
Kardeşimle ayrıldık. Son bir kez yüz yüze bile gelemedik. Ayrılığı, onu bir daha o istemedikçe rahatsız etmeyeceğimi ona mail atmam gerekti. Günler geçti, cevap vermedi. Belki de tek ortak noktamız dna’mız, karındaşlığımız diye yazmıştım. Her şeye itiraz eden, tartışmayı, inandıklarını verilerle savunmayı pek seven kardeşim sessiz kaldı. Babamın altmış dördüncü yaş gününden beri inişleri çıkışlarından çok olan otuz sekiz yıllık ilişkimiz, böylece, babamın altmış beşinci yaş gününde sona erdi. Bu cümleye bir “sonsuza kadar” yakışırdı ama kardeş bu, nasıl biter ki kardeşle ilişki sonsuza kadar? Mail’i attığım günden beri belki yine de, her şeye rağmen cevap yazar diye bekliyorum. Mail’i attığım günden beri sırtımın ortasında iki böbreğim birden varlıklarını derin bir sızı ile hissettiriyorlar. İnsan kardeşe böbreğine bir şey olduğunda mı ihtiyaç duyar? Suçluluk duygumun köprücük kemiklerimin arasında olduğunu öğrenmiştim bu sene, yaz başı. Onda tık yok. Bu sefer kendimden, elimden geleni yaptığımdan eminim, suçluluk duygum işsiz kaldı.
Her şey bundan tam bir yıl önce, çok sıkıldığım ve sadece eğlenmek istediğim bir gece başladı. Babamın altmış dördüncü yaş günü gecesi. Kutlama planı yapmamıştık. Benim başım son birkaç aydır çok kalabalıktı. İş yerinde ayrı, evde ayrı ayrılıklarla uğraşıyordum ve neye elimi atsam avukatlık bir durum ortaya çıkıyor gibiydi. Telefonumda son aranan kişiler listesinde en çok avukatımın ismini görmek canımı sıkıyordu. Üstelik babamın eski bir arkadaşı olan bu Dersimli tonton avukat amca benden para almayı kesinlikle reddediyor, onunla adil, eşit şartlarda çalışma ihtiyacımı paramparça ediyordu. Her arayışımda vaktini aldığım için özürler diliyor, her görüşmemizde en azından hesabı ödemeye çalışıyordum. Uzlaşmacı bir avukattı ama çok sıkıntıya da gelemiyordu. Para ile çözülebilecek bir meseleyse parayı verip çözmekten yanaydı. Benim o kadar da çok param olmadığını, çok para kazanılabilecek bir sektörde henüz o zengin kapıları aralayamadığımı ve belki de hiç aralayamayacağımı anlamıyordu. Muhtemelen bu kafayla neden anonim şirket kurduğumu da sorguluyordu içten içe – ki bunu ben de birkaç ay sonra uzun uzun düşünecektim. Evde ve işte bitmeyen, çetrefilli hukuki meselelerle uğraşırken içim şişmekten beter olmuştu. Benden iş-aş beklentisi olmadan benimle ahbaplık edecek kimsem yok gibi hissediyordum.
Tam bu sıralarda, uzun zamandır ilk defa, hayattan sarhoş olup eğlenmekten başka bir beklentisi yokmuş gibi görünen biriyle tanıştım. Adı Nazlı olan bu yeni arkadaşım adının hakkını veren karakterlerdendi. Böyle tanımlayarak onu küçümsediğim düşünülmesin. İstanbulluydu ama yıllardır Amerika’da yaşıyordu. Vatandaşlığı kaptıktan sonra buraya daha sık gelip gitmeye, annesinin yanında daha fazla zaman geçirmeye başlamıştı. “Amerikan rüyası”nın “taşı toprağı altın İstanbul”dan daha gerçek olduğuna canlı bir örnek gibiydi. Işıltılı kıvırcık saçlı, hafif, neşeli, parlak ve de küstahtı. Gittiğimiz yerlerde garsonları soru ve sorunlarıyla bunaltıyor; asla glutenli ya da karbonhidratlı bir şey yemiyor; etini “Amerikan usulü” pişmiş isteyince kendisine aval aval bakıp “Amerika’ya hiç gitmedim” diyen zavallı garsona önce şaşırıp sonra “medium-rare” cevabını yapıştırırken çapkın bir gülümse atıyor; eti halen istediği gibi pişmemişse geri gönderiyor; menüde damağına layık bir şarap bulamazsa ya da masaya gelen şarabı beğenmezse neyin ne kadar konulacağını santigratlarına kadar belirterek cin-soda içmeye başlıyor ve hesabı öderken bıraktığı bahşişle tüm gecenin cefasını hafızalardan siliveriyordu.
Hayatta kendimle ilgili hiçbir şeyi böylesine önemsememiştim şimdiye dek. Menüde glutensiz bir şey yok mu? Tuzlu fıstık, patates kızartması ye. Şarap köpek öldüren mi çıktı? Dik kafaya gitsin. Alkol aynı alkol. Kendimi hiçbir zaman böylesine talepkar olabilecek kadar haklı hissettirmemişti kahpe hayat ve o gece, babam altmış dördüncü yaşına girerken, ben hayatıma yeni giren bu kadının enerjisini, özgüvenini, şeytan tüyünü içime çekmek, kendi beynime, bedenime transfer etmek istiyordum. Kadıköy’de birkaç mekana yayılan yemeli içmeli bir akşam planladık. Sonrasında ise gecenin bir yarısı da olsa, sarhoşluktan yıkılsam da dolmuşa atlayıp babamın yanına gidecek, ona kocaman bir iyi ki doğdun diyecektim. Hatta minik bir pastayı nereden alabileceğimi bile hesap etmiştim. Kendi kendime kurduğum planlarımdan kimsenin haberi yoktu, ama sürprizin işlememesi için bir sebep de yoktu. Birkaç aydır ayrı uyuduğum eşime o gece eve gelmeyeceğimi, kedilerin ona emanet olduğunu söyledim ve sesini kapattığım telefonumu çantamın derinliklerine attım.
Moda’da çok sevdiğim küçük bir bistroya götürmüştüm yeni arkadaşımı. Falafel tabağı favorimdi ama her şeyi ortaya söyleyelim dedik. Glutenli falafellere elveda demek zorunda kaldım. Menüsü düzenli olarak değişen mekanda ciğer gününe denk gelmiştik. Nazlı çok severmiş. Garsona “güzel yapıyor musunuz?” diye sordu. Olumlu cevabı duyunca “bir tane ondan alalım” dedi. Yanına da mekanın karışık zeytinyağlı tabağından söyledik. Yine glutensiz, karbonhidratsız şeylerden koymalarını sıkı sıkı tembihleyerek elbette. Karnım açtı, içki içeceksek biraz karbonhidrat enerjisine de ihtiyacım vardı ama nasılsa ekmekten alırım yakıtımı diye düşündüm. Ben bunu düşünürken Nazlı’nın küçük masamıza gelen ekmek sepetini “biz yemiyoruz, hiç yer işgal etmesin” diyerek geri göndermesi bir oldu. Cool’luğum batsın, ses çıkaramadım. Nazlı’yı beklerken bir bira içmeye başlamıştım. O tabii ki bira içmiyordu. Bir karaf sofra şarabı söyledik. “Kırmızı ama dolaptan olsun”. Bana kalsa biranın üstüne kırmızı değil beyaz içerdim. Üstelik gece uzun sürecekti, şişelerce kırmızı şarap içmenin masada kelli felli bir yemek yemediğin sürece anlamı yoktu. Ama bir yandan da ciğer yenen masada beyaz şarabın lafı bile edilemezdi, o gece patron Nazlı’ydı ve uyum göstermek benim işimdi. Gecemiz Nazlı’nın şen kahkahaları eşliğinde başladı. Feneryolu’ndan Moda’ya nasıl taksi bulamadığını ve dolmuşa binmek zorunda kaldığını, diş doktoru ve başka hastane işleri için her sene düzenli olarak İstanbul’a geldiğini, annesinin rahatsızlıklarını ve o yaşlandıkça ondan uzakta olmaktan korktuğunu, yaptığı yatırımları, nereden ne kadar kazandığını, Los Angeles’taki evini, işlerini anlattı. Tam bu noktada yemekler geldi. Bir karaf kırmızı şarap bitmişti. İkinciyi söyledik. Nazlı ciğeri beğenmedi. Yeni bir karaf kırmızı şarapla masamıza yaklaşan garsona “En son Edirne’de yemiştim, yumuşacık ve tamamen sinirsizdi. Sizinkinin tuzu biraz fazla kaçmış sanki” dedi. Masanın ortasındaki ciğerden bir lokma daha aldım. Bence gayet güzeldi ama her şey gibi onun da daha iyisi mümkündür diye düşündüm. Mükemmelin peşinde değildim. Ağız tadımın çok gelişmiş olduğuna ilişkin bir iddiam da yoktu. Zaten o anda derdim karşımdaki parıltılı kadının akıcı enerjisine kendimi bırakmak ve yerlerde sürünecek kadar sarhoş olmadan geceyi planladığım gibi sürdürebilmekti. Nazlı bana yeni ayrıldığı İngiliz sevgilisini anlatırken yemeğe bir ara verdi ve çantasından evde sardığı sigaraları koyduğu tablasını çıkardı. Sigara sarmayı o da benim gibi beceremiyormuş, o yüzden evde minik makinesinde, televizyon karşısında sardığı sigaraları bu tablaya yerleştiriyormuş. Tam sevdiğim gibi incecik sarılmış sigaralardan canım çekti, bir tane kaptım. Nazlı karşımda bir türlü çakmayan bir çakmakla boğuşuyordu. Ben çakmak ya da kibrit sormak için gözlerimle garsonu ararken Nazlı çoktan yan masamızdaki iki yakışıklının çakmağını almıştı. Sarma sigara bu, sönüp duruyordu elinden bıraktığın anda. Nazlı sigarasını tekrar yaktığı her seferde çakmağı yan masamıza bırakmaktansa kendi masamıza bırakmaya başladı. Bir yandan da bana kaş göz yapıp duruyordu ama neden bahsettiğini kesinlikle anlamamıştım. Sonunda telefonunu çıkarıp mesaj attığını işaret etti. Böylece, ikinci şarap karafımızın dibi görünmüşken, ben de yaklaşık bir buçuk saattir çantamın derinliklerinde unuttuğum telefonuma uzanmak zorunda kaldım. On beş cevapsız arama. En üstte eşimin adı. Nazlı’ya “pardon bir arama yapmam gerek” dedim ve hızlıca geri aradığım eşime “biri mi öldü?” diye sordum. Beni merak etmişler, herkes beni arıyormuş. “Nasıl yani?” dedim. “Öyle işte, sana ulaşamamışlar, çok merak etmişler, seni arıyorlar” dedi. Fazla soru sorarak terslenmek istemediği belliydi, merak edenlerle arama girmeye meraklı değildi. Ne alaka diyerek telefonu kapadım ve çantama geri attım. Nazlı mesajını görmediğimi anlamıştı, bana gözleri kocaman açılmış halde elinde tuttuğu Zippo çakmağı gösterdi, başını masanın üstünden iyice uzatıp fısıldayarak “Altın kaplama bu, nerede görsem tanırım” dedi. Sigarası bitmişti. Çakmağı yan masaya geri bırakırken çenesini tutamadı, “Pardon bu altın kaplama Zippo biliyorsunuz değil mi? Yani ben sizin yerinizde olsam birisi çakmak istediğinde bunu vermezdim. Çakmak bu sonuçta, en çok hacılanan şey. Çakmak… Altın kaplama Zippo’nuz gitsin istemezsiniz değil mi?” Nazlı’nın ışık hızında yaptığı bu konuşma ile neye uğradığını şaşırmış görünen iki hipster teşekkür ettiler, hızlıca hesabı ödeyip kalktılar. Yaptığı iyi niyetli tavsiyenin kaale alınmaması içine dokunmuş olan Nazlı “keşke hacılasaydım çakmaklarını” dedi arkalarından. Garsonu yakalamayı başarıp kibrit rica ettim.
Üçüncü şarap karafını isteyeceğimiz sırada Nazlı’ya “yemek bittiğine göre beyaz şaraba mı dönsek acaba” diye bir öneride bulundum. Dudaklarımın kırmızı şaraptan yanmaya başladığını, ağzımın içinde paslı kırmızı şarap sarhoşluğunu hissedebiliyordum. Biraz ferahlamaya ihtiyacım vardı. Nazlı saate baktı, “Tamam olur, zaten bunu da içip kalkmamız gerek, şovun başlamasına yarım saat kalmış” dedi. Yemek sonrası İngilizce komedi gecesine gitmek için bilet aldığımızı neredeyse unutmuştum. Aylardır aralarında yaklaşık iki yüz adım olan ev-ofis arasında mekik dokuyan yorgun beynim ve bedenim varoluş alanından kilometrelerce uzakta ve şaşkındı. Buz gibi beyaz şarabı hızlıca kafaya diktik, hesabı paylaşarak ödedik. Şimdi önümde atlatmam gereken yeni bir sınav vardı: tipik bir Los Angeles gülü olarak dört tekerden inmeye alışkın olmayan Nazlı’yı iki ayağı ile daha hızlı olabileceğine ikna edecek ve Moda’dan Kadıköy çarşıya yürütecektim. Şarabın verdiği baş dönmesi sağ olsun, başardım. İçki ile arası benden daha sağlam olan yeni arkadaşım elbette benim kadar etkilenmemişti içtiğimiz şaraplardan, hatta karaflarımızın yarım litre olduğunda ısrarcıydı, yine de alkolün verdiği enerji ve gözlerine taktığı pembe gözlüklerle koluma girdi ve ayağındaki yüksek ve oldukça ince topuklu botlara rağmen bana ayak uydurdu.
Komedi kulübüne vardığımızda biletlerimizi okutmak için çantamdaki telefonuma uzandım. Ekranda kardeşimin adı yanıp sönüyordu. Bundan daha kötü bir zamanlama olamazdı, aramayı sessize attım ve kapıdaki görevliye okutmak için biletleri açtım. Hangimiz daha sarhoştuk bilmiyorum ama içeri girip dik merdivenleri çıktıktan sonra masaya kurulmamızla bir şişe beyaz şarabı “ben ödeyeceğim!” diyerek ısmarlayan Nazlı oldu. Üstelik de asla bilmediği, muhtemelen ayık kafayla ağzına dokundurmayacağı bir markadan. Kontrol mekanizmam iplerimi iyice gevşetmişti. Bu kadar çok kötü şaraba alışkın olmayan Nazlı dağıldıkça dağılıyor, sahneye çıkan herkese Kaliforniya aksanlı İngilizcesiyle laf yetiştiriyor, oturduğu yerden kendi çapında bir stand-up yapıyordu. Teksaslı olduğunu iddia ederek sahnede komiklikler yapmaya çalışan genç adama “Bu ne biçim aksan, sen Teksaslıysan ben de Lazım” diye bağırıp seyircileri o ana kadar sahneye çıkan tüm komedyenlerden daha çok güldürdüğünde, genç adamın şaşkın utancını iliklerime kadar hissettim. Nazlı’yı buradan sapasağlam çıkarmam gerekiyordu. Alkışlar eşliğinde verilen program arası imdadıma yetişti. Temiz hava almak ve bir sigara tellendirmek için dışarı çıktık.
Nazlı gecenin devamında bir daha yukarı çıkmadı. O, sokaktaki masalardan birine oturmuş Teksaslılığı ile dalga geçtiği genç adamla sohbet ederken ben de ekranı gelen arama ve mesajlardan cayır cayır yanan telefonumu elime aldım. Aile eşrafının yanı sıra uzaktan yakından arkadaşım dediğim neredeyse herkesten ya bir arama ya da bir mesaj vardı. BENİ MERAK ETMİŞLER. Merak edilmek. Hayatta en sevmediğim, en anlamakta zorlandığım duygu. Tehlikeli bir yerde mi yaşıyorum? Ölümcül hastayım da haberim mi yok? Günlerce mi ulaşamadılar? Tüm soruların cevabı hayır. Bu durumda merak edilme sebebim ne olabilir? Birkaç saat telefonumdan uzaklaşmam… Ne yapsam diye düşünürken kardeşim arıyor yine. Kimseyle konuşmak istemiyorum. Elimdeki telefondan nefret ediyorum. Lise yıllarım geliyor aklıma. Arkadaşlarım birer birer takoz Nokia ya da Ericsson cep telefonlarıyla gezmeye başlamışken benim şiddetle telefon almayı reddetmem, annemin bana hep bu arkadaş telefonlarından ulaşmaya çalışması… Cep telefonu çıktı mertlik bozuldu. Sonra whatsapp ve sonra da whatsapp grupları. Her çıkan yenilikte kendimi daha da kapana kısılmış hissediyorum. Beni çok ama çok ama çok merak ettiklerini yazan insanlara aynı asayiş berkemal mesajını kopyalayıp atıyorum. Sıra aile grubuna geldiğinde biraz daha uzun bir mesaj yazasım geliyor. Sonra içimdeki alkol “ara kız şunları” diyor ve annemi arayıp saydırmaya başlıyorum. “Ayda yılda bir eğlenmeye çıktım, sonra da sürpriz yapacaktım, içine ettiniz” diyerek açıyorum ağzımı yumuyorum gözümü. Annem ağlamaklı, kızı Kadıköy’de bir otobüsün altında kaldı sanmış. Kötü haber tez duyulur lafını hatırlatıp telefonu kapatıyorum. O arada Nazlı dar sokağa girmeyi başaran cesur bir taksiciyi durdurup kendini içine atıyor. Bana da yalvarıyor onunla gitmem için. Misafir odası varmış. Daha bugün temizlik yapılmış evde, her yer pırıl pırılmış. Sabah annesiyle kahvaltı yaparmışız. Hayır. Ben yukarı çıkıp önce o kötü şarabı bitirecek, sonra da gecenin kalanıyla ilgili planlarımı çöpe atıp eve, evime, yataklı kanepeme döneceğim. Yolum uzun ama zaten benim bu gece uzun yürüyüşlere, hayatımdaki her şeye küfretmeye ihtiyacım var. Sahneye çıkan komedyenlerin ne anlattığı umurumda değil. Kim aramış, kim mesaj atmış, onları tarıyorum telefon ekranımda bir kez daha. Aylardır konuşmadığım, pire için yorgan yakan ve ihtiyacım olduğunda asla orada olmayan, duymayan, hissetmeyen, konuşmayan, arkadaşlıklarını sorguladığım insanlar. Hayatımdaki safralar. Samimiyetsiz merakları midemi bulandırıyor. Kadıköy çarşıdan Söğütlüçeşme’deki metrobüse doğru yürürken karanlık bir ara sokakta başımı duvara dayıyor, sabah dükkanı açmaya geldiğinde bana sövüp sayacak olan adamdan af dileyerek midemdekileri çıkarıyorum. Yetmiyor. Babamı arıyor ve doğum gününü kutlamak için yaptığım planları, nasıl bir gece olsun rahat bırakılmadığımı anlatıyorum. Ağlamıyorum. Öfkeliyim ama bağırmıyorum. Doğum gününü bu kadar geç kutladığım için de ondan af diliyorum.
Kardeşimle ilişkimiz o geceden sonra bir daha hiç eskisi gibi olmuyor. Her şeyi başlatan merak fitilini ateşleyenin o olduğunu öğreniyorum. Ben ona beni tanıyamadığı için kızıyorum, o bana merak ettirdiğim için kızıyor. Aramızdaki çatlak sıva tutmuyor, ben adım atmaya çalıştıkça derinleşiyor. Benden beklenen özürleri dilemiyorum. Hayatımın son yıllarında sırf birileri çenelerini kapasın, seslerini çıkarmayı bıraksın diye laf olsun torba dolsun mahiyetinde dilediğim onca özür varken, özür dilemek ne demek, gerçek bir özür mümkün mü diye düşünüyorum. Yalandan dilenecek bir özrüm daha yok çıkınımda. Birkaç ay sonra kardeşim İstanbul’dan uzağa, güneşli Bodrum’a taşınıyor ansızın. Tüm ev ahalisinin (iki insan ve üç kedi) ayrı ayrı kendi banyolarının olabileceği kadar büyük ve yerleri pırıl pırıl mermer, havuzlu bir villada yaşamaya başlıyor. Aramıza sadece kızgınlıklar, kırgınlıklar değil kilometreler de giriyor. Her ay en azından bir kez iş için geldiği İstanbul’da beni kırk yılın başında arıyor. Aile denen şey whatsapp’ta bir grup olmanın ötesine gidemiyor. İletişelim diye her gün yeni bir yöntem icat oluyor, oysa aramızdaki samimiyet azaldıkça azalıyor. Biz birbirimizden her gün daha da kopuyoruz.
Babamın altmış dördüncü yaş günü gecesinden sonra bir daha Nazlı’yı görmüyorum. Amerika’ya geri döndüğünü duyuyorum ortak arkadaşlardan. Onda küstahlık, ukalalık olarak damgaladığım her şeyin aslında müthiş bir samimiyet olduğunu fark ediyorum. Nazlı içi neyse dışı da o olan, içini dışına çıkarmaktan korkmayan, kimseden çekinmeyen insanlardan. Nadir bir tür. Binlerce kilometre ötede olsa da mesaj attığında samimiyetten yazdığını, benden bir beklentisi olmadığını biliyorum. Hayatımda böyle insanları çoğaltmaya, gemimi batırmaya ant içmiş diğerlerini safra atarcasına uzaklaştırmaya kesin karar veriyorum. Babam altmış beşinci yaşına girecekken belki aile denen şey birbirimize kedi, köpek videoları gönderdiğimiz bir whatsapp grubundan ibaret değildir umuduyla kardeşime bir mesaj atıyorum. Cevap yok. Annem bir kedi videosu atıyor o sırada gruba. Bense sessizliğini koruyan kardeşime o en başta bahsettiğim ayrılık mail’ini yazıyorum. Varsın ağrısın böbreklerim, şişelerce su içer, arıtır temizlerim. Sırtımdaki suçlulukta ise hala tık yok. (Aralık 2024)

















