Öykü: Karabatak | Nuh Öztürk

Haziran 8, 2023

Öykü: Karabatak | Nuh Öztürk

“Kaynamaya çıkınca yüz elliye kadar say, sonra kapat ocağı. Yine dalıp gidersen şeftali kıvamı da gider, ona göre!” Babaannesinin işaret parmağına sıkı sıkıya iliştirdiği tembihiyle yıldızların cirit attığı o yaz akşamına gitti aklı. Evcilik oynar gibi günaşırı misafirliğe gelen halasının getirdiği şeftalilere… Bir türlü dokunamadığı için mutfak masasındaki meyve poşetinin etrafında dört dönmüştü bir süre. Babaannesi o hâlini fark edince içinde bir şeyler kopmuş, hemen birkaç tanesini soyup koymuştu önüne. Çiroz tipine ters düşen iştahla koca bir tabak dolusu şeftaliyi nasıl da silip süpürmüştü şapır şupur. Çenesinden suyu damlarken halası kanatlanırcasına yetişmiş, kaşla göz arasında yanağından bir ısırık alıvermişti, oh çekerek. Alışık olduğu için o zaman istifini bile bozmamıştı ama şimdi durup dururken yanağında gamze oluşturuyordu içine acı tatlı işleyen anısı.

“Daldı yine bizimki” diye sitem etti annesi cezvedeki sütü bardağa dökerken.

Babaannesi tebessüm etti. “Ne yapacağız şimdi?” diyerek sarıldı torununa. “Yine yakalayamadık kıvamı.”

“Söz nene!” dedi bir türlü sevemediği haşlanmış yumurtalara bakarken. “Yarın yakalarız.” İştahsızlığı doğuştandı, keyifsizliği sonradan pörtlemişti sivilce gibi. Tüm mahalleyi beş on dakikaya kadar inletecek olan okul zili öncesinde bir çocuk nasıl keyifli olabilirdi ki? İkaz sirenlerinin tiz çığırtkanlığı vardı sanki o seste. Her seferinde uyandırdığı bir başka tedirginlik… O yüzden kalan saniyeler boşa gitmemeliydi. İki zeytini tabağında siyah gözlere dönüştürdü çabucak. Yumurtanın sarısıyla küt burun yaptı, beyazıyla çarpık bir ağız. Peynirle ne yapılırdı?

“Hadi, geç kalacaksın” uyarısıyla tabağındaki yüzü düşüverdi. Artık ne varsa çalakaşık ağzına tıkıştırdı annesi. Hazırladığı atıştırmalıkları da beslenme çantasına koyup üstünkörü öpücükle uğurladı oğlunu.

Eğitimin zorunlu, bazen de sorunlu olduğu bir yere göre gayet renkliydi sınıfı. Yerinde duramayan kurtlular, çoğu şeyi şıp diye anlayanlarla ağırdan alıp pas geçenler…  Ödevini yapmakla yetinmeyip papağan gibi fazladan ezber yapanlara imrenmek yerine şaşırıyordu çoğu zaman. Biblo gibi kızların ansızın muhabbet kuşuna dönüşerek cıvıldamalarına da şaşırıyordu. Bu sevimli şeylerden biri hemen önündeki sırada oturuyordu üstelik. İyiydi, güzeldi ama etrafında gitgide genişleyen bir çekim alanı oluşturması da sıkıntıydı. O alandan bir türlü çıkamayan sıra arkadaşı, gözlerinin önünde nasıl da kıvranıyordu vurgun yemiş mezgit gibi! Yazık değil miydi arkadaşına? Kulak memesini çekip üç kere vurdu sıranın tahtasına! Uğursuzluğu, kötü ruhları bu şekilde kovuyordu babaannesi. O da kovmalıydı bir an önce. Zaten çat kapı hayaller ile başı kalabalıktı, bir de aşk ciniyle falan uğraşamazdı. İleride, çok ileride, sosyal bilgiler öğretmeni gibi kelli felli biri olduğu zaman uğraşabilirdi belki. Ama cinden çocuk falan dilemeyecekti. Anne sitemleriyle şişip babanın ümitsiz bakışlarıyla sönen bir çocuğun daha dünyaya gelmesi fikri pek de iç açıcı değildi.

Omzuna tebeşir tozlu bir el dokundu.   

“Karabatak!”

Tebessüm eden öğretmeni tepesinde görünce toparlandı. İndiği derinliklerden bir çırpıda su yüzüne çıktı. Dalıp gitmesinden ötürü üstüne başına ökse gibi yapışmıştı bu lakap. Karabatak aşağı, karabatak yukarı. Fıkır fıkır kaynayan arkadaşları tabii yine fırsatı kaçırmadı. Kahkaha çiçeği gibi açılıverdiler bir anda.

   Aynı günün akşamında “Okuldan aradılar yine.” diye söylendi annesi.

 “Gök delindi sanki.” dedi babası montunu çıkarırken. “Üç sokak geçtim sadece. Şu hâlime bak.”

“Bir gelin konuşalım, dedi öğretmeni.”

“Birden bastırınca ne yapacağımı şaşırdım.” dedi duvar aynasından karısına bakarak.

“Kurulan” dedi kadın. Dantel işlemesinden başını bir anlığına kaldırıp kocasının ıslak saçlarına baktı. “Sıçan gibi ıslanmışsın.”

 Döndü baktı, espri falan da yapmıyordu. Ciddi ciddi iğneliyordu elindeki tığla. Duymazlıktan çok vurdumduymazlığına kızmıştı kesin. Üstelemedi, dudak bükerek odasına geçti üstündekileri değiştirmek için. Halde sebze meyve kasalarını indirip bindirmekten gına gelmişti zaten, bir de evdekiler… Akşam yemeğinde, yorgunluktan titreyen dizlerinden bahsedecek oldu, vazgeçti. Nadir rastlanan o kıymetli sessizliği ürkütüp kaçırmak istemedi. Hızlıca yiyip kalktı her zamanki gibi. Salondaki tahtı boş bırakmaya gelmezdi. Yalnız sihirli kutudan çıkıp gelen adamların nesi vardı bu akşam?  Seslerle görüntüler birbirini tutmuyordu nedense. Yorgunluktan olmalıydı. Çok geçmeden göz kapaklarının ağırlığına teslim oldu haberlerin karşısında. Büyükanne oğlunu o hâlde görünce yel yepelek battaniye yetiştirdi. Uyuyanın üstüne kar yağarmış. İlaç poşetini alıp tekrar mutfağa geçti. Torunu hâlâ kalkmamıştı masadan. Çatalıyla şekil verdiği makarnadan yine başka mekâna geçmişti belli ki. Gizemli biri kolundan tutup çekmiş olmalıydı evvel zaman içine.  Şıppadak geri dönüşü de bir çağrıyla oldu.

“Hadi balım” dedi babaannesi. “Çabucak ye, sana masal anlatayım.” Hapı ağzına attı, suyu içerken diğer eliyle başını tuttu aklı uçup gitmesin diye.

  “Nene, savaştan dönen o babayı anlatsana yine.”

 “Tamam” dedi, ilaçla birlikte bir yudum daha aldı suyundan. “Sen hele bitir.”

 Anne, horultuyla tahtı sallanan babanın elinden kumandayı yavaşça aldı. Dizi dizi kanallarda dolaşırken oğlu bir köşede kedi gibi sokuldu babaannesine. Aynı şeyi defalarca dinlemesine rağmen yine gözünün içine bakıyordu. Savaştan dönen aslında nenesinin babasıydı, biliyordu. Ama onu masal havasına büründürüp büyülü hâle getiren de nenesiydi. Dokuz yıl askerlik yaptıktan sonra köyüne döndüğünde ne karısı onun yüzünü anımsayabilmişti ne de o karısının. Şimdiki gibi fotoğraf mı vardı ha deyince çektirip birbirlerine gönderebilecekleri! Herkesle hasretlik gidermiş gelgelelim odanın bir köşesinde büzülüp kalmış olan kadıncağızla bir türlü konuşamamıştı. Oydu işte, belliydi ama haddine miydi herkesin içinde görüşmek! Ayıp denen bir şey vardı. Kadının kucağındaki çocuk da kızı olmalıydı. Sekiz yaşlarında…  Sahi adı neydi, önceden kararlaştırılmış mıydı? Köyden ayrıldığında birkaç aylık evliydi, onca yılın ardından isimler de simalar da birbirine girmişti. Ağca zıbın, kara yelek ile seferberliğe dâhil olan, bir kez can verirdi verirse. Geride kalan, her gün… Onu ne maval avutabiliyordu artık ne de masal.

“Nene kucaktaki o çocuk sendin değil mi?”

“Bendim ya!”

 Ertesi gün geç döndü okuldan. Eve uzanan yokuşu çıkarken yampiri gölgesinden pek bir farkı yoktu.  İnleyerek açtığı bahçe kapısını oflayıp puflayarak kapattı. Evin kapısına vardığında kaplumbağa yavrusu kabuğu çarptı gözüne. Hışımla baktı bu sefer. Hani nazarı karşılar, belayı defederdi bu kabuk! Kolu niye böyle olmuştu durup dururken? Arkadaşının bisikletine binmiş, her zamanki gibi düşüp yuvarlanmıştı alt tarafı. Yamulan ön tekere benzeyen kolu apar topar alçıya alınınca babaannesinin yüzü alabora oldu. Usulca köşesine çekilip Oltu tespihini parlattı bir vakit. İleri geri sallanırken birden durdu. Öyle ya, çitin bir kenarına koç boynuzu asmayı ihmal etmişti ele güne karşı.  Kem gözle bakanlar uyumaz, öte geçeden çıkagelirdi vakitli vakitsiz. Torunu “Başım dönüyor nene” demişti uykuya dalmadan önce. Annesi tarhana çorbasından birkaç kaşığı zorla içirmişti yeni. Babası eczaneden ilaçları yetiştirmemişti henüz. O arada, namazla niyaz arasında bir yerde geldi aklına sandıktaki muska. Dudaklarını ısırdı. Babası, çocuğun üzerinde görse köpürürdü mutlaka. Muşmula suratlı! Hepten taşsa ne yazardı? Pekmez kaynatırken yaptığı gibi köpüğünü alıverirdi en fazla. Hem öyle ağırdan almaya gelmezdi bu işler, çocuğun uzaklara dalıp dalıp gitmeleri. Yarından tezi yok kurşun döktürmeliydi komşu kadına. Otacıdan gidip üzerlik almalı, tüm ev tütsülenmeliydi baştan aşağı.

 Alçıdan mahpusluğa iki gün sabredebildi evde, üçüncü gün kösteği kırıp bahçeye kaçtı. Yedinci gün okula mecburi dönüş vardı ne de olsa. O zaman yaşasındı özgürlük! Salıncaktan uzak duracaktı, söz verdi. Kediyle tavukları da rahat bırakacaktı. Ama annesi öyle yapmadı. Beşinci gün hissiz, renk vermeden kesiverdi güzelim horozlarını. Başını çevirip gözlerini yumsa da o son, boğuk ses tokat gibi çarptı yüzüne. Toprak kan kırmızıyı emdikçe kendi kolundan canı çekilir gibi oldu. Neyse ki şok uzun sürmedi. Yeniden yavaşladı dünya, soluk alışverişi, pıt pıt atan kalbi. Asma üzümün köküne oturdu, yolunup uçuşan tüylerle meşgul oldu bir süre. Horozun ardında bıraktığı renkli boşlukla… Gözlerini bürüyen duman içinde ötüşünü duydu önce. Onu ete kemiğe büründürdü yeniden, eti asla yenmeyen, renkli tropikal bir kanatlıya. Yelpaze gibi açılıp kapanan kuyruk tüylerinden bir tavus kuşu peyda etti sonra. Nenesinin masallarda andığı anka diliyle şakıtarak tam meşk ettiriyordu ki gün batımında büyü bozulmaya, gökkuşağı solmaya başladı. Eve akşam yemeği için çağırdıklarında döndü, son bir kez daha baktı. Horozun cansız, boş boş bakan gözlerinde matlaşmıştı renkler. İbiği de kırmızı horoz şekerine dönüşmeliydi aslında, tutup katır kutur yemeliydi. Annesinin suyuna çorba yaptığı o kart et bile bozamazdı o zaman ağzının tadını.

Yorum yapın