını kaldırdığında vakit öğleni geçmişti. Ellerine bulanan kızıl kahve çamura baktı. Duvarların pürüzüne, yerdeki kilime, aşınmış sergi masasına. Mağara kovuğundan hallice olan dükkânını soludu, ekmek teknesini… Uçarı ve yönsüz bir kalabalık geçti önünden. İçerisinin külçe sessizliği, dışarısının havai seslerine izin vermedi girmesi için. Karısının Kulaksız Recep’in oğluyla gönderdiği sefer taslarını aldı önüne. Kavurma, pilav, ayran, kavun. İçine bir hüzün çöktü. Evvelki gün hep de fasulye hep de fasulye dediği için miydi bu şimdi? “Hayırsızsın Cevat,” dedi içinden; “Pek hayırsız.” Kızları Fazıla kaybolduğunda tam tamına bir yıl elini işe sürmemişti karısı. Yattığı yün döşek güvelenip, vücudu kırmızıdan mora kestiğinde günden güne, diğer evladı Yusuf ile kocası gelmişti de aklına ben ölmedim demek için önlerine bir tas çorba koymuştu. Yün döşeği bahçede yaktılar; Fazıla dönmedi, karısı öl(e)medi, Cevat bir tas çorbaya şükretti. İnsanoğlu unutmasa yaşar mıydı? Çorbadan fazlasını istemek Fazıla’yı unutmak mıydı? Kavurma boğazına dizildi, ayranı ekşidi, pilavını bitirdi, kavunu içi almadı. Göğsünü sıkıştıran düşüncelerden uzaklaşmak için sinekleri kovalayan kısraklar gibi başını salladı. Tek tek sustular.  Sıra boyu dükkânlardan gelen sesleri dinledi. Her şey bir iki yıl içinde olmuştu. Kerameti kendinden menkul birkaç telefon ünlüsü (hiç anlamadığı sanal dünya figürlerine bu ismi takmıştı) çömlek yapım dersleri diye bir şeyler atmıştı Burhan’ın yerinden, sonrasında Burhan uyanmıştı da bu işe, dükkânın her bir yerine fotoğrafını asmış, hemen ardından çömlek atölyesi diye bir isim uydurmuştu uyanık damadı. Bu işin tuttuğunu gören çarşıdaki diğer çömlekçiler de birbiri ardına çömlek yapım dersleri vermeye başlamışlardı. Tur otobüsleri bilhassa çarşılarına geliyor; genci, yaşlısı hayatlarında bu deneyim olmasa eksik kalacaklarmış gibi tezgâhın başında hoyrat parmaklarıyla çamura şekil vermeye çalışıyor, çılgınca fotoğraflıyorlardı. Akşam olup sessizlik indiğinde geride kalan yamuk yumuk çamur yığınları, hırpalanmış tezgâhlar, yorgun ama cebi dolu esnaf, terli kahkahaların bıraktığı çıplak sessizlikti. Burhan birkaç kez ona da dükkânında böyle “etkinlikler” yapmasını söylemişti. Acayip para vardı bu işte; “Hele ki tur şirketleri bir tuttu mu seni,” diyordu, “Tezgâh başında romatizmalı parmaklarınla çömlek yapmana gerek bile kalmaz, alırsın yanına bir çırak o yapıverir turistlerin hoşuna gidecek birkaç moda şey.”  Cevat her seferinde “Yaparız belki, belli mi olur.” deyip geçip gidiyordu yanından. O akşamüstü de elinde sefer tası, aklında karısı Hüsna’nın solgun yüzü, Burhan’a söyleyemedikleri ile beraber yürüyordu eve. Sol yanındaki sesler “Bak Burhan,” diyordu.” Ben bu dükkâna yalnız ve yalnız hayatta kalmak için geliyorum; bizleyken Fazıla, günlerce dükkânıma kapanır, bakanın hayran kalacağı, eğer bunu alıp evine götüremezse bu bozkırda aklını, kalbini bırakacağı çömlekler yapıyordum, sen de bilirsin benim çömleklerimin namını, sonra gidince Fazıla’m, kaybolunca sır olup ortalıktan, ben yalnızca hayatta kalmak için oturdum o çamur teknesinin başına…” Ağır aksak ilerlerken sağdaki sesler başlıyordu konuşmaya. “ Hem Burhan bana bir de çırak alırsın dediğin çırak var ya, heh! Onu almam ben; çünkü bu dükkânın bir çırağı var, bildin mi oğlum Yusuf’u? Yusuf, Fazıla’dan sonra anasının yün döşekte kendini güvelenmeye bırakmayıp, bize çorba yapmaya karar vermesinden üç ay sonra amcası Hasan’a bir mektup yazıp, gemilerde çalışmak için onu da Mersin’e yanına aldırmasını istemiş, demiş ki ona, babam o dükkâna o kadar meftun olup, vermeseydi kendini o çömleklere, Fazıla’nın yanına geldiğini görür, ona göz kulak olurdu. İşte amca bundan sebep ne o dükkânı isterim ne de babamı. Demiş demesine de Burhan bilirsin evlat bu, döner gelir belki bunca yıl sonra, geldiğinde gönül mü koysun?”  Cevat kendi yüreğinin kabuklarını, pişmanlıklarının, sustuklarının diyeti olarak kanatmayı kendine reva görüyordu böyle zamanlarda. Kanattıkça sağalıyor, sağaldıkça kanı koyulaşıyordu. Böyle cezalandırıyordu kendini. Öfkeli değildi kendine; derin acı, kara delik gibi öfkesini de yutmuştu. Eve geldiğinde karısı Hüsna uyuyordu. Sefer taslarını yıkadı, sahanlıkta soluklanırken yılların alışkanlığı enfiyesini çekti, bir tas çorba içip yattı. Bazen Yusuf ile Fazıla’nın sahanlığın kapısında belirdiği rüyalar görürdü. Bazıları öyle gerçek gibiydi ki, bir keresinde sevinçle karısı Hüsna’yı uyandırmış, sevincine ortak etmek istemiş, kendine gelince karısına bunu yaşattığı için kahrolmuştu. Temkinli rüyalar görmek onun işiydi artık. Bak bunun dersini verebilirdi, Temkinli Rüyalar Atölyesi. Kendini güzel rüyalara kaptırmadan, eminliğin güvenli sularında yüzmeden rüyaya teslim olmama atölyesi… Uyku gözüne asır kadar uzaktı bu gece de… Aslında Fazıla’m olsaydı pek severdi böyle alengirli işleri diye düşündü, gün boyu ayrılmazdı dükkândan; kalabalıkları severdi. Hüsna da peşinde. Akşamına Yusuf gelirdi, elinde süt helvası… Kızılırmak’a inerdik, ırmak boyu yürürdük, Fazıla gene güldürürdü bizi, Yusuf delikanlılık ile çocukluk arası gülerdi seyrek bıyıklarının altından… Rüyalar tekinsiz olabilirdi, gerçek gibi olan sahte, sahte gibi olan gerçek kalabilirdi. Kısrak başını salladı gene, üstünden başından sahanlığa döküldü düşünceler. Gün ağarırken Hüsna’ya bakmadan çıktı evden. Dükkânı açmayacaktı bugün, tanıyanı çok olmasa meczup gibi dolaşmak geliyordu içinden; ama tanıyanı da çoktu hatırı da. Dükkânını açmadığını gören eş dost onu gördüğü yerde evine, dükkânına buyur ediyor, kendilerince yüzünü güldürmeye, ikramlara boğmaya çalışıyorlardı. Fazıla’nın kaybolduğu ilk günler bütün ilçe neredeyse evlerine akın etmişti. Gençler kendi aralarında ekipler kurup, Kızılırmak’ı elekten geçirmişti. Aranmadık taş altı, mağara, han, hamam, çatı, ocak kalmamıştı. Mercan taşı bilekliğini getirmişti jandarma günler sonra, avuçlarına bırakmıştı öylece, ateşten mercan. Gün gün ardına, ay ay ardına eklendikçe, Fazıla yaşıtlarının torun bebelerine anlatacağı bir hikâye olarak kaldı hafızalarda. Geride kalanlar da ilçenin emanet kontenjanından yerini aldı hatırlı defterlerde. Güneş tepeye vardığında İhsan’ın yerine gitti; Bu kavruk sıcakta İhsan uğramazdı daha bahçeye. Bir çay söyledi. Günlük gazetelere, zamanı geçmiş mecmualara baktı. Okul gezisiyle çocukları gezdiren birkaç öğretmenin yorgun sitemlerine kulak kabarttı, sağlık ocağından çıkmış ahretliklerin birbirlerine anlattıkları hastalıklardan başka  başka dertler öğrendi, yeni atanan öğretmenin telaşındaki yalnızlığı sezdi, İhsan’ın sandalyelerin topuzuna bağladığı rengi açılmış rüzgârgüllerini izledi, çarşıdan yeni alınmış pileli, şile bezinden elbisesine dondurma döktüğü için ağlayan küçük kızlarına üzülen anne babanın çaresizliğini tanıdı. İlçeye yeni taşınan birilerinin eşyalarını indirmiş, soluklanmak için ayranını içen kamyoncu Recep’i gördü, işini özledi. Yaşlı karı kocanın terli sırtlarına bez koyarken yüzlerine oturan merhameti kıskandı, Hüsna’ya gücendi. Yeni yetme delikanlı ile kızın ilk aşk kabarcıklarıyla al al olan yanaklarına güldü. Yusuf’u düşündü. “Recep,” dedi, ürkütmekten korkar gibi; ”Yarın güneş yükselmeden gel benim eve, birkaç parça eşyamız var, yükleyelim senin kamyona.”

“Emrin başım üstüne Cevat abi,” dedi kamyoncu Recep, hatırlı defterinden bir sayfa açıp. “Yolculuk nereye?”

“Benim oğlana,” dedi Cevat, cevapları bulmuş gibi, yarayı sarmış gibi, tünelden çıkmış gibi. “Yusuf’a…”

Yorum yapın