
Polis arabamın karlı camını tıklattığında, yanımda imamın küçük kızı oturuyordu.
Konuşuyorduk sadece.
O akşam, buzdolabımdaki tek eksiğin peynir olmasına sevinmiş bir halde mandıraya doğru yollanmıştım. Kasabanın en iyi mandırası bu sokaktaydı ve ben, peynirimi alıp kitaplarıma geri dönecektim.
“Öğretmenim, ne olur benimle biraz konuşsanız!”
Kocaman gözler.
“Aaa Mürüvvet, kızım, ne işin var senin bu saatte yollarda ? Donacaksın bu soğukta!”
“Öğretmenim, lütfen bana şu karşılıksız sevgi ödevini tekrar anlatın. Lütfen…”
“Kızım ne acelesi var? Bu saatte annen nasıl izin verdi dışarı çıkmana?”
“Öğretmenimiz dersten sonra da okulda kalıyor, kütüphanede kitap okuyor dedim. Karanlığa kalmadan gel babandan önce dedi. Koştum hemen okula, baktım kapı kilitli, yoksunuz. Ben de bu tarafa yürüdüm sizi bulabilmek için.”
“Bugün evde okuyacaktım kitabımı ya, neyse..”
Karlı kış kasabalarına özgü kırmızı çocuk yanaklarıyla -biraz da mahçup- gülümsedi. O an, genelde mandıra sokağının başına park ettiğim babadan kalma arabamın müthiş kaloriferinden başka bir ısınma aracı gelmedi aklımda.
“İyi hadi gel, oturalım benim arabama, orada tekrar anlatayım.”
Arabayı ikincide çalıştırabildim bu sefer, motor ısındıktan sonra da kaloriferi açtım iyice. Biraz bekledi, öyle oturdu yanıma.
“Bak örnekle anlatayım: Şimdi diyelim ki silgini sınavda ikiye bölüp arkadaşına ödünç verdin, o da sana silgini geri vermeden çantasına attı sınav sonunda. Sonra da evine gitti. Ne yaparsın? O yarım silgiyi ertesi gün ister misin, yoksa arkadaşının kendisinin fark edip silgini geri vermesini mi beklersin?”
“Tabii ki geri isterim, benim silgim o!”
“Tamam işte, ödev de burada başlıyor. Bizler yaşamımız boyunca her şeyi karşılıklı yapıyoruz. Sen silgini arkadaşınla sadece o silginin diğer yarısını geri vereceği ön koşulu ile paylaşıyorsun. Çünkü sana okulda malını paylaşmayı öğretirken okula başlamadan çok daha önce her zaman malına sahip çıkmayı öğrettik. İnsanlara güven olmayacağını, sana karşılıksız bir şey vermek isteyen yabancılar olursa da yanlarından hemen uzaklaşmanı öğütledik. O yüzden de sadece belirli koşullar altında paylaşabiliyorsun elindekini. Bir tek sen değil tabii…Hepimiz böyleyiz. Karşımızdakinden bir karşılık almadan ona bir şey veremiyoruz.”
Kafası karışık bakışlar.
Annesi saçlarını sıkı sıkı ikiye ayırmış, belli ki daha banyo günü gelmemiş. Saçları çok yağlı.
“Ödev de bu zaten, size ait çok sevdiğiniz bir şeyinizi -hiçbir karşılık beklemeden- sınıftaki bir arkadaşınıza vermeniz.”
“ Ama ya başkası benimle bir şeyini paylaşmazsa?”
“Kimse seninle bir malını paylaşmasa da sen sınıftan herhangi birine bir şeyini verebiliyorsan, o zaman en yüksek notu alırsın.”
Saçlarındaki yağlar parladı, parladı. Büyüdü.
“İyi de öğretmenim, bu da bir karşılık ile yapılan bir şey değil mi? İyi not alacağım diye -kimse bana bir şeyini vermese de- ben birine Cemile’yi mi vereceğim yani?”
O an çok sevindim. Sorudaki ikilemi kendiliğinden çözmüştü.
“Tebrikler Mürüvvet, işte şimdi en yüksek notu aldın.”
Umutsuz gözleri bir anda gururla parladı. Ödev verirken yaptığım oyunu anlamış olmanın verdiği mutluluk bakışlarıydı bunlar.
Zaten tam da o arada arabanın camı tıklatıldı.
Camı açarken polisin arkasında imam, muhtar, mahalle esnafı ve kahvedeki bazı gençlerin de olduğunu fark etmemiştim. Bir anda kızın oturduğu tarafın kapısı açıldı. Polis beni dışarı çağırırken birisi de Mürüvvet’i kolundan hızla dışarı çekiştiriyordu.
Kız uzaklaştırılıp sokağın köşesine doğru götürülmüştü. Arabadan çıkarken arkalarından seslendim:
“Cemile senin oyuncak bebeğin mi yoksa?”
Babasıyla çoktan yan sokağa dönmüşlerdi.

















