Öykü: Pazar | S. Özgür Aslan

Aralık 15, 2022

Öykü: Pazar | S. Özgür Aslan

Sabahın ilk ışıklarıyla, 1970 model bir bedford kamyon aynı anda girdi geniş caddeye. Öyle acayip bir gürültü çıkartıyordu ki kamyon, hemen köşedeki apartmanın yedinci katında oturan emekli albay Muhittin bey gözlerini kıstı yatığı yerden. Bu gelen ses kesinlikle bir tanka ait olmalıydı. Kendisinin çok aşina olduğu bir sesti bu. O yüzdende koca apartmanda hatta koca caddede bu sesten rahatsız olmayan tek insan o olabilirdi. Karısı yine homurdanarak döndü yatağın içinde. Muhittin bey bıyık altından gülümsedi ve anılara gitti aklı yattığı yerden. Açık mavi renkli bu kamyon kasasındaki yükle beraber, yolunu kaybetmiş tek hörgüçlü bir çöl devesini andırıyordu. Dün geceden gelip arabasının içinde uyuyan bazı pazarcıların yanından geçip, beyaz yağlı boya ile çizilmiş kendi yerine doğru ilerledi. Kamyondan ilk önce gözlerinden uyku akan, çiğ sarı bir çocuk indi. On üç, on dört yaşlarındaki Hamdi, yeşil gözlüydü ve saçları kısacıktı. Kumaş pantolonunu eliyle biraz yukarı çekip bacaklarını esnetti. Ayak parmakları plastik terliğin ucunu iyice kavradıktan sonra iki hamlede tırmandı kamyonun tepesine. Bu sırada kamyonu durduran babası indi aşağıya. ‘Güm’ diye çarptı kamyonun kapısını. Ses iki kez yankılandı sokakta. Sanki pazara tezgâh kurmaya gelmemişte, kafası iyi, bir pavyona gelmiş gibi çarptı kapıyı. Sanki o pavyona girip içeriyi dağıtacakmış gibi çarptı. Sanki sevdiği kadını o pavyondan çıkartıp, hayatının kadını yapacakmış gibi çarptı. Uyansınlar istedi belki de sıcak yatağında uyuyanlar. Uyansınlar çünkü kendiside uyumak istiyordu bir çuval gibi. Kendiside böyle lüks bir apartmanda oturup, lüks arabaları olsun istiyordu. Ama ona biçilen rol bu değildi hayatta. O sabahın dördünde kalkacak. İnekleri sağacak. Sonra tarlaya koşacak. Sonra güvenmediğinden kimseye kamyonuyla kendi ürününü satmak için düşecekti yollara. Sonra böyle deli gibi çalışarak ve elinden geldiğince iyi bir insan olarak ölüp gidecekti bir köy pazarında, öğle sıcağında. İnsanlar toplanacaklardı başına. Birisi su dökecekti alnına. O kadar insan bir araya gelip bir ambulans çağırmak yerine sadece üzülecek ve yazık diyeceklerdi. Yalnız ölecekti çünkü Hamdi çoktan onu terk edip şehre yerleşmiş olacaktı. İşte tamda bu yüzden çarptı kapıyı. Sanki başına gelecekleri biliyormuş gibi çarptı. Sonra dikine çizgili, yakası neredeyse göbeğine kadar açık beyaz gömleğinin cebinden bir Maltepe sigarası çıkartıp yaktı. Bakmayın paketin Maltepe olduğuna, içini kaçak tütünle Hamdi dolduruyordu geceleri. Sigaradan derin bir nefes çektikten sonra oğluyla göz göze geldi. Çocuk yukardan babasına bakıyor, bütün hareketlerini inceliyordu. Belki incelemiyordu da öyle geldi Mahmut’a. Yinede rahatsız oldu bu durumdan. Ağzından sigarayı düşürmeden kamyon kasasında ki halatları çözmeye başladı. Çözülen halatları Hamdi toplayıp diğer tarafa atıyordu. Sıra demir tezgâhları aşağıya indirmeye gelmişti. Hiç konuşmadan bir makine gibi çalıştılar ve tezgâhı kurdular. Hamdi yine bir çırpıda aşağıya indi ve kamyonun kasasının üzerinde duran kalın mavi brandayı çektiler. İşte bütün hayatları o kasanın içinde duruyordu. Kasalar dolusu domates, salatalık ve envai türlü yeşillik. Sanki küslermiş gibi yine hiç konuşmadan kasaları indirdiler ve tezgâhın üzerine yığdılar. Sonra Mahmut çölde kaybolmuş deveyi bağırta bağırta bir arka sokağa götürdü ve bağladı.

Bu arada diğer pazarcılarda çoktan ekmek teknelerini kurmaya başlamıştı. Yüzlerce el, pamuk gibi yumuşacık eller, kuru toprak gibi çatlamış eller, tırnakları uzamış, ojeleri solmuş eller. Genç eller, yaşlı eller. Hepsi bir amaç için, belki de binlerce yıldır süregelen bir alışkanlığı devam ettirmek için çalışıyordu şuursuzca. Öyle ahenkli bir çalışmaydı ki bu, artık hiç kimse rahatsız olmuyordu çıkan gürültüden. Ne emekli albay, ne caddenin ortasındaki apartmanın üçüncü katında oturan tüccar Hasan, ne caddenin sonunda oturan ücretli öğretmen, ne de kapıcı Salim. O caddede oturan bütün ahali uykularına huzurla devam ettiler. El emeği göz nuru ürünler özenle tezgâhlara dizildikten sonra hep birden gölgeliklerini kurmaya başladı pazarcılar. Şu anda dünyanın en iyi dağcısı veya kampçısı gelse bu insanlar gibi geremezdi o gölgelikleri. Caddedeki dördüncü apartmanının altınca katında oturan emekli öğretmen Kamuran hanımın, yaz tatiline yanına gelen tiyatrocu kızı balkona çıkıp aşağıya baktığında gözlerine inanamadı. Çünkü aşağıda bir Japon tiyatrosu dekoru vardı. Caddenin üzeri bembeyaz kumaşlarla örtülüydü ve hafif esen sabah rüzgârıyla birlikte, sanki içinden bir nehir akıyordu. Sonra metalik bir cızırtı duyuldu üstünden nehir akan caddede ve ezan okunmaya başladı. Caminin müdavimi birkaç yaşlı adam ‘hayırlı işler’ dileyerek geçti pazarcıların yanından. Dini bütün bazı pazarcılarda tezgâhlarını öylece bırakıp koştular camiye.

Hamdi ve Mahmut’ta diğer pazarcılar gibi ürünlerini tezgâhın üzerine yerleştirmiş, birkaç bazı pazarcıyla sohbet etmiş ve yanlarında getirdikleri küçük taburelerin üzerine oturmuş kahvaltı ediyorlardı. Hamdi açık kırmızı naylon bir poşetten gazete kâğıdına sarılı börekleri çıkarttı. Gazetelerin üzeri tamamen yağ kaplanmış, gazete ıslanmış gibi duruyordu. Mahmut’un en sevdiği börekti. Kararmış elleriyle aldı bir tane ve üçe katlayıp koca bir lokma ısırdı. Hamdi’de aynısını yaptı. Çenelerinden yağlar damlaya damlaya bir güzel yediler böreklerini. Hatta bir ara yan tezgâhta fasulye satan İrfan’a da ikram ettiler fakat o istemedi. O ova köylüsü olduğundan kahvaltısını yapıp çıkmıştı evden. ‘Biz o işi gördük Mahmut abi.’ Dedi sırıtarak. ‘Allah razı olsun.’ Demeyi de ihmal etmedi üstüne. Kahvaltı bittikten sonra mavi renkli bir ibrikle ellerine su döktü Hamdi babasının. Mahmut ellerini sabunladıktan sonra ucu sararmış bıyıklarını da ıslatmayı ihmal etmedi. Sonra bir güzel gerindi ve yaktı sigarasını. Şu anda ondan daha mutlu bir insanoğlu yoktu yeryüzünde. Sonra döndü oğluna ‘Kahve açılmıştır. Haydi, iki çay kap gel’ dedi. Hamdi’de bunu bekliyordu zaten. Birazdan iş başlayacaktı ve ne zaman akşam olduğunu anlayamadan bitecekti gün. Neşeyle fırladı Hamdi pazarın ortasına. Hem iş hem de oyun alanıydı burası Hamdi’nin. Bazı çocuklar erken büyümek zorundadır bu hayatta. Hamdi’de öyleydi. Birisi tarafından kaçırılır mı, başına kötü bir şey mi gelir. Hiç düşünmezdi Hamdi. Üstelik ailesi de düşünmezdi böyle şeyleri. Yoksa daha bu yaşta traktör kullanmayı öğretir miydi babası. Öyle değil mi? Hamdi rengârenk meyvelerin, sebzelerin, uçuşan entarilerin, arada başını okşayan adamların, paslı tezgâh ayaklarının, bir örümcek ağı gibi örülmüş gölgelik halatlarının, ürününü satmak için bağıranların, pazara erkenden gelen uyanıkların, lokanta yamaklarının, boğazına düşkün emeklilerin arasında yol almaya başladı. Hemen solunda bir limon tezgâhı vardı. Limonlar inci gibi dizilmişti üst üste ve renkleri sap sarıydı, güneş gibi. Onun yanında soğanlardan oluşan mor renkli bir dağ vardı. Hemen karşısında patates sıra dağları uzanıyordu. Fakat patateslerin canı sıkkın gibiydi. Sanki ilaçlıyız biz, zehirliyiz biz dermiş gibi bakıyorlardı. Patates dağlarının hemen arkasında bir yeşillik denizi başlıyordu. Yemyeşil biberler, kızarmaya başlamış biberler, kızarmış biberler, uzun biberler, dolmalık biberler, acı biberler, tatlı biberler. Bitişiğinde denizde köpürmüş dalgalar gibi duran marullar, maydanozlar, yeşil saçaklı soğanlar. Hamdi’yi bu yeşil denizden sarı elmalar kurtardı. O kadar parlaktı ki bu elmalar. Saçlarını tarar, usturayla tıraş olabilirdin. O da bir şey mi? Envai çeşit üzümler, kirazlar, erikler, çilekler, karpuzlar gerçek bir renk cümbüşüydü, usta bir ressamın paletiydi adeta. Sanki dünyadaki bütün gök kuşakları tam buradan başlıyordu. Hamdi yürümüyor da bu renk cümbüşünün içinde küçük bir arı gibi uçuyordu. Sonra kumaş tezgâhları başladı, Hamdi oldu olası korkardı buralardan. Korkardı ama kimseye de söylemezdi korktuğunu. Belki kumaşlar da renkliydi, çiçekliydi ama yine de oradan oraya taşınmaktan harap olmuş vitrin mankenleri, bir korkuluk gibi duran çocuk elbiseleri, onu anlamadığı duygulara sürükleyen renkli kadın çamaşırları, dev bir yanardağ ağzına benzeyen penye çukurları onu korkutuyordu. Allahtan kahvehaneye gelmişti. Hemen içeri süzüldü ve iki çay kapıp çıktı dışarı. Büyük bir ustalıkla kimseye değmeden götürdü çayları kendi tezgâhına.

Güneş çıplak damlı apartmanları yakmaya başladığında vakit öğleyi gösteriyordu. Bir hayvan leşine saldıran eşek arıları gibiydi insanlar pazarın içinde. Müthiş bir uğultu, müthiş bir kaos, ama adı konmamış bir ahenk. Bu kadar kalabalık bir şekliyle anlaşıyordu kendi arasında. Elbette kavga gürültü olmuyor değildi ama leşin büyüklüğünü ve arıların çokluğunu düşününce bir önemi kalmıyordu bu kavgaların. Birazda kadınlardan kaynaklanıyordu insanların birbirine saygısı. Çünkü kadınlar çalışıyordu pazarda daha çok ve her ortamı değiştiriyordu varlıkları. Pazarda renkler ve sesler kadar kokularda karışıyordu birbirine. Meyve ve sebzelerden çıkan kokular, kuru bakliyatların kokusuna, türlü peynirlerden çıkan kokular, zeytin ve zeytinyağı kokusuna, kumaşlardan ve plastik terliklerden çıkan kokular, insanların vücuduna sıktığı ucuz parfümlere karışıyordu. Tabi bütün bu kokuları bastıran bir koku daha vardı. Ter. Bu sıcakta herkes vıcık vıcık terliyordu. Terledikçe de dün gece yenen yemekler, içilen sigaralar, alkoller, ertelenen banyolar hepsinin kokusu birbirine karışıyor, ortalığa tarifi güç bir koku yayılıyordu.

Bu arada Hamdi ve babası da çalışıyordu herkes gibi, herkes kadar. Mahmut nar gibi kızarmış domatesleri torbalara dolduruyor, Hamdi tartıp müşteriye veriyor ve paraları alıyordu. Nihayet öğleden sonraya doğru biraz olsun yoğunluk azaldı. Bunu fırsat bilen Hamdi ve Mahmut sabahtan artan böreklerini yediler. Mahmut bu sefer ellerini yıkamaya lüzum görmedi. Hemen cebinden bir sigara çıkartıp yaktı ve küçük taburesinin üstüne oturdu. Nihayet etrafına bakacak bir zaman bulabilmişti. Gözleriyle diğer pazarcıların tezgâhlarını süzdü, sonrada kendi tezgâhına baktı. Bir kıyaslama yapmaya çalıştığı anlaşılıyordu kaşlarının çatıklığından. Fakat tam o sırada kalabalığın arasında o kadını gördü. Bu zayıf, uzun boylu, sarışın bir kadındı ve yanında yine kendisi gibi sarışın kızı vardı. Sarışın kadın kapkara insanların arasında bir altın gibi parlıyordu. Mahmut gözlerini alamadı kadından. Kadın şu anda bir meyve tezgâhının başında duruyordu ve tek tek inceliyordu üzümleri, elmaları. Mahmut kadının zarif ellerine baktı. Bir üzümü uzun uzun inceleyen mavi gözlerine baktı. Ağzındaki sigaranın külünün kumaş pantolonunun üstüne düştüğünü fark etmedi bile. İşte hayallerindeki kadın tam böyle bir şeydi. Belki de buydu. Kadın bu bölgeye yeni gelmeye başlayan Ruslardan olmalıydı. Bunlar turist sayılmazdı. Burada nükleer santral inşaatında çalışıyor olmalıydı. Nükleer santral ne demek hiç bilmiyordu Mahmut. Umurunda da değildi zaten. Bu kadın onun olsundu da getirip nükleeri kendi arazisine yapsınlar hiç önemli değildi. Mahmut hayallere dalıp gitmiş sarışın kadınla sevişmiş, mutlu bir yuva kurmuş, sarışın çocuklarını severken gerçek oğlu onu uyandırdı rüyadan. Rus kadın ve kızı onların tezgâhının önünde duruyordu. Mahmut hızla yerinden kalktı ve kendisinden hiç beklenmeyecek bir kibarlıkla kadınla ilgilenmeye başladı. Kibarlık ne demek kırım kırım kırılıyordu Mahmut. Bu durum kadını hiç etkilemedi ama Hamdi’nin dikkatini çekmişti. Daha önce babasını hiçbir konuda bu kadar heyecanlı görmemişti. Hatta annesi geçen sene ‘Ben yine hamileyim Mahmut’ dediğinde bile heyecanlanmamıştı. Mahmut kadına tek tek domatesleri, salatalıkları, maydanozları, dereotlarını göstermeye başladı. Bu esnada Hamdi’de kadının sarışın kızıyla göz göze geldi. Sarışın kız Hamdi ile hemen hemen aynı yaştaydı ve gülerek Hamdi’ye bakıyordu. Hamdi’de babası gibi heyecanlandı. Sanki tezgâha müşteri değil de eve misafir gelmişti. Rus kadın Mahmut’un bu heyecanlı gösterisinden hiç etkilenmemişe benziyordu. Son derece donuk bir yüzü vardı. Mahmut’ta gittikçe durumu anlamaya, kadına olan umutlarını kaybetmeye başladı. İçini hemen bir nefret kapladı. Oysa bu kadından değil para almak, ona bütün hayatını verebilirdi. Ama ‘elin gâvuru işte ne olacak. Zaten yakından hiçte güzel değilmiş. Tamam, benim avrat biraz kilolu ama bundan daha güzel’ diye geçirdi içinden, kadının solgun parmaklarıyla uzattığı parayı alırken. Aldığı parayı hiç bakmadan Hamdi’ye doğru uzattı. İşte tam o sırada fark etti oğlunun ve sarışın kadının, sarışın kızıyla arasında yaşananları. İkisinin de yanakları domates gibi kızartmıştı. Mahmut ilk defa oğlunun ne kadar yakışıklı bir çocuk olduğunu gördü. Oğlu kendi hep hayalini kurduğu şeyi yaşıyordu şu anda. Bir anda içini korkunç bir kıskançlık kapladı ve Hamdi’nin ensesine bir tokat patlattı. Yıllar sonra zeytin gibi kara torunlarını severken anlatacaktı bu olayı bir asmanın gölgesinde. ‘Babanıza öyle bir vurdum ki. Sesi taa caminin oradan duyuldu’ diyecekti gülerek. Ama yıllar sonra, o yaşta bile içten içe pişman olacaktı. Çünkü o gün, o tokadı vurduğu günde pişman olmuştu ama söylememişti kimseye. Gerçekten de o tokattan öyle bir ses çıkmıştı ki, cami şadırvanında abdest alan yaşlı adamlar, penye çukurunu karıştıran kadınlar, beyaz peynir satanlar, karpuzcular, üç tekerlekli arabası olan tatlıcı, hatta köşedeki apartmanın yedinci katında oturan emekli albay Muhittin bey, ki o da balkona sigara içmeye çıkmıştı, hemen herkes dönüp sesin geldiği yere baktı. Hatta yan tezgâhta fasulye satan İrfan’ın yüreği hop etmişti. Mamut’un kendisi bile şaşırmıştı. Acaba Hamdi’nin ensesi terli olduğu için mi öyle bir ses çıkmıştı? Yoksa gerçekten çok mu sert vurmuştu? Bir an zaman durmuş gibi oldu, sanki herkes aynı anda nefesini tutmuştu. Bu yüzyıl gibi süren birkaç saliselik boşluktan sonra, birden bire sanki anlaşmışlar gibi aynı anda başladı ses ve hareket. Mahmut direk kadına baktı. Sanki yaptığı şey çok ayıptı da kadına rezil olmuşlar gibi hissetti. Ama Mahmut bilmiyordu ki karşısında duran kadın iç Rusya’nın bozkırlarında bir köyde büyümüştü ve babası aşırı yobaz bir adamdı. Hem annesini hem kardeşlerini defalarca kemerle dövmüşlüğü vardı. Kadında tam bu yüzden okumuş mühendis olmuş kaçmıştı oralardan. O yüzden kadın hiçbir şey hissetmedi gördüğü karşısında. Bir an önce parasının üstünü alıp uzaklaşmak istiyordu oradan. Hamdi ise tokadın sersemliği geçince ters ters baktı babasına. Hemen paranın üstünü uzattı. Sarışın kadın, sarışın kızının kolundan tutarak uzaklaştı oradan.  Ama hemen üstüne bir müşteri geldi. Derken bir müşteri daha, sanki insanlar az evvel yaşananları unutturmak istermişçesine akın ettiler tezgâha.

Akşama doğru yerde yatan leşin sadece kemikleri kalmıştı geriye. Eşek arılarından fırsat bulamayan gariban arılar dadandılar bu sefer. Son kalanları, kıymet görmeyenleri, yere dökülenleri toplamak için. Önce halatlar çözüldü ve gölgelikler indirildi. Kuruldukları kadar çabuk toparlandı pazarcılar. Akşam belediye işçileri sokağı süpürdüğünde geriye hiç bir şey kalmamış olacaktı. Bütün pazarcılar işlerini görmüş olmanın verdiği keyifle çekildiler modern insanın modern sokağından. Kimisi köyüne döndü, kimisi kenar mahalleye doğru yollandı. Mamut ve Hamdi’de bir çırpıda topladılar ne varsa. Hamdi yine ayak parmaklarıyla kavradı terliğinin ucunu ve kamyonun üstüne tırmandı. Sonra indi yine bir çırpıda. Babasıyla birlikte çöl devesine benzeyen kamyonlarına bindiler ve hiç konuşmadılar o tokat olayını. Sadece, kamyon durdu bir köy bakkalının kenarında ve ‘Dondurma yer misin?’ diye sordu Mahmut oğluna. Hamdi hiç düşünmeden ‘Evet’ diye bağırdı ve gülümsediler birbirlerine.

edebiyathaber.net (15 Aralık 2022)

Yorum yapın