
Küçük köy odasının içinde, duvarın dibine konulmuş eski bir minderin üstünde oturuyordu yaşlı adam. Sırtını yastığa dayamış, düşünceli bir şekilde tespih çekerek boşluğa bakıyordu. Hemen sağ tarafındaki minderde karısı Fazile, yarısına kadar örülmüş bir yün çorabın geri kalanını da tamamlamak için şişleri alt alta, üst üste geçirip duruyordu. Pencerenin dibinde ise genç bir kadın dirseğini pencerenin kenarına dayamış, çenesini avucunun içine almış, dalgın dalgın dışarıyı izliyordu. Bu genç kadın, yaşlı adamın ikinci karısı olan Rüveyda’ydı.
Ara ara, “La ilahe illallah” diyerek mırıldanan yaşlı adam bazen de elini başındaki kahverengi takkenin altına sokarak kafa derisini alnına doğru çekiştiriyordu. Kafasına takılan bir şey olduğu her halinden belliydi. Aynı hareketi birkaç kez tekrarladıktan sonra başını kaldırarak, pencerenin dibindeki Rüveyda’ya seslendi:
“Hanım, benim kefenim nerede?”
Rüveyda önce soruyu anlamadı. Yaşlı adam tekrarladı:
“Kefenimi sordum, kefenim nerede diyorum.”
Kadın, “Ne kefeni, ne yapacaksın kefeni, yoksa ölecek misin hayırlısıyla,” dedi ve gülerek devam etti:
“Hele sen bir öl, sana kefen bulmak kolay.”
Yaşlı adam karşılık vermedi ama ısrarlı bakışlarından Rüveyda onun ciddi olduğunu anladı. “Ne kefeni, ben nereden bileyim nerede olduğunu,” diyerek tekrar pencereye döndü.
Yaşlı adam bu sefer çorap ören büyük karısı Fazile’ye dönerek aynı soruyu ona sordu:
“Kefenim nerede Fazile?”
Yaşlı kadın:
“Kefenin nerede olacak, sandıkta duruyor. Hayırlısıyla öldüğünde çıkartır, seni güzelce kefenler, hayır duanı eder, sonra da gömeriz. Hem ne acelen var?”
“Sadece görmek istiyorum.”
Genç kadın pencereyi bırakmış şaşkınlıkla onları izliyordu. Kefenden haberi yoktu ve bu ısrarı anlamaya çalışıyordu. Yaşlı kadın baktı olmayacak, elindeki çorabı yere bıraktı ve yavaşça yerinden doğrularak boynundaki anahtarı çıkarttı, sandığın durduğu köşeye doğru gitti. Anahtarı sandığın kilidine sokup çevirdi, kilit çıt sesiyle açıldı. Sandığın kapağını kaldırıp içinden birkaç parça bohçayı çıkartıp bir kenara bıraktı. Sonra sandığın dibinden özenle katlanmış beyaz bir kumaş çıkarttı, genç kadına uzattı. Genç kadın kumaşa dokunup dokunmamakta tereddüt ediyordu. Yaşlı kadın, “Alsana!” diye seslendi. Genç kadın besmele çekerek beyaz kumaşı yaşlı kadının elinden alıp hızlıca yaşlı adamın kucağına bıraktı. Yaşlı adam kadının korktuğunu hissetti. Gülümseyerek:
“Korkma, korkma, sen değil, ölecek olan benim. Hem benim kefenimi Allah bana nasip etmiş,” dedi.
Yaşlı kadın sandığın yanına çömelmiş bekliyordu. Adam heyecanlanmıştı, “Hele şunu açın bir göreyim,” diyerek kefeni kadınlara uzattı. Yaşlı kadın yerinden kalkarak kefeni aldı, bir ucunu genç kadının eline tutuşturdu, diğer ucundan da kendisi tuttu. Genç kadın geri geri gittikçe özenle katlanmış olan kefen yavaş yavaş açıldı.
Kefenin bazı yerlerinde sararmalar vardı. Belli ki uzun zaman olmuştu alınalı. Yaşlı adam onları uzaktan izlerken, bir yandan da, “Hey maşallah, hey maşallah!” deyip duruyordu.
Yaşlı kadın hayıflanarak: “Evet bir tek kendine maşallah. O kadar ısrar da ettim bana da getir diye. Ama sen bir tek kendine getirdin.”
Yaşlı adam: “Hele Allah bir kez daha o mukaddes toprakları görmemi nasip eylesin, o vakit inşallah ikinize de getiririm.”
Genç kadın hemen itiraz ederek: “Yok yok, ben istemiyorum. Hem nereden getirmişsin ki?”
Yaşlı adam heyecanla anlatmaya başladı: “Biz” dedi, “o mukaddes topraklara ulaşmak için günlerce yolculuk ettik. Kâh yürüdük, kâh deveye bindik. Allah çektiğimiz cefayı günahlarımızın kefaretine saysın. Tek temennim, o mukaddes topraklara sağ salim varmaktı. Nasip öyleymiş. Vardık sonunda. Kendime bir sözüm vardı. Ne yapıp ne edip kefenimi oradan getirmek istiyordum. Öyle de yaptım. Aldım şu elinizdeki bezi. Tabi yanmasın diye de zemzem suyuna batırdım, buralara kadar getirdik. Allah bize hayırlı bir ölüm nasip etsin”.
Genç kadının ağzından içten bir “Amin” döküldü. Adam kadının yüzüne sertçe baktı, kadın başını eğdi. Adam devam etti:
“Allah’ın izniyle doğrudan cennete gideceğiz ama hani yine de ne olur ne olmaz, tedbiri elden bırakmamak lazım.”
Genç kadın bu defa gülerek: “Bu kefen şimdi yanmayacak mı?”
Adam büyük bir ciddiyet ve inançla: “Yanmaz tabii. Hem o kutsal topraklardan geldi, hem de zemzem suyuna batırılmış. Allah’ın kudretiyle yanmaz.”
Yaşlı kadın adamın arzusunun yerine geldiğini düşünerek kefeni katlayıp tekrar sandığa koymak için hareketlendi. Genç kadın duraksayarak:
“Çıkarmışken güzelce yıkayıp öyle katlayalım. Baksanıza nasıl da sararmış.”
Yıkayalım sözü yaşlı adamı hiddetlendirmişti.
“Sakın ha! Öyle bir şey yapmayın. Eğer yıkarsanız, zemzem suyu gider. Çabuk çabuk katlayıp, sandığa koyun.”
İki kadın itiraz etmeden kefeni katlayıp sandığa yerleştirdiler. Genç kadın kendi kendine mırıldanarak, “İnşallah tez vakitte kefenine kavuşursun,” dedi.
Yaşlı adam yerinden kalkarak ikindi namazını kılmak için camiye gideceğini söyledi.
Genelde namazlarını camide cemaatle kılmaya özen gösterirdi. Fırsat buldukça da kefeniyle ilgili imama sorular sorardı. “Hacdan getirilen kefen kıyamet gününde yanar mı, o gün bizi muhafaza eder mi?” şeklindeki soruları imam kısa cevaplarla geçiştirirdi: “Yok yok, yanmaz. Hele hele zemzem suyuna da batırılmışsa hiç yanmaz.”
Asıl adı Osman’dı yaşlı adamın. Fakat hacca gidip geldikten sonra herkes ona “Hacı Osman”, bazen de “Hacı” diye hitap ederdi. Hacı Osman’ın kendisiyle yaşıt, arada didiştiği, ancak sevgi ve saygıda kusur etmediği arkadaşı Fazıl ise her kefen konusu açıldığında, “Şu yanmayan kefenini getirsen de bir kibritle yanıp yanmadığını anlasaydık Hacı!” diyerek ona takılırdı.
Bu Cuma da cami cemaati yerini almış, köyün imamı, üstünde yeşil cübbesi, başında yeşil takkesine sarılı beyaz sarığı ile mihrapta bağdaş kurmuş cemaatin susmasını bekliyordu. Önündeki tahta rahlenin üzerinde eski, sayfaları dökülen Arapça bir kitap vardı. İmam arada bir kaşlarını kaldırarak cemaati süzerken, bir yandan da sayfaları bir o yana bir bu yana çevirip duruyordu. Sonunda bir sayfada karar kıldı, elleriyle sayfayı düzelttikten sonra boğazını temizliyormuş gibi yaparak cemaatin kendisine çeki düzen vermesini sağladı. O günün vaaz konusu olarak cennetin nimetlerini seçmişti. Seçtiği sayfadan cennetteki güzellikleri anlattı, bin bir çeşit meyvelerinden söz etti ve sonunda sözü, cennete gideceklerin Allah tarafından yetmiş tane huriyle mükafatlandırılacağı konusuna getirdi. Yetmiş huri meselesi cemaatin en çok ilgisi çeken konuların başında geliyordu. Hacı Osman ile Fazıl yan yana oturmuşlardı. Hurilerin adı geçince Fazıl alttan Hacı Osman’a bakarak gülümsedi. Hacı Osman hiç istifini bozmadan ciddiyetini korumaya çalışarak imamı dinliyordu. İmam vaazını bitirince önündeki kitabı kapatıp bir kenara bıraktı ve namaza geçti.
Hacı Osman bütün gün imamın verdiği vaazın etkisinde kaldı. Cennetin nimetlerini hayal edip, hurileri düşündü. İyi ki yanmaz kefeni vardı. İmamın dediğine göre cennette giden kadınlar da “huri başı” olacaklardı. Hacı Osman büyük karısıyla daha iyi anlaşıyor, küçük karısını ise daha çok seviyordu. Kafası karışmıştı. Karılarının cennete gitmesi durumunda hangisinin huri başı olacağını kıyasladı ve büyük olanın huri başı olmasını istedi. Sonrasında karar değiştirerek küçüğün olmasını istedi. Her iki karısının arasında gidip geliyor ve bir türlü karar veremiyordu. Gönlü ikisinin de olmasından yanaydı.
Kapının sesiyle düşünceleri dağıldı. İçeri giren küçük karısıydı. Genç kadın Hacı’ya hiç bakmadan elindeki tepsiyi yerdeki sofra bezinin üzerine bıraktı ve hiç konuşmadan hızla arkasını dönüp çıktı. Hacı Osman, “inşallah büyük karım huri başı olur” diye geçirdi içinden ve gelip sofraya oturdu.
Yemeğini bitirdikten sonra sofradan mindere geçti. Elindeki tespihin tanelerini ağır ağır yuvarlayarak salavat getirmeye başladı. Gelip karşısındaki mindere oturmuş olan büyük karısı Fazile’nin sorusu sessizliği dağıttı:
“Bugün imamın vaazının konusu neydi Hacı Osman?”
Hacı heyecanlı heyecanlı, dili döndükçe imamın anlattıklarını karısına aktardı. Fazile Hacı’yı pür dikkat dinledi, yer yer “İnşallah”, “Maşallah” diyerek araya girdi. Hacı, huri başı konusundan karısına bahsetmedi.
Onlar konuşurken mutfaktaki işini bitiren Rüveyda odaya girdi ve her zaman yaptığı gibi doğruca gidip pencerenin önüne oturdu. Gözleriyle dışarıyı taradı, izlenecek bir şey bulamadı. Pencerenin bir köşesine üç gün önce koyduğu saksıdaki çiçeğe gözü takıldı. Yapraklarının bir kısmı kurumuş, bazıları da solmaya başlamıştı. Dizlerinin üzerinde doğrularak kurumuş yaprakları kopardı, solmuş olanları eliyle okşadı. Pencerenin dibinde duran demlikteki suyla çiçeği suladı.
Hacı Osman küçük karısının hareketlerini izliyor, boş kaçamak bakışlar atıyordu. Göz ucuyla kocasını izleyen Fazile, örgüsünü eline alıp hınçla örmeye başladı.
Genç kadın çiçeği suladıktan sonra bir görevi yerine getiriyormuş gibi yine eski yerine oturdu, her iki yanağını avuçlarının içine alarak dışarıyı izlemeye devam etti. Evin yan tarafından komşuları Ferzo’nun karısı Zoze ile gelini göründü. Zoze ile gelini, iki ince uzun sırığın üstüne çivilenmiş tahta bir teknede, üstüne özenle dizdikleri tezekleri taşıyorlardı. Zoze önde gelini arkadaydı. Rüveyda’nın aklına anası ile tezekten ördükleri duvarlar geldi. Zoze ile gelini köyün diğer kadınların yaptığı gibi kışın yakacak istifini oluşturmak için hummalı bir çalışmaya başlamışlardı. Rüveyda bir an, ‘bizim tezekler ne olacak acaba?’ diye düşündü. Fazile’ye dönüp soracaktı ki umursamayarak vazgeçti.
Kış boyunca koyun ahırının zemininde biriken dışkı saman karışımı 10 santimetre kalınlığa erişince, erkekler küreklerle zemini 20 santimetrelik kareler şeklinde kesip kaldırır ve bu tezek kalıplarını ahırın dışına taşıyarak duvar şeklinde istiflerlerdi. Yaza kadar neredeyse her ay kesilen tezeklerden oluşan uzun duvarlar, iyice kuruması için sonbaharın ilk aylarına kadar bekletilir, özenle kesilmiş tezek kalıpları zamanla sertleşerek tuğla gibi olurdu. Daha sonra kadınlar bu tuğla gibi sertleşmiş tezeklerden piramide benzer üçgen duvarları olan yapılar inşa ederlerdi. Yukarıya doğru sivrileşerek uzayıp en az 5-6 metreye ulaşan, ustaca yapılmış bu yapılara “qelağ”1 adı verilirdi. Yapının en altı işlenirken tahtalardan bir de kapı yapılır, qelağ yükselirken büyük baş hayvanların tezekleri de bu kapıdan içeri atılarak içi de doldurulurdu. Her şey bittikten sonra kapıya kilit vurup kışı beklemeye koyulurlardı.
Hacı Osman bu kadar işin arasında da olsa kefen isteme ritüelinden vazgeçmemişti. Neredeyse haftada bir bu işi tekrar ettiriyordu. Yine bir gün büyük karısından kefeni çıkarmasını istedi. Pencerenin kenarında uyuklayan Rüveyda, Hacı Osman’ın sesiyle irkildi, başı ellerinin arasından kaydı. Fazile tam kalkıyordu ki Rüveyda toparlandı, “Yine ölesi geldi galiba,” diye söylenerek yaşlı kadından anahtarı istedi. Yaşlı kadın boynundaki anahtarı çıkartıp verdi. Rüveyda sandığı açıp kefeni çıkarttı, Fazile’ye uzattı. İki kadın bembeyaz kefeni odanın ortasında açtılar. Kefeni açmada ustalaşmışlardı artık.
Hacı’nın keyfi yerindeydi. Bir süre kefeni seyrettikten sonra yerdeki battaniyeyi işaret ederek kefeni onun üstüne sermelerini istedi. Kadınlar hiç itiraz etmeyerek kefeni battaniyenin üstüne serdiler. Hacı yerinden kalkarak, kadınların şaşkın bakışları arasında kefenin üstüne, kıbleye doğru uzandı. Kadınlar “şimdi ne yapacak acaba” der gibi bakıştılar. Hacı Osman:
“Sarın bakalım şimdi beni.”
Rüveyda’ya bir gülme geldi. Tam kahkaha atacaktı, kendini tuttu. Fazile ise donup kalmıştı. Rüveyda hareketlendi. Kefeni bir ucundan kaldırıp Hacı Osman’ın başının üstünden aşırdı. Fazile “Tövbe tövbe!” diyerek ayakucundaki bezin ucundan tuttu. Hacı Osman daha çabuk olmalarını istedi. Rüveyda kefeni sarmak için hızlı davranıyor, büyük karısı Fazile ise kararsız hareketlerle, “Allah korusun, Allah korusun!” deyip duruyordu. Her iki kadın el birliğiyle kefeni Hacı Osman’a sarıp bir de altından geçirerek yuvarladılar. Rüveyda yapılan işe bakıp:
“Böyle olmaz!” dedi. “Baş ve ayak kısımlarını da bağlamamız lazım ki adet yerini bulsun.”
Koşar adımlarla diğer odaya gidip iki tane beyaz tülbentle geldi. Baş ve ayak kısımlarından kefeni bağladılar.
Kadınlar yaptıkları işten memnun kefeni seyrediyorlardı ki Hacı Osman kefenin içine kıvranmaya başladı, bir yandan da boğuk boğuk sesler çıkartıyordu:
“Çözün beni, nefesim kesildi, öldüm!”
Büyük karısı şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. Hacı Osman çırpınmaya başlamıştı. Küçük karısı ise hınzırca gülüyordu:
“Eee, sen ölmek istemiyor muydun, cennete gitmek isteyen sen değil miydin?”
Hacı çırpındıkça çırpınıyordu kefenin içinde. Fazile aceleyle baş tarafındaki bağı çözmeye çalıştı ama sıkılmış düğüm bir türlü çözülmüyordu. Rüveyda ise elleri belinde gülümseyerek kefenlenmiş Hacı’yı seyrediyordu.
Fazile yalvarmaya başladı:
“Yardım etsene, görmüyor musun, adam ölüyor!”
Rüveyda yaşlı kadının yakarışlarına dayanamadı, yardıma gitti. Birlikte çekiştirerek düğümü çözdüler. Hacı’nın yüzü görünmeye başlamıştı. Zar zor nefes alıp veriyordu, yüzü bembeyaz olmuştu. Sabırsızca, kefeni yırtarcasına içinden çıktı, doğruldu. Odada bir o yana bir bu yana dönüp, durmadan “tövbe tövbe” diyordu. Hacı’nın çırpınması nefesinin daralmasından değil ölüm korkusundandı. Kadınlar anlamış olacaklar ki birbirlerine bakıp gülümsüyorlardı.
Kadınlar kefeni katlayıp tekrar sandığa yerleştirdiler. O günden sonra da Hacı kefenle ilgili tek bir kelime etmedi.
Hacı Osman evde kefenle ilgili hiç konuşmuyordu ama Hacı’nın kefeni köylünün diline düşmüştü çoktan.
Köye sonradan yerleşen “Kelo” adında bir adam vardı. Kelo onun gerçek adı değildi, asıl adını kimse bilmezdi. Kendi çapında esrarengiz, günübirlik yaşamayı seven biriydi Kelo. Malı mülkü yoktu; bir atı, bir tabancası, bir de güzel bir köpeği vardı. Herkesle şen şakrak geçinir giderdi. Kimseyle bir derdi davası yoktu. Hacı Osman’la da iyi anlaşırlardı. Aralarında çok büyük yaş farkı olmasına rağmen Hacı Osman’a takılmayı ihmal etmezdi. Hacı Osman’ın evinde oturup sudan sabundan konuştukları bir gün, Kelo lafı döndürdü dolaştırdı kefen konusuna getirdi:
“Hacı, sence cennet mi daha güzel, yoksa yaşadığımız dünya mı?”
“Tabi ki cennet daha güzel.”
“Madem cennet daha güzel, o halde ne diye bekliyorsun şu boş dünyada?”
Hacı soruya şaşırarak: “Nasıl, ne diye bekliyorum!?”
Kelo ciddi görünmeye çalışarak: “Hani ne bileyim, hali hazırda senin yanmaz kefenin de var. Diyorum ki, madem cennet o kadar güzeldir, bu dünyanın kahrını ne diye çekiyorsun Hacı Osman?”
Hacı kefenle ilgili muhabbetlere çok fazla girmek istemiyordu:
“Kahır mahır. Ecelimiz geldiğinde biz de herkes gibi ölür gideriz.”
Kelo daha da üsteleyerek: “Vallahi ben senin yerinde olsaydım, hani öyle yanmaz kefenim olsaydı, bir de cennetin yaşadığımız dünyadan daha güzel olduğundan emin olsaydım, inan bir gün bile beklemezdim.”
Hacı Kelo’nun ısrarına tepkili: “Kelo, sen yine ne konuştuğunu bilmiyorsun. İnsanın eceli gelmeden, zorla nasıl ölebilir ki? Hem ölümden falan korktuğum da yok.”
Kelo bu defa gülerek: “İyi o zaman Hacı, madem ölümden korktuğun yok, işi hiiiç öyle ecele falan bırakma. Ben sana bir iyilik yaparım hemen.”
“Nasıl bir iyilik yapacakmışsın sen bana?”
“Cennete gitmeni kolaylaştıracağım Hacı.”
Hacı gülerek:”İyi de nasıl kolaylaştıracaksın?”
“Vallahi sen o işi bana bırak. Eğer evet dersen seni kendi ellerimle öldürür, cennete gitmeni sağlarım tez elden.”
“Seni öldürürüm” sözünü duyan Hacı, hışımla yerinden kalktı: “Yine her zamanki gibi saçmalayıp duruyorsun Kelo, neyse benim camiye gitmem lazım.” diyerek hızla kapıya yöneldi, evden çıktı.
Kelo ile aralarında geçen muhabbetin üstünden bir hafta geçmişti. Hacı büyük oğluyla evin duvarına sırtını dayamış, güneşleniyordu. Uzaktan, üzerinde artık üniformaya dönmüş bej rengi takım elbisesi, sararmış dişlerini ortaya seren sırıtışı ile onlara doğru gelen Kelo göründü. Aralarında birkaç metre kalınca Kelo sırıtışını kesmeden durdu ve selam verdi. Hacı onun selamını aldıktan sonra “ne işin var burada” der gibisinden Kelo’ya baktı.
Kelo aniden ciddileşerek: “Kelime-i şehadet” getir Hacı.” dedi.
Hacı ne olduğunu anlamaya çalışırken Kelo onun şaşkın bakışları arasında belinden tabancayı çekerek Hacı’ya doğrulttu, tetiğe bastı. Bir patlama sesi ile beraber Hacı sendeleyerek yere düştü. Hacı’nın oğlu yarı şok halde ama büyük bir çeviklikle Kelo’nun üstüne atlarken, bir yandan da “Babam öldü, babam öldü!” diye bağırıyordu. Sesi duyan Hacı’nın büyük karısı Fazile koşar adımlarla merdivenin başına geldi. Kelo Hacı’nın oğlunun elinden kurtulmak için çabalıyor ve sürekli gülüyordu. Yüz üstü yere kapaklanmış olan Hacı olduğu yerde hafifçe doğruldu, elini kalbinin üstüne koydu, kendini yokladı ve hiçbir şeyinin olmadığını anladıktan sonra oğluna durması için seslendi. Kelo hala hınzırca gülmeye devam ediyordu. Hacı ağır ağır yerden doğrulup ayağa kalkarken babasına doğru koşan oğul, eliyle onu yokladı ve yara beresinin olmadığını görünce tekrar Kelo’ya yöneldi. Tam üzerine atlayacaktı ki Kelo tabancasını onlara doğru uzatarak:
“Manyak mıyım ben, kafayı mı sıyırdım. Durup dururken bir insanı ne diye öldüreyim. Elimde gördüğünüz bu tabanca kuru sıkıdır. Ses çıkartmaktan başka bir işlevi olmayan bir oyuncak. Sadece şaka yapmak istedim.” dedi.
Hacı derin derin nefes alıp verirken bir yandan da “Allah seni kahretsin Kelo” diyordu. Kelo kahkahayı patlatarak, “Hani ölümden korkmuyordun, hani yanmaz kefenin vardı, hani doğrudan cennette gidecektin Hacı? Demek ki can her şeyden daha tatlıymış değil mi Hacı Osman” dedi ve gidip Hacı’yı kucakladı.
Bu olaydan sonra Hacı Osman ne kefen konusunu açtı ne de ölümden söz etti. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Hacı hastalandı, yatağa düştü. Onun için bir an evvel iyileşir diye umutlar beslendi. Fakat öyle olmadı. Hacı’nın durumu günden güne kötüleşti. Önce ilçedeki devlet hastanesine götürüldü, daha sonra ildeki devlet hastanesine kaldırıldı. Üstünden bir hafta, on gün geçtikten sonra, sabahın kör bir saatinde, imamın uykulu ve bir o kadar da acıklı okuduğu bir selâ ile, Hacı Osman’ın hakkın rahmetine kavuştuğu köy ahalisine duyuruldu. Köy halkı derhal el birliğiyle cenaze hazırlıklarına girişti. Erkekler mezarı kazdı. Kadınlar yan yana gelip ellerini dizlerine vurdular. Ağlayanlar oldu. Gözyaşlarını akıtamayanlarsa başlarındaki beyaz tülbendin ucunu gözlerinin içine sokuşturup ağlama numarası yaptılar.
Hacı’nın cenazesi öğlene doğru köy camisine getirilip dualar okundu. Daha sonra köyün erkekleri cenazeyi omuzlarına alıp mezarlığa doğru yöneldiler. En önde köy imamı, arkasından da köyün yaşlıları ağır ağır cenazenin ardında yürüyorlardı. Hacı’nın en yakın arkadaşı Fazıl elinde bastonuyla en arkadan geliyor: “Hadi seni de hayırlısıyla yolcu ettik, bakalım bundan sonra sıra hangimize gelecek” diye söyleniyordu.
Hacı’nın cenazesi toprağa verildikten sonra bir de taziye kuruldu. Neredeyse 40 gün 40 gece taziyesi sürdü, civarda taziyeye gelmeyen köy kalmadı. Kırk günün ardından herkes kendi işine gücüne döndü.
Hacı’nın ölümünden sonra büyük karısı Fazile ile küçük karısı Rüveyda baş başa kalmışlardı.
Yine bir gün, Rüveyda her zaman yaptığı gibi pencerenin dibine oturmuş, çenesini avuçlarını içine almış dalgın dalgın dışarıyı izlerken Fazile ise sandığı açmış, yeni diktireceği elbise için sakladığı kumaşları arıyordu. Bohçaları bir bir sandıktan çıkartıyordu ki birden duraksadı. Sonra da “aha aha” diyerek dizlerine vurmaya başladı. Rüveyda sese dönüp baktı, Fazile’nin elinde Hacı’nın hacdan getirdiği kefen vardı. Önce ne olduğunu anlayamadı. Kefen bildiği kefendi:
“Yine ne oldu, ‘aha aha’ deyip duruyorsun?”
Fazile elindeki kefeni göstererek: “Görmüyor musun, bak Hacı’nın kefeni burada duruyor.”
Rüveyda “Hacı öldü” diye geçirdi aklından ve o anda ayırdına vardı: “Hacı öldü, kefeni burada mı kaldı?
Fazile, “Vah ki vah! Adam onca yıl bu kefenle gömülmeyi bekledi. Biz o telaştan nasıl da unuttuk bunu, nasıl da unuttuk.” diyerek sallanıyor, Rüveyda ise kahkahalarla gülüyordu. Sonunda gayet olağan bir şeymiş gibi, “Olsun, demek ki nasip kısmet olmamış. Artık bir fakir fukaraya veririz.” dedi.
Bunları duyan Fazile sallanmayı kesti, “Olur olur. Fakir fukarayı cennete yollamak bize kalmış,” diyerek kefeni sandığın içine bıraktı.
Çok geçmeden Hacı’nın yanmaz kefeninin Hacı ile gömülmediğini, sandıkta unutulduğunu bütün köy duydu. Birkaç ay sonra Hacı Osman’ın en yakın arkadaşı Fazıl vefat ettiğinde köylüler eve gelerek kefeni istediler. Fazile, vicdan azabından mı bilinmez, kefeni hemen verdi. Hacı Osman’ın hacdan getirdiği ve zemzem suyuna batırılmış kefenini Fazıl’a giydirip defnettiler. Köyde ne zaman yeri gelse, kime niyet kime kısmet misali bu kefenin hikayesi anlatılır oldu.
edebiyathaber.net (10 Mayıs 2025)