Öykü: Ödeşme | Rabia Coşgun

Temmuz 26, 2025

Öykü: Ödeşme | Rabia Coşgun

Akşamın serinliği iyiden iyiye hissedilmeye başlamıştı. Yanında getirdiği şalı omzuna atarak bahçenin köşesindeki sedire oturdu. Biraz etrafı dinledikten sonra ileri geri sallanmaya başladı. Sokak, akşam sessizliğindeydi. Köhne evin bahçesinde ışık olmadığı için yoldan geçenler orada sallanıp duran ve boş gözlerle kendilerine bakan birinin olduğunu görmüyorlardı. Bunu düşününce delilere has bir gülme geldi içinden. Kim bilir orada, karanlığın içinde ileri geri sallanan birini görseler, gözlerinin parlayan yansımasına gözleri denk gelse belki de yırtıcı bir hayvan sanıp korkudan tabanları yağlayacaklardı.

Böyle olmaz mıydı genelde? Korktuğunda, insanın aklına ilkin sinmek ya da yapabiliyorsa kaçmak gelirdi. Kim korkmazdı ki? Hele de kararmış bir yüzle karşı karşıya kalınca. Kim bilir?

Bundan mütevellit hayatın onun için karanlık çökünce başlaması manidardı. Gündüzleri perdeleri her daim kapalı olan evin içinde sancısı tutmuş gibi dolanır durur, pencereye yaklaşmaktan bile kaçınırdı.

Her akşam aynı seremoni tekrar ederdi. Oturup sallanırken arada bir yıpranmış kayışıyla kolunda taşıdığı saate bakacaktı. Oturacak, sallanacak, yine saate bakacak, yatma vaktine daha var diyecek, oturmaya ve sallanmaya devam edecekti. Fakat bu akşam hem saatine farklı bakıyor hem de etrafı daha bir dikkatli dinliyordu. Yıllar öncesinden planlanan bir buluşmanın heyecanındaydı. O heyecanla neredeyse pimi çevirip saati ileri alacak gibiydi. Sabrı son raddeye dayanmışken beklediği zamanın geldiğini telaşla fark ederek sedirin üzerinden bir çırpıda kayarak indi. Bahçe kapısına doğru seğirtti. Ne zamandır aralamadığı kapıyı gıcırdatarak açıp, daracık merdivenlerden sokağa çıktı. Oysa eve alınacak bir ihtiyaç olmadıkça, o da çok nadirdi,  değil sokağa, kapıya kadar bile gitmezdi.

Evlerden yansıyan ışıkları görmezden gelerek henüz akşamın karanlığı tam çökmemiş diyerek içinde bir sevinç duydu. Sıradan bir sevinç bile olsa, ne zamandır sevinmediğini düşündü.

Bu arada yürümeye başlamıştı bile. Nereye gideceğinin önemi yoktu. Yürüyordu. Yürüyecekti. Sokağın tenhalığını geçip caddeye vardığında kalabalığın karaltılarını görmeye başladı. İşten dönenler olmalıydı. Sabah telaşının yerine bir durgunluk vardı üzerlerinde. Akşam esintisiyle yayılan terle karışık parfüm kokuları geliyordu burnuna. Hatırladığı bir kokuydu bu. Onunla birlikte her akşam dönüş yolunda birbirlerinin terlerine karışan, alışkanlığı anımsatan geçmişte kalan günlerin kokusuydu. Bir zamanlar çokça soluduğu, kimi zaman bıktığı, hatta nefret bile ettiği kokuydu bu. Ama şimdi bir tatlılık hissediyordu bu esintide. Çoktandır beklemiş de nihayet buluşacağı insanın kokusunu duyuyordu sanki.

Yolu uzun olacaktı. Planlamamıştı ama ayakları nereye gideceğini çok iyi biliyordu. Caddeden yokuş aşağı inmeye başladı. Yoluna çıkan ilk durakta otobüse binecekti. Her zamanki bindikleri otobüslerden biri olacaktı bu. Ta ki yanmaktan son anda kurtulduğu o kazaya kadar. Adına kurtulmak denirse. Kararmış yüzüyle insan içine çıkamaz olmuş, kendini eve hapsetmişti. İnsanların ağır bakışlarına dayanamamış, kurtuluşu bu hapislikte bulmuştu. İnsanın yüzü neden kararırdı ki; içten yanmak mı daha çok karartırdı, dıştan mı? Bu kararmayı hep hissetmişti, seneler geçse de silinmiyordu.

Yürürken bacaklarının bedenini eskisi gibi uzun süre taşıyamaz olduğunu fark etti. Hem eskiden, otuz yıl evveli mesela, rotası belirgin olurdu. Haftanın beş günü işe giderdi. Tatil günleri ise eş dost buluşmaları ya da nadir de olsa akraba ziyaretleri olurdu. Rotası belli olmak bile bir zenginlikmiş, diye düşündü. Ne yapacağını, ne kadar yürüyeceğini, saati nasıl planlayacağını, en önemlisi de nereden gidip nereye döneceğini bilirdi.

Hayatının yarısı böyle geçmişti. Hep planlı, düzenli ve özenliydi. Neden buna devam etmemişti ki? Ne zaman vazgeçmişti zamanı yakalamaya çalışmaktan? İnsanlarla arasındaki mesafeyi ne kadar yakın tutacağını ya da uzatacağını o zamanlar öğrenmişti. Öğrenene kadar da türlü badireler atlatmıştı ama olsun. Şimdiyse o mesafe tümden açılmıştı. Açmıştı.

Durağa gelince durdu. Ne kadar yürüdüğünü fark etmese de kalabalık artık yerini yavaştan sessizliğe bırakır gibiydi. Tek tük araçlar geçiyordu. Otobüsün ne zaman geleceğini de bilmiyordu. Ama şansı vardı ki çok beklemedi. Otobüse binerken ortalarda bir koltukta onun oturduğunu gördü ve hareket eden otobüste koltuklara tutunarak zar zor ilerleyip yanına oturdu.

Bu buluşmada bir gariplik vardı. Hissediyordu. Aklının kendisiyle oyun oynadığını fark etse de aldırmıyordu. Bu anı, bu karşılaşmayı yaşamak istiyordu. Geç bile kalmıştı. Bu yüzleşmenin çoktan olması gerekiyordu. Kendisi değil sanki başkası bunları ona söylüyordu ve o da sadece seslenene hak veriyordu. Hem yaşasan, bu güne kadar içinde bu kadar biriktirmesen belki de her şey çok farklı olacaktı, diyordu.

Hatırlıyor musun, bir gün, diye başladı yanında oturana. Selamlaşma faslına gerek yoktu. Sanki her şey dün bıraktıkları yerden devam ediyormuş gibi davranıyordu. O da öyle olmasını doğru bulmuş olacaktı ki otobüse bindiğinde oturması için yanındaki boş koltuğu göstermişti. Her zamanki siyah takımıyla, çantası dizlerinin üzerindeydi. Yine o duraktan binmiş olmalıydı. İlk gençlik yıllarına dayanıyordu tanışıklıkları. Tanışıklıktan da öteydi onlarınki.

Eskiden olduğu gibi bir anısından bahsetmek istemişti. Hatırlıyor musun, dedi yeniden. İki defa tekrarlayıp sustu.

Hatırlardı O. Hiç unutmazdı. Hiçbir şeyi unutmazdı. Hep hatırlamıştı da. Kesin o kazayı da unutmamıştı. Ama şimdi bir tuhaflık vardı. Hatırlamadığını, hatta hatırlamayacağını ima eder gibi bakıyordu. İşte şimdi başlayacak diye geçirdi içinden. Hiç istemiyordu sohbeti o konuya getirmesini. Yapma, sorma, demek istiyor ama diyemiyordu. Kararlıydı karşısındaki, ısrarla yüzüne bakıyordu. Konu açılacaktı. Önceden olduğu gibi yine soracak, yeni neler yazdın, çıkar okuyalım, diyecek ama bu sefer beklediği cevabı alamayınca gözlerini yere devirecek, neden ama söz vermiştin, diyemeyecekti.

Kendisi de hatırlamıyorum, unutmadım ki hatırlayayım, diyecekti. Ardından, ama artık unutmak istediğim bir anı, deyip kestirip atacaktı.

Hiç kırmak istemezdi onu. Hiç istememişti de. Ta ki o güne kadar. O gün de bir tartışmanın eşiğindeydiler. Ya birlikte eşiği atlayacaklar ya da dışında kalacaklardı. Yalnız yürümeyi, tartışmayı bırakıp rest çekmeyi, birbirlerinin yanında olmadan hayata tutunmayı bilmezlerdi.

En iyisi yine o sırlardan başlamalı, dedi konuyu değiştirmeye çalışarak. Biliyor musun, artık günlerimi -gecelerimi mi demek istemişti- bahçede geçiriyorum. Uzun uzun gökyüzüne bakıyorum, sonra kendiliğinden sallanmaya başlıyorum, ta ki yorulana dek. Yüzünün kararmasından bahsetmek istememişti. Bahsetmese bilmezdi ki. Üstelik saatler eskisi gibi değil, daha yavaş ilerliyor. Ve yalnızım, senden sonra herkes gitti, dedi. Aslında herkesi salan benim mi demek istemişti. Doğrusu bu değil miydi? Hem öyle olsa bile ne fark ederdi ki? Başka da anlatacak bir şeyi olmadığının farkına vararak sustu.

Dinleyen bunları zaten biliyordu. Bunlar artık sır değildi. O zamanlar bazı şeyler saklı kalmak zorunda olduğundan ya da söze gelenin öneminin kalmayacağından sırdılar. Bir gizemi kalmadığına göre anlamı da yok önemi de, diyordu bakışları.

Böyle mi demişti; insanlar gidince, ortaklıklar bitince, anılar silinince, en önemlisi insan el ayaktan çekilince anlam biter miydi? Sıradanlaşır mıydı insan? Hani bizi hayata bağlayan, heyecan ve sevinç veren şeyler, böylelikle basit mi olmuştu? Tam olarak bunu mu anlatmak istemişti. Yanlış anlamış olamazdı herhalde.

Olsun dedi, bir sırrım daha var. Henüz söylemedim. Gitsen de söyleyeceğim. Sen de neden, diye sorup ısrar edemeyeceksin. Senden sonra hiç yazmadım, yazmıyorum. Çünkü sen okuyamayacaksın. Senin okumadıklarının da önemi yok, dedi.

Başını yan koltuğa kaydırınca bir an boşlukta düşer gibi oldu. Anlaşılan aklı oyun oynamaktan vazgeçmişti ki O yoktu. Gitmişti. Aklı yeniden işe karışır gibi olmuştu, dur diyordu. O gitmedi. Sen gönderdin. Ama bu aklı da artık susturmak gerekiyordu. Sürekli zihnini bulandırıp duruyordu. Neden gece gündüz her aklına geldikçe hatırlatırdı ki?

Şimdi son kez vedalaşacaktı. Ödeşerek. Yine arabayı kullanan kendisiymiş de gazı kökleyecek ve ortalık toz bulutu, ardından siren sesleriyle dolacakmış gibi koltuğa yaslandı.

Artık pedalı ezercesine gaza basabilirdi. O günkü gibi.

Yorum yapın