Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşamsefaları
Söylesin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum
Edip Cansever

Serin yaz rüzgârının esintisi, tül perdeyi havalandırıp pencereden bir dışarı bir içeri savururken masanın üzerindeki derginin sayfaları kendini hızla çevirmeye başladı. Duvarlar gökkuşağı gibi; renkli renkli not kâğıtları var üzerinde. Okuyamıyorum, yazıları çok küçük. Bu yaşta nakış işlemekten, dikiş dikmekten gözlerim bozuldu. Kasabanın bütün kızlarının çeyizi elimden geçti. Millet de ihtiyacım var diye ucuza getiriyor. Üç kuruşa yok gülleri pembe olsun, yok yastıkta kumru olsun, olsun da olsun. Olsun, gocunmuyorum. Kelimeler uçuşmaya başladı boşlukta. Rüzgâr duvarlardaki aile fotoğraflarımızın üzerini süpürdükten sonra perdenin ucunu getirip üçlü koltuğun üstüne bıraktı. İki adım atıp pencereyi kapatmaya üşendim. İyiden iyiye esmeye başladı. Kıl çivi ile emaneten astığım çerçeve düşüverdi. “Ne üşendin be Leyla, kalkıp kapatamadın, al başına bir ton iş çıktı.” Cam kırıkları her yere saçıldı. Süpürgeyi açsam evdekiler uyanır. Kalsın. Gecenin bir körü uyandım. Gözkapaklarım ağrıyor ama uykum da gelmedi. Cam kırıklarının arasında zikzak çize çize balkona çıktım. Ortancalar, sardunyalar, fesleğenler, yan yana ikiz gibi duran leylaklar ile sümbüller… Güneşe yüzlerini vermiş, nemli yapraklarıyla gelin gibi süzülüyorlardı. Süzülsün. Elimi üstlerinde gezdirdim. Fesleğenin kokusu burnuma doldu. Leylaklar da iyice coşmuş. Bana ilk defa meydandaki pastanede buluştuğumuzda Orhan çiçek almıştı. Bir daha da almadı zaten. Almasın.
Her sabah şu serçenin gözlerine bakarım ben de, ötüşünü dinlerim. Orhan’dan daha çok yarenlik etti bana. Gene dolanıyor balkonun etrafında. Dolansın. Saksıların dibine ekmek kırıntıları koydum. Biraz kendi yer, kalanını yavrularına taşır. Çam ağacının gövdesine yuva yaptı. Geldi benimki, kondu leylakların dibine. Yaklaşacak oldum, ürktü. İçli içli öttü. Kanatlandı. Sokağın iki yanındaki evlerin çatılarından yükselip alçaldı, sonra geldi bahçedeki çam ağacının balkona sarkan dalına kondu. Ekmek kırıntılarını yerken ürkek gözlerle beni süzdü, bu defa yanına yaklaşmadım. Gözlerini sokağa çevirdi. Keskin kafa hareketleriyle bir süre etrafı gözledi, sonra da karşımdaki sandalyeye kondu. Boyaları dökülmüş balkonun boyanması lazım. Orhan’a kaç kere söyledim, başından savdı beni. Bakkal Hayri’ye söyleyeyim de bir usta ayarlasın. Dikişlerim de birikti. Benim emektar singer tekliyor, onu da tamire bırakmam lazım. Dikiş parası gelene kadar bakkala uğrayamam. Bir an önce bitireyim de bayramdan önce elime para geçer. Serçe dikti gözlerini bana, acıdı halime belki de. Sen nasıl bir kadınsın der gibi baktı yüzüme. Baksın.
“Ne güzel kadınsın, seni istemeyen bir adamı niye bırakmıyorsun?”
“İki kız çocuğum var benim, sana söylemesi kolay tabii, uç dur ancak sen. Dolapta meyve tabağı vardı. Dizimi izlerken yerim diye akşam hazırladım ama canım istemedi. Getireyim sana.”
bu kadar yemeği niye yaptım ki bir tencere sarma sütlaç da yapmışım karnıyarık pilav taze fasulye meyve tabağı hıh burada bu dolap çok mu soğutuyor beş yıl olmadan bozuldu layık görüp iyisini alamadılar ki kayınvalidemin eskisi ne olacak babam erken gitmese bir dayanağım olurdu analık evine sığamam orhan bıraksan o kadını yuvamıza dönsen bana da çiçeğim demedin mi şiirler dizmedin mi kasetler doldurdun on beşimde teslim oldum sana da bozulur bunlar yenmezse konu komşuya vereyim bari ne kadar da yapmışım bayram değil seyran değil israf gebe kaldım dediğimde aldıralım dedin tövbe günah olur mu o da can nefesini nasıl keserim mantıyı da unlayıp koymuşum oh ne güzel düğün kurmaya gerek yok namusunu temizliyor oğlum daha bir de takı mı takalım ödül gibi sevmiş güvenmiş kızım anası terbiye verememiş ki bir de analık ettim yol gösterdim emeklerim boşa
“Getirdim, ufaladım iyice, taşıması kolay olur.”
“Sağ ol Leyla, seni beklerken salonda dolaştım biraz. Valizler Orhan’ın mı?”
“İş için gidiyormuş, burada iş güç kalmamış.”
“Niye iş mi bitmiş koca kasabada? O kadınla gidiyordur.”
“Giderse gitsin, ben dikiş diker büyütürüm kızlarımı.”
“Yani zaten ne hayrı var ki sana, otel gibi gelip gidiyor. Kasabadaki herkes biliyor.”
“Arabayı da alacakmış, belli ki temelli gidiyor.”
“Giderse gitsin, ağrımaz başını ağrıya sokuyorsun.”
“Küçük yer burası, yirmi yaşında kadın başıma ne yaparım?”
“Benim yavruların babası çiftleştikten sonra hoop gitti. Ben bakıyorum yavrularıma.”
“Yapamam ki ben, iz bilmem, yol bilmem. Bir dikiş dikerim. Uyanınca konuşurum. Tamam, gitsin ne yaşarsa yaşasın, ben duymayayım, akşam olunca dönsün gelsin evine. Çocuklarının başında olsun, sıcak yemeğini koyarım, ütüsünü yaparım. Bir şey de istemem. Ben çalışır geçindiririm evi. Yeter ki başımızda olsun.”
Uykusuzluktan kafam bulandı. Serçeyle konuşmaya başladım. Kızlar uyanmadan balkona güzel bir sofra kursam, mis gibi hava. İçimiz açılır biraz. Sonra da geçerim makinemin başına, ayaklara kuvvet deyip bitiririm akşama kadar. Orhan’ın eşyalarını saklasam, arabanın anahtarını da kaldırsam yine gider mi ki? Şu serçe gibi kanatlanıp uçabilsem keşke, bir yere de gidemem. Atların peşine düştü ilk zamanlar, atları bıraktı sonra da kadınların… Benim dikiş nakış parası olmasa aç kalırız. Zamanla düzelir, aklı başına gelir dediysem de gelmedi. Gelmesin.
“Senin iyiden iyiye kafan gitti Leyla.”
“Kuş beyinli seni, bir de benim kafama laf ediyor. Ne yapayım?”
“Sensin kuş beyinli, bir ben varım seni anlayan. Bak ben de giderim böyle konuşursan. Hâlâ eşyalarını saklasam diyorsun. Orhan zaten hayalet gibiydi bu evde. Ailesi de kol kanat germez. Sen başının çaresine bakmayı öğren.”
“Gölgesi yetiyordu, ele güne karşı. Şimdi dul kadın diye laf atarlar, dedikodumu çıkarırlar. Laf söz olur. Ailesi dedin de, dur bak dün ne oldu, anlatayım. Bizimkinin anası geldi. Çocukları özlemiş, yalan. Bir iki sevdi, oynadı. Tabii belli niyeti, beni ikna etmeye göndermiş oğlu, boşanmıyorum ya ondan. ‘Kızım sen niye boşanmıyorsun bu benim beş para etmez oğlumdan?’ diye sorunca açtım ağzımı, yumdum gözümü. Ardına bakmadan düştü yola. Oğlu ile birlikte gideceklermiş; o yollu Asuman seni eve alır mı hiç? Mumla ararsın beni de bulamazsın. Zaten oldum olası sevmez beni. Sözde onlar görmüş geçirmiş aile diye üstten baktı hep bizimkilere. Düğün bile yapmaya gönlü olmadı ailesinin, ben ayak direyince evin önüne kurdu düğünü. Kursun.
kapıda niye o kadar bekledim ki girseydim içeri tükürseydim yüzüne alımlı kadın yıksaydım o evi başlarına utanmaz akşama güzel bir balık sofrası kursam yanına da bir küçük alırım onu kaç kere aldatmaya karar verdim yapamadım saflık bende işte niye yapamadım ki mutfağın musluğunu da yaptırmak lazım kaç kere söyledim illa ben gidip ustayı bulacağım babama söylesem olur evlilikte der geçerler kızın dört yaş aşısı var yarın iyi aklımı seveyim az daha unutuyordum büyüğün fişlerini yazdırmak lazım ne güzel kızsın bu adam sana göre değil dediler de dinlemedim balıkçı bahri kaç kere sıkıştırdı tezgâhın arkasında da yüz vermedim şakşuka yapayım bir de yanına yoğurtlu semizotu oh mis gönlünü alırım bu adam tövbe tutmaz tövbe de etmedi ki levrek güzel olur tam mevsimi ne var o kadında tutacaktım saçından tüm mahalleye rezil edecektim bakkalın karısının elbiseyi dikersem bakkala veresiyeye giderim levrek pahalı olur hamsi mi alsam boya için de usta lazım
“Beni lafa tuttun, simitçiyi kaçırıyordum az kalsın.”
“Hey! Simit taze mi?”
“Gevrek teyze.”
“Ayıp ayıp, senin kızın yaşındayım ben.”
“Tövbe estağfurullah, tamam Leyla Teyze kusura bakma.”
“Bak hâlâ…”
“İndiriyorum sepeti, koydum parayı içine. Kafanı biraz çek, aman değmesin.”
“Sıcacık, daha yeni çıktı fırından.”
“Serçe de kaçtı senin yüzünden. Nursuz.”
Sepeti yukarı çekerken evin telefonu çalmaya başladı. Sepeti hızlıca çekip balkona bıraktım. Telefonu açtım. Sesi tanıyamadım. Yanlış oldu sanırım deyip kapattım. O sırada içeriden bir kadın geldi. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Neredeyim ben? Kim bu kadın? Tanıdık geliyor ama çıkaramadım. Elim niye kanadı? Her şey sisler içinde. Bu anı çok iyi tanıyordum artık. Bir rüyadan uyanır gibi. Uyanamadım. Yüzü tanıdık geldi ama çıkaramadım.
Bakkal hayri geldi bugün eve veresiyeyi kapat diye kapattım mektup yazıyorum orhana ankaraya taşınmış ana babası da beraber gitti evi su bastı dün mutfağın musluğu patladı duvarlar yarı yerine kadar su analığıma gittim çocukların yanında kalırsan temizliğe gideceğim bizim küçük kızın öğretmenine boşamış beni kâğıt geldi eve bakamam kimsenin piçine babası bakmamış ben mi bakacağım büyük kız hasta alerjisi varmış her yeri sirkeli suyla sildim gece de dikişleri bitirdim orhana mektup yazdım yine kızın mezuniyeti var diye bu sefer cevap yazmış kızlarıma söyle beni öldü saysınlar diye birkaç yıla dediği oldu kaza yapmışlar ailecek kurtulan olmamış haber geldi
Kızlarım başka şehirlerde. Tayinlerini alamadılar buraya. Gelir giderler bayramlarda, tatillerde. Bugün arife günü, akşama kalmaz gelirler. Torunlarım var üç tane, biri aynı bana benziyor. Bu valizleri ben getirdim gene. Atamadım bir türlü eşyalarını. Güzel anılar daha çabuk silindi. Bu aralar kırk sene öncesinde yaşamaya başlamışım, Hatice öyle diyor. On beş yaşımda Orhan’ı ilk tanıdığım zamanlarda. Bu Hatice de yıllardır az kahrımı çekmedi. Kızlar da pek gelemiyorlar. Gelmesinler.
“Leyla Hanım, benim, Hatice. Korkmayın.”
“İyiyim, merak etme kızım, kafam gitti geldi yine.”
Telefon çaldı uzun uzun. Hatice açtı.
“Merhaba, Hatice Teyze. Yok, çıkamadık, çocuk rahatsızlandı. Kardeşimle de konuştum. Nöbet yazmışlar ona da. Bayramda olmazsa size götür istersen, ya da kalırsan bayram harçlığını fazla yatırırız. Teyze gerçekten zor durumda olmasak söylemezdim böyle bir şey. Başka birisine bırakamaz mısın? Çok sağ ol. Sen olmasan ne yapardık bilmiyorum. Anneme versene telefonu, şimdi üzülmesin konuşayım onunla.”
Kafamla işaret ettim Hatice’ye, konuşmak istemiyorum diye, kapattı. Balkona çıktım. Serçelerin yuvasına takıldı gözlerim. Annelerinin taşıdığı yemleri yiyorlardı. Sokulmuşlar annelerinin kanatlarının altına. Sokulsunlar.
edebiyathaber.net (20 Mayıs 2025)