Öykü: Karalahana lakırdıları | Mustafa Ünver

Aralık 19, 2023

Öykü: Karalahana lakırdıları | Mustafa Ünver

Gazi Paşa’nın milli mücadeleyi başlatmak üzere Samsun’a çıktığı tarihi günün üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmişti. Okulların bahçeleri, resmi kurumların yüzleri ve kimi evlerin pencere ve balkonları hep ay yıldızlı bayraklarla donatılmıştı. Etraf şölen yeriydi ve küçücük ellerinde salladıkları bayraklarla pırıl pırıl çocuklar görülmeye değerdi.

Evet o gün, doğayı kırk ikindi yağmurlarının dirilterek yeşerttiği serin bir 19 Mayıs günüydü. Sararmaya başlamış gökyüzü etrafa ara ara vapur düdüğü gibi serin üfürükler savuruyordu. Masasına oturmuş kitabını okuyan Nazif’in paragrafın bitmesiyle başını kaldırması bir oldu. Altın sarısı üç tutturmaçla dengeli büzgüler ustalığıyla kıvrılmış olan krem peçete renkli tül perdenin kamara penceresi gibi sergiye sunduğu görme alanından dışarı doğru şöyle bir göz attı.

Birkaç gün önce cıldır cıldır gecekondu mavisine boyanan şelale havuz ve arklara hâlâ su basılmamıştı. Yaza merhaba seremonisinin epey ciddiye alınarak çalışmaların uygulamaya konduğu eni konu belli oluyordu. Çimlerle yürüme yolları kenarlarına belli aralıklarla dağıtılmış olan büyük beyaz gübre çuvalları yukarıdan bakanlara merada otlayan büyük bir koyun sürüsünü andırıyordu. Bahçede birkaç haftadır sergilenen hummalı çalışma biraz tavsamış görünüyordu. İki blok görevlisi tarafından dostlar alışverişte görsün kabilinden işler ağır aksak şurasından burasından tutularak yürütülüyordu.

Hobi bahçelerinin birçoğunda da benzer hazırlık çalışmaları yapılıyordu. Necmi de bahçesinin önünde bir iki kişiyle sohbet ediyordu. Bir o, bir bu bahçeye bakarak yaptıkları konuşmaların bakım, ekim, dikim üzerine olduğunu tahmin etmek zor değildi. Hemen evde pijamavari giydiği eşofmanını çıkarıp üstüne bir kot pantolon ve tişört geçirerek portmantodan yazlık krem ceketini sırtına alırken mutfağa şöyle bir göz atıp “hanım ben aşağı iniyorum, Necmi Abiyle biraz konuşayım,” diyerek dışarı çıktı.

Belki beş yıldır görmediği ve konuşmadığı Necmi’yle bahçesinin önünde ayak üstü sıcak bir hal hatır sormalarla başlayan sohbet hoşgeldinlere, hayırlı olsunlara, bahçedeki ağaç ve otsul bitkilerin mahiyetine doğru evrildi. Bu arada Necmi’nin konuştuğu kimselerin kızı ile damadı olduğunu öğrendi; onlarla da tanıştı, merhabalaştı. Oğlu ve kızının da aynı sitede oturduğunu duymuştu zaten daha önce. Necmi’nin kızıyla hobi bahçeleri neredeyse karşı karşıyaydı. Bahçeleri pek bakımlı değildi ama tere, marul, roka, çilek gibi zerzevatlar yine de mevsim enerjisinin heyecanıyla kendilerini iyiden iyiye belli etmekte tereddüt etmiyorlardı. Galiba en çok da bahçede kartalmaya başlamış karalahana yaprakları dikkat çekiyor; terk ve ihmal edilmişlik arasında sanki hormonal büyümeye maruz kalmış bir hantallık ve irilik görüntüsü veriyorlardı.

Maliye Bakanlığında hesap işleri uzmanı olarak çalıştığı tam 30 yılın ardından emekliye ayrılmıştı Nazif. İkramiyesine yıllardır ailecek tasarruf ederek biriktirdiklerini de katarak bir ev satın aldılar merkezi ısıtmalı bu sitede. Nazif’in hesap uzmanı olmaktan başka bir niteliği de entelektüel konulara amatör olarak ilgi duymasıydı. İspanyolca, İtalyanca ve Rusça öğrenmişti kendi kendine. “Her şey parayla değil, yeter ki insanda azim olsun; internette dünya kadar dil öğrenme imkanı var,” diyordu. İngilizce’yi zaten lise ve fakülte yıllarındayken halletmişti. Ayrıca yine kendi kendine Arapça öğrenmişti. Kur’an’ı orijinal dilinden anlama çalışmaları yürütüyordu son yıllarda. Kendine orijinal dillerinde kayda değer bir tefsir kütüphanesi bile kurmuştu hesap uzmanı haliyle. Bir ara da İbranice’ye merak sarmıştı Arapça’yla amca çocukları olması hasebiyle. Hani “ben aslında başkalarından daha zeki değilim, sadece daha meraklıyım,” diye bir söz vardır ya, Nazif işte böyle bir adamdı. Bazen hayatta böyle garip şeyler oluyordu işte, mektubun yanlış adrese teslim edilmesi gibi bir şey. Sistemde yanlışlık elbette olmazdı olmasına ama, en iyisi her halde “Allah’ın işi işte, hikmetinden sual olunmaz; Musa’ya Firavun sarayında baktırıp büyüttüren sistem işte,” diyerek ötesini berisini karıştırmadan önüne bakıp yürümesi gerekiyordu insanın. Hele de akademideki kalıbı kürsüde; kalbi ticarette, çarşı pazarda atan ve odalarında dedikodudan başka bir şey üretmeyen ünvanlı bir sürü akademisyeni görünce hesap uzmanı Nazif’e ne demeliydi? “Hey Allah’ım hikmetinden sual olunmaz diyerek geçip gitmek mi, yoksa ülke işlerinin liyakat ve yetenek eksenli kurulmadığını düşünmek mi lazım?” arasında mekik dokuyordu insan zihni ister istemez.

Nazif öte yandan yoğun mesai yıllarında vakit bulamadığı için bir türlü yapamadığı ama hep tutku derecesinde sevdiği yüzme ve masa tenisi sporlarını da doyasıya yapmaktan büyük zevk alıyordu artık. Böylece hem emekliliğin kazandırdığı bol vakti değerlendiriyor, hem sağlığını koruyor, hem de yıllardır içinde ukde olarak kalmış hobilerini gönül rahatlığıyla yapıyordu. “Emeklilikte sıkılmıyor musun, neyle meşgul oluyorsun?” diye soranlara “Bu iki spor dalı fiziksel sağlık ve ruhsal dinginlik bakımından en yararlı gördüğüm etkinlikler. Üstelik sert sporlar da değiller; yaralanmalara karşı en az risk taşıyan sporlardandır. Yıllar boyu yaptığım araştırmalar hep bunu gösterdi bana; ama uygulamasını yapmak ancak emeklilik sonrasına nasip oldu, buna da çok şükür,” diyordu.

Sabahtan ikindiye kadar kütüphane, sonrasında akşama kadar yüzme havuzu ve sauna, gece yarısı da ikna edebilirse oğluyla spor salonuna inip beş set üzerinden masa tenisi oynamak onu yoruyor yormasına ama diğer taraftan da hem rahatlatıyor ve mutlu ediyor, hem de gününü faydalı şekilde dolduruyordu. Böyle akıp giden günlük rutini sevmişti Nazif. Şimdilik her şey huzur verici, tatmin ediciydi; her şey yolunda görünüyordu, Allah bozmasındı. Sonra yaşına başına bakmadan hâlâ yeni şeyler öğrenmeye ve kendini devamlı ilerletmeye çalışıyordu Nazif. İnternetten izlediği veya havuzda iyi yüzenlerden kaptığı türlü türlü manevraları, teknikleri yüzerken denemekte tereddüt etmiyordu. Bir de havuzun uç kulvarında çocuklara yüzme öğreten hocaların hareket ve direktiflerine de kulaç atarken şöyle uzaktan kulak kabartarak izliyor, onlardan korsan yolla öğrendiklerini de unutmadan hemen tatbik ediyordu. İyi yüzen bir kişi saunada kendisine “çok iyi serbest yüzüyorsunuz,” diyerek kompliman bile yapmıştı. Bu övgüye memnun kalarak teşekkür etmiş, saunanın loş aydınlığından istifade ederek bıyık altından yine de dışa vuran yüz kıvrımlarıyla  gülümsemişti. Bilgi ve erdem yitik maldı onun için; kimde ve nerede görse almakta beis görmüyordu. Serbest ve yarı kelebek yüzme stillerini de kendi kendine sadece bu yolla öğrenmişti. Hatta zaman zaman çocuklardan bile o kadar çok şey öğrendiği oluyordu ki. “Bırakın çocuklardan öğrenmeyi, mahallede başı boş gezen köpeklerden bile öğrenilecek o kadar çok edep var ki,” diye söylendiği de oluyordu ara sıra.

Gül dikensiz olmuyordu ya, her iki sporun da çeşitli zorluk ve handikapları elbette vardı. Yüzmek için havuza, masa tenisi için de ekipmanlara; hatta ekipmanlardan daha da önemlisi, kafa dengi bir partnere ihtiyaç vardı. Havuzda tanıştığı Ostim’de bir sanayi atölyesinden emekli Osman Bey’in de masa tenisi tutkunu olması ve onun da oynama teklifine asla hayır diyememesi, hatta kendisinin “iki set bile olsa illa oynayalım,” şeklindeki ısrarı iyi bir şanstı. İyi bir şanstı şans olmasına ama bu kez de havuz öncesi sözleştikleri vakitte şehrin farklı lokasyonlarında yaşadıkları için yoğun Ankara trafiğinde bir araya gelememeleri, havuz sonrasında da son derece yorgun ve bitkin olmaları ciddi bir engeldi. Yaşadıkları binanın spor salonunda pinpon masasının olması da büyük imkandı ama partner ihtiyacı bir başka büyük engel olarak yine karşısındaydı. Partner bir eşya değildi çünkü; onu dilediğin yere dilediğin zaman koyamıyor, dilediğin zaman oradan kaldırıp buraya yerleştiremiyordun. “Partner dediğin etiyle, kanıyla, moraliyle, arzusuyla ve tutkusuyla bir insan ve ben bu engeli bir şekilde aşmak zorundayım,” diyerek iç geçirdi. Münasebetsizlik etmiş olma kabalığını göze alarak Necmi’ye masa tenisiyle arasının nasıl olduğunu sordu. Fakülte yıllarında bir zamanlar oynadığından bahsetti. Bunu duyan Nazif fırsatı bulmuşken kaçırmak istemedi ve hemen “abi zaman zaman oynayalım o halde,” önerisini dillendirdi. Çok istekli görünmemekle beraber “olabilir tabi niye olmasın,” cevabını verdi Necmi. “Tamam o halde abi bazen size mesaj atıp müsaitsen aşağıya iki tak tuk atmaya inelim mi derim,” diyerek Necmi’nin dil ucuyla söylediği onay sözünü birazcık yüzsüz, ama bir tutku yeniği olarak karara bağlamış oldu.

Ardından ayaküstü sohbet, neler yaptığına, emeklilik günlerini nasıl geçirdiğine doğru aktı. Nazif kutsal kitap yorumculuk serüvenini son yıllarda kurgulama sanatının ekipmanlarıyla kaynaştırmaya çalıştığından söz etti Necmi’ye. Kutsal kitap yorumculuğu sözü ilk anda Necmi’de son zamanlarda muhafazakâr ailelerin çocuklarında bile sıklıkla görülmeye başlayan deizm/ateizm/nihilizm eğiliminin çağrışım yapmasına neden oldu ve bir anda ağzından “artık gençler Kur’an duymak istemiyorlar,” sözleri döküldü. “Maalesef abi,” dedi Nazif. “Gençlerin birçoğu gerçekten de din namına hiçbir şey duymak ve görmek istemiyorlar son yıllarda. Yaşanan, görülen türlü kötülükler nesillerde bir hiçlik duygusunun nüksetmesine neden oldu. Üstelik benzer ilgisizlik yazık ki sadece gençlerle de sınırlı değil Necmi Abi. Aklını kullanan, düşünen ve sorgulayan yetişkin bireylere de sirayet etti bu virüs. Dinin ve dindarın saygınlık gemisi epeydir su almaya başladı dibinden,” diye sürdürdü konuşmayı. “Bir de bu soğukluğu gerçek hayattan kopuk şekilde boşluğa verilen vaazlar da körüklüyor. Ayrıca, ‘ama gerçek İslam bu değil ki’, şeklinde yansıyan boş dalgalanmalar da bir başka karşıtlığı körüklüyor kitleler üzerinde,” diye devam ettirdi Necmi. “Hem sonra gerçek olanı neydi ki?” diye sözü aldı Nazif. “Hepsinde de öyle ya da böyle kitlelerin bir nevi hipnotize yoluyla kanalize edilmesi yok mu abi? En basitinden her cuma namazı çıkışında “camiye yardım, Kur’an kursuna yardım,” adı altında toplanan paraların nerelere harcandığı; toplanan vekaletle kurbanların usulüne uygun kesilip kesilmediği, bu teberruların türlü tevil ustalıklarıyla farklı şekillerde harcanıp harcanmadığı bilinebiliyor mu? Bir denetlemesi ve hesap verilebilirliği var mı tüm bu tasarrufların? Sonra gerçek olan İslam kimin hangi İslam’ıdır ki bilen var mı? Taliban İslam’ı mı? İşid İslam’ı mı? Elkaide İslam’ı mı? Cübbeli İslam’ı mı? Müslüman Kardeşler İslam’ı mı? Tarikatlar İslam’ı mı? Cemaatler İslam’ı mı? Diyanet İslam’ı mı? Sünni İslam’ı mı? Alevi İslam’ı mı? Emevi İslam’ı mı? Yatırlar İslam’ı mı? Ütopik/distopik İslam modelleri mi gerçek olanı? Bunların hepsi de İslam’ın kendisi değil de bir nevi yorumları değil mi abi? Ama sonuçta herkes kendi İslam’ını beğeniyor sadece. Kendi dışındakiler ise zındıklar çöplüğünün atıkları olarak görülüyor yazık ki. Bütün bunlar da ister istemez nesillerde bir din yılgınlığına ve yorgunluğuna neden oluyor Necmi Abi,” diye sözünü tamamladı.

Necmi’den anlamlı şekilde kafa sallamasından başka bir söz çıkmayınca Nazif üzerinde çalıştığı yorum yönteminden ayaküstü bir sohbetin izin verebileceği kadar bahsetti. “Denediğim yöntem biraz da bu endişe sebebiyle ortaya çıktı bende Necmi Abi,” dedi. “Kur’an aslında Tevrat gibi kıssa sanatını sık kullanan bir kitaptır, değil mi? Öyküleme çoğu insanda karşılık buluyor tıpkı çocuklardaki gibi. Çünkü çocuklar salt doğallığın, fıtratın yeryüzündeki yegâne temsilcileridir, değil mi? Çocuklar öykü dinlemeye bayılırlar mesela doğru mu Necmi Abi? Homeopatik ilaçlar da sırf bu yüzden en çok çocuklarda olumlu sonuçlar veriyor ya. Aslında tüm ruhlar özellikle de temiz ruhlar doğalı seviyor ve arzuluyorlar. Önemli olan kurguların içinde erdem yüklü anlam ve mesajları iletmeyi başarmak, sistem sahibinin insanlığa verdiği mesajı yerine ulaştırmak. Acıyan, merhamet eden, affeden ve insana sayısız nimetler lütfeden yüce yaratıcının verdiği rahmet ve şefkat mesajlarını adresine teslim etmek. Ben de acaba öyküler üzerinden bunu yapabilir miyim diye karınca kararınca didiniyorum işte Necmi Abi,” diye bitirdi konuşmasını.

Her fırsatta “kalan ömrümü hakka ve hakikate hizmet ederek geçirmeyi bana nasip et Ya Rabbi,” şeklinde edip durduğu nakarat duasından söz etmedi tabi Necmi’ye. Hobi bahçesindeki elli numara pabuca dönmüş karalahana yapraklarına bakarken yalnızca zihninden ve kalbinden geçirdi duasını dolan ve dalan gözlerle.

edebiyathaber.net (19 Aralık 2023)

Yorum yapın