
Kendimiz dışında hiçbir şeyle ilgilenmediğimiz için dünyanın delik deşik olmaya başladığını çok geç fark ettik.
Yeni yılın ilk gününde, Viyana Filarmoni Orkestrası’nın geleneksel yeni yıl konserinde seyircilerin de, müzisyenlerin de kendilerini müziğin ahengine kaptırdıkları bir anda bazı notalar gökyüzüne doğru havalanarak gözden kaybolmaya başladı. Porte kağıdı üzerinde kayıp notaların yerinde boşluklar oluştu. Kayıp notaya sıra geldiğinde bir anlık sessizlik oluyor ve sonraki nota ile müzik devam ediyordu. Orkestra üyeleri, kayıp notalar yüzünden konseri şaşkın ve gergin bir şekilde bitirdiler. Dünyanın dört bir yanında tüm konserlerde, tüm canlı performanslarda, sokak şarkıcılarının söyledikleri şarkılarda notalar bazen tek tek, bazen toplu bir şekilde gökyüzüne yükselmeye başladılar. İpi kopmuş uçurtmalar gibi gökyüzünde süzülüp gözden kayboldular.
Günlerce televizyonlarda bu konu tartışıldı. Bilimsel bir açıklama getirilemiyordu. Sonu gelmeyen tartışmaları seyretmekten sıkılmıştık. Müziksiz de yaşayabiliriz diye düşündük!
İlkbahar geldiğinde, dünyanın dört bir yanındaki bahar çiçeklerinin pembenin her tonuna gebe goncaları duman renginde açmaya başladı. Baharı, çiçeklerin ışığı ile karşılamaya hazır şehirler renksiz, neşesiz bir hale geldi. İstanbul güneşi, rengini kaybetmiş erguvanlara üzüntüsünden dolayı gökyüzünde görünmez olmuştu. Bahar da bu şekilde geçti… Duman rengi de bir renktir, renksiz de devam edebiliriz dedik!
Yaz geldi… Bu sefer yine hiç beklemediğimiz bir anda, dünyanın dört bir yanındaki müzelerde sergilenen resimlerin içindeki figürlerin yok olmaya başladığı haberlerini duymaya başladık. Bize ne canım! dedik. Osman Hamdi Bey’in meşhur Kaplumbağa Terbiyecisi resmindeki kaplumbağalar resmin içinden yok olunca bunun bir şaka olmadığını anladık. Resimler güve yeniği içinde kalmış gibi görünüyordu. Hikayelerini kaybetmişlerdi.
Tüm bu yaşananların kıyamet habercisi olduğuna inananlar oldu. Resimlerin günaha davet ettiğini, bu yüzden tanrı tarafından lanetlendiğini söyleyenler gün geçtikçe artıyordu. Henüz başına bir şey gelmemiş resimleri çalıp korkunç ayinler eşliğinde yakanlar oldu. Bir akıl tutulması içinde günler geçiyordu.
Yazın arkasından sonbahar geldi.
Sonbaharda toprakla buluşan ilk yağmur sonrası, sözcüklerin harfleri hastalanmaya başladı. Öykülere, şiirlere anlam ve güzellik veren sözcüklerin hastalanan harfleri tek tek yerlere dökülüyordu. Aşk, güven, özgürlük, adalet, sevgi… Harflerini kaybeden sözcükler anlamsız, boş seslere dönmüştü. Sokaklarda yaralı harflerin üzerine çamurlu botları ile basıp onları acımasızca ezen çok insan vardı. Yerlerde sararıp dökülen yaprakların arasında can çekişen harfleri gördüğümüzde onları yerden kaldırıp kitapların sayfalarının arasında saklamaya başladık.
Yaşadıklarımıza anlam veremiyorduk. Kafalarımız çok karışmıştı. Öfkeliydik, isyan ediyorduk, korkuyorduk. Tüm bunlara rağmen, umudumuzu kaybetmemiştik. Hastalanmış, yaralanmış harflerin iyileşerek, ayaklarımızı yerden kesecek taze aşk şiirlerine dönüşeceklerini, kayıp notaların geri dönerek hiç duymadığımız yeni melodiler yaratacaklarını, bu yeni melodileri dinlerken, renklerine kavuşmuş bahar çiçeklerine ve güzel resimlere gülümseyerek bakacağımızı biliyorduk.
edebiyathaber.net (22 Mayıs 2025)

















