
Her yerini zifiri bir karanlığın sardığı yeryüzünün, aydınlanmak için Güneş’e kavuşmayı beklemesi gibi sabırsızlanıyordum. Aklımdan düşünceler geçiyor bu bekleyiş uzadıkça. Aslında kötü biri değilim diyorum, kendi kendime. Sonra bir yanım muhalif olacak ya hemen itiraz ediyorum. Çoğu kıstasa göre iyi biri sayılabilirim aslında. Bir süredir zihnim bunlarla meşgul. Gidip geliyor kafam, düşüncelerim, bedenim, ruhum… Gelgitlerim var dedikleri şey gerçekten bu mu acaba? Anlam bulma çabalarım her zamanki gibi önemsiz gelmeye başladığı zaman ise saçmaladığımı fark ediyorum, susuyorum. Tek odaklandığım şey; aydınlığın saklanacak hiçbir şey bırakmayacak kadar her şeyi görünür kılmasıydı.
Sabah olmuştu. Yeni gün, pencereyi açtığımda yine beni şaşırttı. Ne yağmur vardı ne de güneş… Her şey askıdaydı sanki. Güneş gibi, zaman gibi, hislerim gibi, benim gibi… Uzun uzun aynaya baktım. Sanki ben değil de başka biri, bana bakıyordu içeriden. Kısa bir bakışmanın ardından usulca pencereyi açtım. Mahalle henüz tam uyanmamıştı ama gecenin sessizliği delinmişti. Bir yerlerden su damlıyordu, muhtemelen üçüncü kattaki Hasan abinin musluğu gevşemişti. Alt kattakiler ortalığı ayağa kaldıracaktı gene her yeri sus bastı diye. Karşı apartmandan bağırış çığırış hiç eksik olmazdı zaten. Aşağıda ise pazarcı Kerim abi, sigarasını yakmaya çalışırken bir yandan öksürüyordu uzun uzun. Sanki ciğerleri değil, bütün yaşanmışlıkları dökülüyordu içinden.
Ben hâlâ aynadaydım. Sanki gözlerimin arkasında başka biri vardı. Yüzüme dokundum, cildim soğuktu. Kendimi dışarıya atmam gerektiğini hissettim. Sokağa adımımı attım. Ayakkabım her zamanki gibi çamura battı. Bizim sokakta kaldırımlar yarımdır, kaldırım demek bile ayıptır. Köşedeki kahve çoktan dolmuştu. Bir grup müdavim yaşlı, bir grup işsiz, bir de umut etmeyi henüz unutmamış gençler… Biraz ileriye gidecektim ki Şadiye Ablanın bağırışlarına denk geldim. Her zamanki gibi kocasıyla kavga ediyordu. Üç çocuğu yetmezmiş gibi bir de üçüzleri olmuştu. Çocuklar dizinin dibinde ağlarken kocasına isyan ediyordu.
“Sıkıştım ulan! Bu sokakta, bu evde, bu kadında sıkıştım ben!”
Mahallede herkesin susup dinlediği ama sonrasında hiçbir şey olmamış gibi çamaşır astığı bir ana daha tanık oluyordum. Her zamanki gibi duymamış gibi yaparak devam ettim. Sonuçta karı-koca arasına girilmezdi. Yürümeye devam ettim. Binaların üzerindeki sıvalar kabarmış, duvarların boyası akmış, demir kapılar ise paslanmıştı. Ama çocuklar hep aynı heyecan ile topun peşinden koşuyorlardı. Bir tanesi koşarken aniden yere kapaklandı. Dizinden kan aktı ama oralı bile olmadı. Kaldırımlar ona düşüp kanamayı öğretmişti çoktan. Ama ben, hâlâ düşmenin acısına yabancıydım.
Aylak aylak dolaşıyordum mahallenin etrafında. Nermin Teyze yaklaşıp önce bir süzdü beni. Anladı ki aslında hiçbir amacım yok dolaşırken. Yaklaştı ve dedi ki; “Ne kadar kolay ulaşılabilir biri olursan, o kadar değersiz olursun insanların gözünde.” Bu bir kulağımdan diğer kulağıma yankılanıp durdu. Bir kulağımdan girip diğerinden çıkardı diğerleri gibi halbuki. Bu niye çıkış yolunu bulamadıysa? İnsanlar acaba Nermin Teyze’nin dediği gibi bu kadar istikrarlı mı düşünüyorlar her şeyi? Yoksa insanlar, belirsizliğe karşı bu kadar keskin sözler söyleyerek kendilerini mi rahatlatıyorlar? Niye hep döküldüğümüz kabın şeklini almak zorundayız?
Sokağın ucuna doğru yürürken duvarlar, yılların yorgunluğunu sadece çatlaklarla değil, üzerlerindeki yazılarla da anlatıyordu. Birbirine karışmış sloganlar, unutulmuş aşk ilanları, karalanmış küfürler… Mahallenin dilinin özetiydi bunlar. Her duvarda başka bir sitem, başka bir hayal kırıklığı vardı. Her geçtiğimde gözüme ilişen “Beni de alın ulan bir yere!” yazısı gene çarpıyordu gözüme. Sanki duvarın içinde sıkışan bir insan bağırıyordu yüzüme. Sanki benden yardım istiyor gibi… Fakat doğrularımın ekseriyetle yanlış çıkması ise beni benden alan diğer bir cevapsız durumum. Bazen düşüncelerimin sadece bana ait olduğunu, başka kimsenin zihninden geçmediğini varsayıyorum. İçim ürperiyor işte o an. İliklerime kadar ürperiyorum, napayım? Ben eşsiz olmak istemiyorum ki… Bir kalabalığı tamamlayan bir parça olmak istiyorum. Sıradan ama ait hisseden… Bu kadar yalnız hissetmek korkutuyor beni. Düşündükçe boğuluyorum sanki, çırpınırsam yavaş yavaş tükenecekmişim gibi geliyor.
Elektrik direklerinin üstünden aşağıya sarkan teller bir örümcek ağı gibi örmüştü gökyüzünü. Geceleri arızalı sokak lambaları cızırdayarak yanar, karanlığı daha da ürkütücü hâle getirirdi. Her direğin dibinde biz iz vardı geçmişten. Kiminde eski bir yangının is lekesi, kiminde mahalle maçlarında topa kafan atan çocukların kırdığı taşlar, kiminde köşeye özenle atılmış sigara izmaritleri ve sessiz bir hikâye. Yaşanmışlık dedikleri şey bu mahallede daha çok pas, daha çok kir, daha çok iz demekti.
Evlerin çoğu çatlamış duvarlarla kaplıydı. Bazı balkonlar zamana yenik düşerek eğilmişti, altlarından geçerken istemsizce hızlanırdım. Camlarında tüller sararmış, perdeler ise kararmıştı. Fakat yine de her pencereden bir hayat sızardı dışarı. Kadınlar balkonlardan aşağı bağırır, çocuklarını yemeğe çağırırlardı. Sanki herkes birbirine uzaktan ama istekli seslenirdi bu mahallede. Yakınlık ve uzaklık, ses mesafesiyle ölçülürdü.
Karşı çıktığım çoğu şeyin aksine kabul ettiğim bir şey var. Şu gerçek ki; görünmez iplerle bağlı olduğumuz birçok şey var. Benim çatışmalarım zihnimin sınırları ile aynı ölçüde. Aşamıyorum bir türlü sınırlarımı. Yani aslında öyle bir sınır var mı yok mu bilmiyorum. Bu mahallede kendimi girdapta hissetmeme benzetiyorum durumumu. Ama yine de bu çemberin beni sarmasını seviyorum. Yani var ama yok. Belirgin ama soyut… Varacağım nokta da öyle çok derin ve kesinlik içermiyor haliyle.
İleride köhne bir bakkal vardı. Dış cephesi, solmuş reklam ve devrimci afişleri ile kaplıydı. İçeri girince ise rafların yarısının boş olduğu göze çarpardı hemen. Ama yıllardır öyle olduğundan kimse nedenini sormazdı. Ahmet amcaya rafta olmayan bir şey sorulduğunda her zaman “Arkada var,” diye cevaplardı. Arka tarafı ise hiç kimse görmemişti. Belki de umut gibi, hep arka tarafta vardır temennisi ile soruluyordu bu sorular.
Bu mahalle bana bir insan gibi gelirdi. Sinirliydi, yorulmuştu, umutsuzdu, ama hâlâ nefes alıyordu. Boğazına kadar dolmuş ama ağlamayı bir türlü öğrenememişti. Gürültüsüyle değil, sessizliğindeki ağırlıkla konuşuyordu. Ve ben o ağırlığın içinde yürüyordum, çamura batmış ayakkabılarım ve suskun gözlerimle.
Tam köşeyi dönerken, kaldırımın çatlağında açan bir çiçek gördüm. Morumsu yaprakları toprağa değil, betona sıkışmış gibiydi. Ne su vardı ne güneş, ama hâlâ oradaydı. Belki biri düşürmüştü de filizlenmişti, belki de rüzgârın getirdiği bir tesadüftü. Fakat hiç olmaması gereken bir yerde duruyordu, hem de inatla. Eğilip baktım, dokunmadım, incitmedim. Sadece izledim bir süre.
O an, kendimi o çiçeğe benzettim. Tutunacak dalı olmayan, ama yine de kök salmaya çalışan, yaşadıklarında anlam bulmaya çalışan biri gibi hissettim. Sadece var olmak değil, bir iz bırakmak istiyordum. Belki bir kalabalığın içinde fark edilmeyecek kadar sıradan, belki de bir başkasının gözünde çatlakta açan bir çiçektim. Ardından yavaş yavaş silinmeye başladı her şey: Çiçek, duvardaki yazılar, çatlamış kaldırımlar, bağırışlar ve ben.
Dertlerime, gelgitlerime, sıkışmışlığıma, sıradanlığıma, kendim oluşuma o kadar inanmıştım ki…. Lütfen beni yalnızca bir karakter olarak hatırlamayın. Çünkü ben bu sayfalarda değil, bu sokaklarda, o pencerenin arkasında, aynanın karşısında, bakkalın rafında, elektrik tellerinin altında gerçekten olduğuma inanmıştım. En az sizin kadar gerçektim. Şimdi gözlerinizi çevirirseniz, ben de yok olacağım. Ama olur da bir gün top oynarken yere düşüp hiçbir şey olmamış gibi devam eden bir çocuk gördüğünüzde, yaşanmışlıklarla dolu bir mahallede yürüdüğünüzde, sıkışmışlık hissinde boğulduğunuzda veya kaldırımın çatlakları arasında açan bir çiçek gördüğünüzde lütfen beni hatırlayın. Çünkü ben varlığıma inandım, başka türlüsü beni hayatta tutamaz.


















