
Kapıyı hafifçe araladım. İçeriye adım atmak ile geri çekilmek arasında sıkışıp kaldım. Tereddüt, bedenime ağırlık gibi çöktü. Gözlerimde, dün geceden kalan izler hâlâ dolaşıyor, düşüncelerim etrafa saçılıyordu. Sanki anılarım da benimle birlikte içeri girmek istiyordu.
Saçlarımı küçük ellerimle düzelttim, dalgın bakışlarımı aynaya yönelttim. Berbat görünüyorum. Sessizce koltuğa çöktüm. Çantamı karıştırmaya başladım, ne aradığımı bilmiyormuş gibi. Belki de gerçekten bilmiyordum. Ne aradığını bilmezsen, bulduğunda onun ne olduğunu anlaman mümkün mü? Emin değildim. Ama yine de arıyordum. Belki de aradığım şey çantanın içinde değil, içimde bir yerlerdeydi.
Dalgın bakışlarımı çantadan çekip kuaföre yönelttim. “Saçlarımı çok kısa kesebilir misiniz?” diye sordum.
Kuaför gözlerini bana dikti. “Ama uzatmak için çok uğraşmıştınız. Neden kestiriyorsunuz?”
Birbirimize baktık. Gözlerimdeki derinlik sanki onu da içine çekiyordu. İçimdeki çıkmaz yolları ona göstermek miydi niyetim? Yoksa beni anla demenin en sessiz yolu mu? Anlatsam anlar mıydı? Anlatmamayı seçtim.
Birbirimize bakarak susuyorduk, susuyordum. Konuşmak sadece kelimelerle mi olur? Susarak da insan konuşabilir.
Birden sessizliği kesip konuşmaya başladım. İçimde bir beden daha taşıyorum. Zamanı dolduğunda misafir olduğu yerden, yaşama doğru adımlarını atmayı öğrenecek.
Sokakta yürürken kadınları gözlemliyorum. Benim hamile olup onların bedenlerinin boşluğu tuhafıma gidiyor. Daha önce hiç böyle düşünmemiştim. Bazen aynada uzun uzun kendime bakıyorum. Bedenimin nasıl değiştiğini, tanımadığım bir başkasına dönüştüğümü görmek normalimin fazlasıyla dışındaydı. Sanki olmadığım bir ‘ben’e benziyordum yavaş yavaş.
Ya geçmişin yükü, geleceğimi şekillendirirse?
Geceleri gördüğüm rüyalar bile değişime uğradı. İçimde olan varlığı doğurmam gerekirken doğuramayacakmışım gibi geliyor. Ya onu bu minik ellerimle nasıl tutacağım, düşürürsem. Tutmak benim için çok önemli bir eylem. Hiçbir kadın bunu düşünmemiştir. Akıllarının ucundan bile geçmemiştir. Şu sıralar çok düşüncelere dalıyorum. Bazen öyle kendimden geçiyorum ki annemin elime vuruşuyla kendime geliyorum. Meğerse tırnaklarımı yiyormuşum. Aslında kendimi yavaş yavaş yediğimin farkında bile değilmişim. Annem beni ne zaman sakinleştirmeye çalışsa, her şeyin iyi olacağını söylese de içim daha da çok karmaşıklaşıyor. Karmaşıklığın içinde beni korkutan bir şeyler olduğunun bilincinde değil. Her şey düzelecek zamanla diyor ama ya ellerim! “Onları bebeğimi tutabilecek kadar büyütebilir misin?” diyesim geliyor. Doğunca neye benzeyecek acaba diye düşünüyorum. Ya elleri benim gibi olursa!
Doktorun elime verdiği fotoğrafına bakıyorum. İçimde bir canlının varlığı korkutuyor beni.
“Ben doğduğumda her şeyim normalmiş,” annem öyle diyor. Sonra bir yaşıma doğru ellerimin büyümediğini fark etmişler. Aslında büyüyormuş ama vücuduma göre çok küçük oranlarda oluyormuş bu. Birçok doktora götürmüşler ama bir çare bulamamışlar. Son aşamada kabullenmek kalıyor, kabullenmişler ama ben hiçbir zaman kabullenmedim. Her zaman neden böyle olduğuma dair cevaplar aradım. Ama içimi tatmin eden cevabı bir türlü bulamadım. Aslında buldum ama kabul etmemekten yana ısrarcı oldum. Sanki neyi değiştirecekse bu eylemim. Hiçbir şeyi de değiştirmedi. Okul yıllarımda ellerimi hiç kimseler görmesin diye saklamaya başladım. Ellerimi görmezlerse benimle arkadaş olabilirlerdi. Sınıfta hiç arkadaşım yoktu çünkü. Bütün sınıf ellerimin küçüklüğünü biliyordu. Sırf onların o bakışlarından uzaklaşmak için en son sırada oturmaya karar verdim. Gerçi gözlerim de bozuktu, tahtayı zor görüyordum ama onların o bakışlarına maruz kalmaktansa bu zorluğa katlanmayı seçtim.
Lise son sınıfta öğretmenim sayesinde Dostoyevski ile tanışmıştım. Okuduğum kitabında şöyle bir cümle vardı: “İnsan her şeye alışan bir varalıktır.” Dosto yanılıyordu. Ben eksikliğime alışamamıştım. Belki de insanlar dikte ettikleri içindi, bilemiyorum. Bir ihtimal alışabilirdim ama insanlar çok acımasızlar buna izin vermediler. Ben de onlardan uzaklaşmaya karar verdim. Uzaklaşıp kendi içime çekildim. Kendi içimdeki fırtınaları dindirmek için bol bol kitap okumaya başladım. Hep bir cevap ardım onlarda. Dostosevki’nin kahramanları gibi tedirgin ruh halimi dinginliğe ulaştırmaya çalıştım. Alyoşa’nın dinmek bilmeyen umudundan bende de olsun çok istedim.
Her şey çok sıkıcı ve inanılmaz yorucu geliyor. Suskunluğum bile gürültülerle dolu. O gürültüleri müzik notalarına dönüştürüp beni dinlendiren bir melodi olarak beynimin düşünen merkezini sustursun istiyorum. Zihnimin içinde dönüp dolaşan sorularımın bir türlü cevaplarını bulamıyorum.
Geçen gün eşim beni böyle uzaklara dalgın bakarken, “Neyin var? Ne düşünüyorsun? Seni kaygılandıran ne? Neden şu sıralar çok sessizsin? Sana sarılmak isterken beni neden kendinden uzaklaştırıyorsun? Başını göğsüme yaslamak ve sana sıkıca sarılmak saçlarını öpüp kaygılarını aklından uzaklaştırmak istiyorum ve seni çok seviyorum” dedi. O an bir ağlamak geçti içimden, tuttuğum kendimi bırakıverdim ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Eşim beni kendine çekti ve sıkıca sarılıverdi. Tek ihtiyacım olan şey buydu sanki. Bir müddet sonra kendimi hafiflemiş hissettim ama hafifliğimin içi bile bir seslerle doluydu. O sesleri susturmaya ayrıca gücüm yoktu.
İnsan düşündüklerini neden kendinden uzaklara atamaz. Şu sıralar harf harf küçücük kâğıtlara yazıyorum içimdeki kelimeleri. Sonra yürüyüşler yaptığım, yolun kenarında koca gövdesine dinlenmek için yaslandığım ağacın dibine gömüyorum. Birkaç aydır yapıyorum bu eylemi. Kendimi biraz olsun iyi hissettiriyor.
Birden daldığım aralıktan Deren Hanım’ın, “saçınız çok güzel oldu” sesiyle çıkıyorum. Aynada kendime tekrar baktığımda yüzümde küçük bir tebessüm beni karşılıyor. Şaşırıyorum. Adı gibi saçımdan öte içimi de derleyip toplamış olduğu hissi ile doluyorum. Dinginliğin ayak sesleri aynadan bana bakıyormuş gibi sanki. Eskiden baktığı ben iken, şimdi baktığı da gördüğü de ben oluveriyorum. Aynaya bakarak ayağa kalkıyorum. Ellerimle karnıma sarılıp,”nasıl olursan ol seni daima seveceğim” diyorum. Beni duymuş gibi içimde kımıldanmaya başlıyor.
***
Yirmi gün sonra bir gece yarısı saat biri beş geçe sancılarım başlıyor. Artık bebeğime kavuşma saatimin geldiğinin yakınlığı heyecanla dolduruyor içimi. Ama doğumuma dört hafta kaldığını düşününce hemen telaşa kapılıyorum. Sabahın ilk ışıklarına kadar eşime bile sezdirmeden sessiz sedasız sancımı çekiyorum. Kedim benim yanımdan hiç ayrılmıyor, acımı paylaşıyor sanki. Kedinin miyavlamasını duyan eşim gözlerini açar açmaz yüzümün sancılı halini görüyor.
“Ne oldu?”
“Kızım erken gelmeye kalkıştı galiba” diyorum.
Apar topar eşyaları hazırlıyor, koridora koyuyor. Karnımı tutarak,“kedinin mamasını vermeyi unutma” diyorum. Bir telaşla evden çıkıyoruz. Arabanın yanına geliyoruz. Bir de ne görelim arabanın bütün camları buz tutmuş. Eşim, “sen arabaya geç ben camları temizleyeyim” diyor. Arabanın koltuğuna oturuyorum ben de. Yeniden bir sancı geliyor. Dişlerim soğuktan birbirine çarpıp dururken, bir yandan da sancı yüzünden karnımın içi yırtılıyormuş gibi oluyor. Bağırmamak için kendimi zor tutuyorum ama gözlerimden gelen yaşlara sahip çıkamıyorum. Neyse eşim camlardaki buzu temizleyip, arabayı çalıştırmak için anahtarı kontağa yerleştirip çeviriyor. Bu sefer de araba çalışmıyor. Tekrar çeviriyor, tekrar çalışmıyor. Dördüncü denemesinde çalışıyor nihayet. Hemen hastaneye doğru hareket ediyoruz. Trafik çok kalabalık, herkes işine yetişme telaşı içinde. Kırmızı ışıkta dururken tekrar bir sancı daha geliyor. “Galiba doğuracağım,” diye tanımadığım inlemeli bir ses çıkıyor benden. “Az kaldı biraz daha dayan” diyor eşim. ‘Dayan’ kelimesi havada dolanıp duruyor sahibini arıyor da hiç bulamıyor gibi. Neyse yeşil ışık yanıyor, eşim basıyor gaza. Tam hastanenin önüne gelmeye az kalmışken bir kaza olduğunu ve iki şeritli yolun bir şeride düştüğünü görüyoruz. Arabalardan hastanenin önüne doğru bir kuyruk oluşmuş. Fazla beklemeden bizim arabanın sırası geliyor ve geçiyoruz. Sonunda hastane acilinin önüne geliyoruz. Eşim arabadan inip acilin içine doğru koşuyor. Hemen arabanın yanına bir sedyeyle bir doktor, bir hemşire ve bir de eşim geliyor. Eşim kapıyı açıp usulca koltuğumun altına giriyor. Hemşirenin de yardımıyla beni sedyeye yatırıyorlar. Bu sefer bir sancı daha geliyor ama diğerlerinden daha kuvvetli. “Doğuruyorum ben galiba” diye bağırıyorum. Vücudum parçalara ayrılıyor sanki. Hemen asansörle yukarı çıkarıyorlar. Asansörün kapısı birden açılıyor. Koridorun ucundaki kapıda doğum salonu yazısını okuyorum. Sedyeyi koşar adım ileriye doğru sürüyorlar. Tam kapının önüne geliyoruz, kapı kilitli. Hemşire kapının şifresini giriyor, açılıyor. İçeriden birisi koşarak sedyeyi alıyor. “Galiba bu sefer geldi bebek” diyorum. Hemen nereden geldiğini anlamadığım beyaz önlüklü birisi bacaklarımı aralıyor. “Bebeğin başı gözüküyor” diyor. Apar topar o sedyenin üzerinde doğum yapıyorum. Bebeğin sesini bir türlü duyamıyorum, bayılmışım.
Gözlerimi açtığımda bir hasta odasında olduğumu görüyorum. Etrafıma bakınıyor ama kimseyi göremiyorum. O an bir ağrı saplanıveriyor içime. Aldığım her nefes acıtıyor sanki canımı. Bebeğimi arıyor gözlerim etrafta ama yok. Bebek doğduktan sonra sesini duyamamıştım. Ölü doğum yapmış olabilir miyim acaba? Aklımı bu düşünce yiyip bitiriyor. İçime saplanan ağrı şiddetini artırıyor. Ölüyormuş gibi hissediyorum. Kolumdaki serumun iğnesini çıkarıp yavaşça ayağa kalkmaya çalışıyorum. Birdenbire yere yuvarlanıyorum. İki bacağımdan da kanlar sızıyor yere. Ne gelen var ne giden odaya. O an bir rüyada olabilir miyim diye düşünüyorum. Yavaş bir şekilde yerden kalkıyorum. Kapı çok uzakta değil ona doğru yürümeye başlıyorum. Yürüdükçe kapıya ulaşmam gerekirken sanki kapı benden uzaklaşıyor. Neden böyle olduğuna bir anlam veremiyorum. Kesin bu bir rüya olmalıdır diyorum. Uyanmak istiyorum ama bir türlü uyanamıyorum. Rüyanın içinde debelenip duruyor bir türlü çıkamıyorum. Yalnızlığımla iç içeyim. Bu yalnızlık başka türlü bir yalnızlık, içi suskunluğun gürültüleriyle dolu.
Bir an kapı açılıyor. Eşim kucağında kızımızla içeri giriyor. Hasta yatağımın yanına geliyor. “Neredeydiniz iyi ki geldiniz” diyorum. “Kızımızı sana getirdim artık gözlerini aç ve kızımızın güzelliğine bak” diyor. Oysa gözlerim açık. Ardından kapı yine açılıyor. İçeri doktor bey giriyor. Konuşmaya başlıyor. Şu an eşiniz sizi duyamaz, şok durumunda. Fakat ben bütün konuşmaları duyabiliyorum. Ne yazık ki konuşamıyorum. Dilim ağzımın içinde dönüp dolaşıyor, bir ses dahi çıkaramıyorum. Bana neler olmuş olabileceğini düşünüyorum. Düşünüyorum ama geçerli bir gerekçe bulamıyorum. Doktor konuşmasını sürdürüyor. Doğum sonrası çok kanaması oldu. Kanamasını bir türlü durduramadık, şoka girdi ve rahmini almak durumunda kaldık. Tepki vermesi gereken olaylara herhangi bir tepki göstermez şu an. Nadiren de olsa şok durumu birkaç güne düzelebilir diye umuyoruz. Biraz sabırlı olmalısınız diye telkinlerde bulunuyor eşime.
Ben kızıma nasıl sarılabileceğim? Onun yolunu dört gözle beklerken bu olacak şey miydi? Beni kim teskin edecek? Onun sıcaklığını dahi deneyimlemeden bu olacak şey miydi? Nasıl korkuyordur şimdi? Bu neden bana oldu? Çok fazla düşünmemden dolayı olmuş olabilir mi? “Fazla düşünmek hep zararlıdır” derlerdi. Düşünceleri aklımdan atmaya çalıştıkça daha fazla düşünmeye başlıyordum. “Aklına gelen düşünceleri çok önemseme ve görmezden gelmeye çalış. Sana rahatsızlık vermesine izin verme” derdi annem. Onu dinlemeliydim. Anneler hep haklı mı çıkar? İnsan düşüncelerini kontrol altına alabilir mi? Neyi düşünüp, neyi düşünmeyeceğine karar verebilir mi? “Endişelenme, her şey düzelecek, güven kendine başka şeyler düşün; iyi, güzel, olumlu şeyler düşün. Sen çok güçlü bir annesin. Bu zamana kadar her şeyin üstesinden geldin bu durumun da ötesine geçebilirsin. Aidiyetin kızının yanı, biraz sabır. Acele etme, zamanın geçmesine izin ver. Her şey güzel olacak.” Diye başka bir ben, benimle konuşuyordu. Haklıydı.
Gözlerim, odanın beyaz ışıkları arasında yeniden açıldı. Sesler artık boğuk değil, berraktı. Yanımda eşim vardı. Gözlerimi açtığımı görür görmez, gözlerindeki yaşları gizlemeden gözlerimi öptü tek tek. Hoş geldin canımın içi diyerek. Kucağındaki küçücük kızımı bana doğru yaklaştırdı.
Kızım.
Minicik parmaklarını oynatıyordu, sonra gözlerini kısacık açıp yüzüme bakar gibi oldu. İçimde bir şey koptu, sonra yerine derin bir huzur doldu. Ellerimi uzattım. Küçücük ellerim, onun minicik ellerini kavradı. O an fark ettim ki büyüklük ya da küçüklük önemsizdi, önemli olan dokunabilmekti.
Bebeğim, avuçlarımın içine sığarken, ben de onun dünyasına sığıyordum.
“Nasıl olursan ol, seni hep seveceğim,” dedim.
Ve o da sanki anlamış gibi, parmağıma sıkıca sarıldı.
Yalnızlığın gürültüsü susmuştu artık. İçimdeki bütün korkular yerini dingin bir melodinin ilk notalarına bırakmıştı. Küçük ellerimle, koca bir dünyayı tutuyordum artık.
Parmaklarımı bebeğimin yanağına dokundurdum. “Nasıl olursan ol, seni hep seveceğim.” diye fısıldadım. Hayatta ilk defa kendimi ‘tam’ olarak hissettim.
Sevgi, ellerin büyüklüğüyle ölçülemez. Yüreğin derinliğiyle ölçülür.


















