Öykü: Sonrası | Ecehan Biçen

Mart 10, 2020

Öykü: Sonrası | Ecehan Biçen

“Evet” demiştim. Çok istediğimden değil.Karanlıkta parlayan gözler yüzünden. Tepemdeki ışık gözümü alıyordu ve ben sadece onları görebiliyordum. Hepsi dudaklarıma abanmış, cevabımı bekliyordu. Oraya kadar gelmiştim, reddetsem ağızları açık kalacak, yıllarca bunu konuşacaklardı. Şakaklarımdan birer damla terin süzüldüğünü hissetmiş, ellerimin titrediği anlaşılmasın diye silememiştim. Çeneme doğru akıyor, huzurumu hepten kaçırıyorlardı. Saygı duruşunda burnumun kaşınması gibi. Masanın altında parmaklarımı birbirine doluyor, saçlarımın nemden tülereceğini düşünüp endişeleniyordum. Saçma. Ben normalde böyle eften püften şeyleri dert etmem. Etmez miyim? Etmezdim. Artık?

Cevabı orada bulacakmışım gibi aynaya bakıyorum. İki yeşil göz de rimellerin arasından bana bakıyor. Kaşları kalkmış. Şaşkınlar. Karşılarındaki kadın düz fön çektirmiş. Saçları hiçbir taşa çarpmayan uysal bir şelale gibi omzuna akıyor. Kuaför işinin ehliymiş. Yoksa o kıvır kıvır, asi saçları yola getiremezdi. Rengini çilek kırmızısından bakır sarısına çeviremezdi. “Boyayalım mı?” sorusuna “evet” cevabını almasaydı. Sımsıkı kapalı dudaklara istediğini söyletmeyi biliyordu. Aslında sadece o değil, artık herkes bunu yapabiliyor.

“Daha natürel bir makyaj ister misiniz?”

“Evet.”

“Hâlâ sırt çantası mı? Yok daha neler! Beraber alışverişe çıkalım mı?”

“Evet.”

“Artık usturuplu giyinmen gerekiyor, şu mağaza tam sana göre, girmek ister misin?

“Evet.”

Ağzımdan sadece ilk “evet” çıkmıştı, kalçamın ve belimin ürpermesiyle karman çorman rüyalarımdan sıyrıldım. Gövdem ipek çarşafın serinliğinde kayıyordu. Gözlerimi açmadım. Tekrar o karmaşanın içinde kendimi kaybederim umuduyla. Alkışlar vardı. Işıklar, kulağımda gümbürdeyen müzik ve ayak serçe parmağımın acısı. “Kuyruk” acısı demişti bir ses. “Kuyruğu yırtıldı” diye bağırmıştı başkası. “Kuyruğunu kapana kıstırdı” diye kıs kıs gülen kimdi? Belki de hep ben konuşuyordum. Gözlerimi daha sıkı kapadım. Saatin tik taklarına, ardından onları bastıran horultuya takıldı kafam. Uykuya dalamadım.

Üstünden sekiz ay geçti, hâlâ uyanığım. Evde tek başıma kaldığımda bazen gözlerim kapanıyor, başım öne düşüyor. Uyuyakalacağımı düşünüp seviniyorum. Heyecandan kalbim küt küt atmaya başlıyor. Öyle ki gözlerim tekrar fal taşı gibi açılıyor. Yatağa girip tamamen yorganın altına çekilmeyi deniyorum. Boşuna. Beş dakika geçmiyor, nefessiz kalma kaygısıyla başımı çıkarıyorum. Kavga dövüş siyah perde taktırdım, onları çekiyorum. Odaya mezar karanlığı çöküyor ama zihnim ölmüyor, gömemiyorum.

Nihayet yerimden kalkıp evin içinde dört dönüyorum. Rüzgârın camları daha da sarsmasını, kırmasını, içeri dolmasını dileyerek. Sinirlerimi yatıştırmak için fayanslarda yalınayak geziyor, bileklerimi soğuk suyun altına tutuyorum. Buzdolabını açıyor, içindeki beyaz ışığa bakıyor, bakıyor, bakıyor, sonra masanın üstünü çikolata çöpleriyle dolduruyorum. Saçlarımı koparıyor, avcumun içinde yuvarlayıp yere atıyorum. Anahtar sesini duyana kadar.

Geceleriyse hep böyleyim. Evin içinde dört dönüyorum. Porselen vazoları ters çeviriyor, içlerinden hiçbir şey dökülmediğini görünce somurtuyorum. Kırlentleri kaldırıp altlarına bakıyor, büfeyi açıp içini kontrol ediyorum.Ne aradığımı bilmeden. Sonra da salon darmadağınık halde bırakıyor, parmaklarımın arasında sigara, sandalyeyi pencerenin yanına koyuyor, üstüne tünüyorum.

“Kız, yine ne düşünüyorsun öyle, kukumav kuşu gibi?” derdi annem. “Ne düşündüğümü düşünüyorum” diyorum. Burnumdan çıkan duman cama çarpıp dağılıyor. İzmariti kül tablasında ezdikten sonra aşağıya bakıyor, caddeyi görmeye çalışıyorum. Araçlar seyrek geçiyor. Kırmızı ışığa aldırmadan basıyorlar gaza. Durmalarını söyleyen hiçbir şeye “evet” demiyorlar. Hep hayır, hep hayır. Olsun, ben gümüş şamdanlı evimde, salon taze ahşap kokarken onlardan on iki kat yukarıdayım. Başım neredeyse göğe erecek. Neredeyse. Ben kesinlikle ereceğini sanmıştım, arada “neredeyselik” mesafe kalmayacağını. Öyle demişlerdi, inanmıştım. İlk “evet”i dediğim o masaya oturmadan önce. Aslında böyle reklamlara kulağımı tıkardım. Ne ara, nasıl duydum da kandım, bilmiyorum. Boşluğuma gelmiş. Boşluğa düşeceğim varmış. Boşluk… Ailesine “Kendimi çula çaputa satmam” diye bas bas bağırırken tek mesajla terk edilen her genç kızın içine düşeceği boşluk.

Şehre bakıyorum. Kimi binalarda hâlâ ışık var. Sadece ben miyim, uyumayıp veya gezmeyip karanlıkta oturan?Galiba öyleyim çünkü içeriden horlama sesi geliyor.İlk gecekinden farkı yok. Dayanamayıp gözlerimi açmıştım. En yapılmaması gereken şey. Karşındaki uyuyorsa sen de uyuyacaksın. Yoksa hayatın böyle pencere kenarında geçer. Bilemedim. Yanımda yatan adama baktım. Karanlıkta hatları zar zor seçiliyordu ama inip kalkan göbeğini görebiliyordum. Ter kokusu burnuma geliyordu. Evde unutulmuş çöp torbası gibi. Kendi koltukaltlarımı kokladım, midem bulandı. Duyduğum koku benim değil, onundu. Böğürerek yataktan kalktım, kendimi odanın dışına attım. Banyoya. Bir an önce yıkanmalıydım. Bol bol su, buhar, kese ve sabun.

O gece yapamadım. Küvetteki vanaları sonuna kadar çevirmiştim ama tek damla akmadı. Öfkem muslukları sökmeme yeterdi, gücüm yetmedi. Sağ kolumu büktüm, pazıma baktım. Sadece bir gün öncesinde gayet şişkindi. “Evet” dememin üzerinden yirmi dört saat bile geçmemişken bu denli sönmesine anlam veremedim. Sanki havası alınmış, üzerine iğneyle delikler açılmıştı. Yorgunluktan kaynaklandığını düşündüm. Yüzyıllarca uyusam, kimsenin öpücüğüyle değil, yüzüme doğan güneşle uyansam kendime gelecektim.Ama odaya dönemezdim, o leş kokuya, horultuya, beni sıkıştıran duvarlara. Salona geçtim.

Aynanın çerçevesi altın sarısı, yaldızlı. İçindeki kadının rimeli akmış, gözleri çökkün. Artık bana ilgiyle bakmıyor. Herhalde sıkıcı, sıradan bir kadına dönüştüğümü düşünüyordur. Alışveriş merkezlerinde, kuaför salonlarında binlercesi görülen fondöten maskelerine.Yeni kıyafetler almak için mağaza mağaza gezen, mağaza mağaza gezmek için yeni kıyafetler alan, arkadaşlarıyla kafede buluştuğunda bacak bacak üstüne atıp ojelerine bakan, makyajını düzeltmek için lavaboya giden, sadece karşısındakinin değil yan masadakilerin de üstünü başını süzen, gününü belgelemek için instagram’a sarılan ve parlatılmış dudaklarını büzerek ne kadar modern, ne kadar güçlü bir kadın olduğunu anlatan prenseslere.

Denedim. “Artık”la başlayan, “-malısın” diye biten her cümleye “evet” dedim. Benim maaşım devede kulakmış, her gün işe gidip gül yüzümü soldurmamalıymışım. Diretmedim. “O serseri takımıyla” görüşmeyi sürdüremezmişim. Üstelemedim. Ben bu evin hanımıymışım, ona göre davranmalıymışım. İlle de üretmek istiyorsam mutfağımda pasta, börek üretecekmişim. Veya ahşap boyamaya gidebilirmişim. Zaten çocuk olunca bunları düşünecek vaktim kalmayacakmış.Dilimin ucuna geldi, “Ben hanım hanımcık olmak istemiyorum ki” diyecektim, sustum.Başka biri gibi görünürsem başka biri olacağımı söylediler.Sadece üstümün başımın değil, zihnimin de bu kadife koltuklara uyum sağlayacağını. İnandım.Saçımı boyattım, giyimimi değiştirdim, dövmelerimi sildirdim.

Olmadı. İlk geceki kadar yabancıyım bu salona. Yürürken adımlarım tedirgin. Her an dengemi kaybedip bir şeyleri kıracağımdan korkuyorum. Mesela etrafta dikilen çini vazoları. Niye buradalar bilmiyorum. İçerideki adamın annesi kendi annemle evi döşerken ben yatağımdaydım, pijamalarımı giymiş, çikolata yiyordum. Ne bulmuşlarsa doldurmuşlar eve. Bazen hepsini tek tek alıp kırasım geliyor.Porselenler tuz buz olsun, yürürken parçaları ayaklarıma batsın, kanım parkelere bulaşsın. “Bu evin hali ne” diye soranların yüzüne kahkahayı patlatayım. Tedirgin gözleriyle eğleneyim. Aslında bunu yapabilirim ama elim gitmiyor. Adamın uyanmasını, evi başıma yıkmasını istemiyorum. Beni enkaz altında bırakmasını. Yapar mı yapar. Çünkü vazolar üzerinde yükselen bir ocak bizimkisi. Ben tekini kırarsam o hepsini kırar. Zaten daha ilk sabahımızda…

El yordamıyla geçmiştim koridoru. Sonunun asla gelmeyeceğini düşünerek. Parmak uçlarım nihayet köşeye değdiğinde şaşırmış, sevinmiştim. Dolunayın ışığı perdesiz pencereden salona doluyor, sehpanın yüzeyini, bibloların kıvrımını, koltukların minderini aydınlatıyordu. Berjere yürüdüm. Ayağımın altında önce parkenin serinliğini, sonra Hereke’nin yünlerini hissederek.İçerisi hâlâ inşaat tozu kokuyordu. Hapşırdım. Ürkerek arkama baktım. Mağaradaki canavarı uyandıracağım korkusuyla. Şükür, cama vuran rüzgârdan başka ses yoktu. Oturmaktan vazgeçtim, eşyaları incelemeye başladım. Gece vakti müzeye sızmış hırsız edasıyla.

Sökmeye başlayan şafakla dantellerin gül deseni belirginleşti. Duvardaki büyük tablo haremi resmediyordu. Önlerine getirilen sandıktan mücevher seçen kadınlar. Kendi evimde kendi tablolarım vardı. Kırmızılar içinde Flamenko yapan, topuklarını yere vuran bir kadın. Âşık olduğum gün çizmeye başlamıştım. Ve kitaplığım. Üst üste yığılı mizah dergileri. Koltuklarım, halım delik deşikti. Arkadaşlarım ne zaman gelse yeni sigara yanıkları açılıyordu. Umursamıyordum. “Burada da umursamayacağım” dedim. “Madem artık evim burası…”İki koltuk arasındaki Venedik işi cam vazo rahatsız ediciydi. En ufak darbede yere düşüp kırılacak cinsten. Sürekli orada dursaydı sehpaya çarpmamak hep kafamı meşgul edecekti. Ben de aldım, karşı duvara attım. Kırıklar etrafa saçıldı. Onları toplamak yerine pencerenin yanına gittim, dışarıyı izledim. Adam uyanıp ayağına cam parçaları batana dek.

Aynanın içinde salon değil, başka bir manzara var. Gri gökyüzü üzerinde daha koyu gri, yavaş yavaş sağdan sola akan bulutlar. İnsanın kalçasına kadar gelecek sivri kayalar. Denizin dalgaları gibi göz alabildiğine uzanıyorlar. Art arda iki kere şimşek çakıyor. Kız aynı yerde ama saçları kırmızı, kıvırcık, yerçekimine isyan hâlinde tepeye dikilmiş.Bana bakıyor, göz kırpıyor. “Gelsene” diyor, “ufka kadar gideceğim.” İnsanın ufka hiçbir zaman ulaşamayacağını düşünüyorum. Aklımdan geçenleri duymuş.

“Daha iyi ya, biz de sürekli yolda oluruz.”

Nasıl gideceğini soruyorum. Kayığı varmış, ona atlayıp kürek çekecekmiş. Ben onun saflığına gülüyorum, o benimkine.

“Sanki hiç yapmadığın şeydi. Ne çabuk unuttun. Koltuklar rahat gelmiş olmalı. Oysa sen bisiklet selelerini severdin.”

Kahkahasıyla camın sırları çatladı, yer yer döküldü. Kayığına atladı. Çektiği her kürekte kayalar parçalanıyor, çakıl taşları halinde aynadan saçılıyor, alnıma çarpıyor. Sonuncusu çok fena geldi. Tam iki kaşımın ortasına. Gözlerim kararıyor.

Uyandım. Koltuğun üstünde sızıp kalmışım. Hava kararmak üzere. Güneş karşı tepedeki apartmanların arkasından batıyor. Akşam ezanı başladı. Son sigaramı içtiğimde sabah okunuyordu. Şaşkınım. Aylardan beri hiç bu kadar uyumamıştım. Ağzımda şeker tadı var. Kafamın içinde sessizlik. Daha uzun süre böyle kalmak istiyorum. Etrafa boş boş bakmak. Ne düşündüğümü bile düşünmeden. Gördüğüm rüyayı hatırlamaya çalışıyorum. Olmuyor. Ama duygusu hâlâ içimde. Tokat çarpmış gibi. Bacaklarımı kıvırmış, karnıma çekmişim. Düzelttim, boylu boyunca gerindim, sağ yanıma döndüm. Sonra tekrar soluma, tekrar sağıma ve sırtüstü yattım. Hiçbir şekilde rahat değilim.Sanki minderlerin içine diken dolmuş, her yanıma batıyorlar. Dayanamayacağım. En iyisi yine sandalyeme tünemek.

Şehir ışıl ışıl. Sanki evlerin içinde hayat var. Gerçekten soluk alan insanlar, sofraya karışan kahkahalar, zihinlere farklı kapılar açan sohbetler. Belki dinleyene gaz veren rock parçaları veya duyguları perçinleyen keman sesi. Bardaki yakışıklıyla tanışıp gözleri ışıyan bir kadın. Sergisinin kokteylinde bir ressam.İlk gece eğlenceleri için süslenirken kıkırdayan genç kızlar.Benim evimdeyse üst komşunun adımları yankılanıyor. Bazen buzdolabının veya çamaşır makinesinin sesi.

Sigara yaktım. Ucundaki ateş salonun karanlığında parlıyor. Dumanı burun deliklerimden salınıyor. Asansörün kapısı açıldı, kapandı. Anahtar sesleri. İçeri girdi, antrenin ışığını yaktı, kravatını gevşetti, ceketini koltuğa fırlatıp banyoya geçti. Duş başlığından akan su duyuluyor.Az sonra beline sardığı havluyla çıkacak.Göbeğinden dökülen damlaları etrafa saça saça yatağa geçecek, beni çağıracak. Saçlarımı okşamak için değil. Veya günümün nasıl geçtiğini sormak için. Böyle şeyler bilmez. Üstümdekileri çıkaracak. Telefonun ekranını açar gibi. Ve havlusunu fırlatacak. Tinder’a girip tüm hesapları sağa atar gibi.

Ama hayır, gitmeyeceğim. Korkmuyorum. Az önce sağ kolumu yokladım. Meğer tüm ihtiyacım uykuymuş. Azıcık dinlenince pazılarım tekrar kuvvetlenmiş. O adam bunun farkında değil. Hem biliyorum, çatık kaşlarının arasındaki dik çizgi hep hava cıva. Tehditleri gözdağından ibaret. Bana salondaki herhangi bir vazo kadar bakmıyor ama yere atmaya kıyamaz. Çok pahalıyım. Hem atsa bile kıramaz. Madem onun gözünde bu kadarım, o benim gözümde hiç yok. Var olmayan şey bana ne zarar verebilir ki!

İzmariti kül tablasında ezdim. Beni çağırıyor. Kudursun. Gözlerimi kıstım. Dışarıda şehrin ışıkları uzayıp kısalıyor. Yarın kuaföre gideceğim. Saçımı tekrar çilek kırmızıya boyatmak için. Sarıyı bir ton açarsak daha havalı duracağını söyleyecek. “Hayır” diyeceğim. Bu adam ne derse desin. Ve onun annesi. Ve benim annem. Ve akrabaları, ve komşuları, ve eşleri dostları. Gözleriyle baştan ayağa süzsünler, dudaklarını büksünler, “cık cık cık” diye ötsünler, yaşıma başıma yakıştıramasınlar, yakamdan paçamdan tutup alışveriş merkezine sürüklesinler, moda tasarımcısına götürsünler. Hatta isterlerse bu evden atsınlar. Yumruğumu sıkacak, masaya vuracak, gözlerimde alaycı kahkaham, dudaklarımda eski sırıtışımla her yaptıklarına, her söylediklerine aynı cevabı vereceğim.

Hayır! Hayır! Hayır!

Ecehan Biçen kimdir?

1986 Bursa doğumluyum. 2009’da Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra yine Bursa’nın Orhaneli ilçesine öğretmen olarak atandım ve görevimi burada sürdürmekteyim. Ayrıca elimden geldiğinde öyküler yazıyorum.

edebiyathaber.net (10 Mart 2020)

Yorum yapın