
“Hanım bugün dönecekti eve,” dedi Şükrü. Kartonun üzerine iyice kurulduktan ve ayaklarını uzattıktan sonra devam etti. “Bir süredir Ankara’da ablasının yanındaydı. O söylemedi de ablasından öğrendim. Ona sürpriz yapayım dedim. Simit alacaktım, hani şu tereyağlı olanlarından. Benim için hepsi bir ama o öyle seviyor. Gerçi kasap Necmi “Mahmut’un işi yok da simidi tereyağlı yapacak. Haftada bir kolilerle margarin geliyor ona,” demişti geçenlerde ama ne fark eder? Hem, ne kaldı ki ismi gibi olan. Köy biberi derler, serada yetişir. Gibi olsun yeter bize. Dürüst insan, adil düzen peh! Umutlu yarınlar, hukuk devleti… Yanlış anlama, anarşik değilim. Az evvel geçtiğim mahallede bazı duvarlarda yazıyordu bunların birkaçı. Oradan kalmış aklımda. Ha, ne diyordum, simit almaya diye çıktım bu sabah evden. Ama nasıl soğuk var. Bu soğukta kar olarak düşmesi gereken yağmur, gece sinsice yağıp arabaların ve yolların buz tutmasına neden olmuştu. Arabalara tutuna tutuna pastaneye vardım ki bir de ne göreyim, pastane kapalı. Taziye nedeniyleymiş. Kırk yılın başı hanıma bir sürpriz yapalım dedik. Şimdi nereden bulacaktım başka pastane. Bir burayı biliyordum pastane olarak. Bir pastane, bir bakkal, bir kasap, bir manav yetiyor bana. Yakın olduğum bir arkadaşım vardır, bir de yan komşum. İnanır mısın akrabalardan da bir tek amcamla görüşürüm. Fazlası zarar. Varsın çevrem geniş olmayıversin. Az insan, az baş ağrısı, az sitem. Yanlış anlama, geveze değilim. Senin şarap çenemi mi açtı nedir? Pastanenin yanındaki tuhafiyeci açıktı. Belki o bilir bu civarda başka pastane olup olmadığını diye dükkâna girdim. İçeri girer girmez tezgâh camına yapıştırılan ‘Ören Bayan’lara takıldı gözüm. Bizim hanıma benzettim onları bir an için. O da böyle durur örgü örerken. Somyada oturur, akşama kadar başı önünde, örgüsüne bakar bazen. Ben de onu izlerim. “Hoş geldiniz,” dedi dükkânın arkasından biri. Mahmut’un yanında çalışan kızdı. “Nasıl yardımcı olabilirim?” dedi. “Buralarda başka pastane var mı acaba, tereyağlı simit alacaktım da,” dedim. “Ben buraları çok fazla bilmiyorum da patronum birazdan gelir,” dedi. Neyse, bekleyeyim dedim. Bir çay içer miymişim? Çayı kahveyi kes demişti gerçi doktor ama “fark etmez” dedim. Getirdi çayı kız. Şeker de ister miymişim? Bu kadarı da fazla. Mahmut’un yanında çalışan kız biraz hoppa diyordu mahalleli. Ustası Hürriyet almaya yollarmış bunu bakkala ama bakkalın ortasında Bulvarı açıp bir iki sayfasını inceler, yüzü bile kızarmazmış. ‘Günahı boynuna’ ama Mahmut’un evini yıkacakmış yakında bu zilli. Şeker kâsesi elinde kaldı kızın. Çayı tezgâha bırakıp çıktım dükkândan. Neme lazım.
Yolun aşağısına yöneldim. Yürür gibi koşmaya başladım. Yanlarından geçtiğim dershane gediklisi irice ergenler ve “belki ayda bir, cumartesi günleri de çağırırız sizi” diyerek işe alınıp her hafta sonu çağrılan bezgin suratlı beyaz yakalılar dönüp bana bakıyordu. Koşar gibi mi yürümüştüm yoksa? Camdan yapılmışım da insanlar içimi görüyorlarmış gibi hissediyordum bana baktıklarında. “Şuna bak, bir simit alamadı daha.” “Tuhafiyecideki kız azıcık yakınlık gösterince ne korktun öyle.” Her bakışta ayrı bir sırrımı yakalıyorlardı sanki. Ağırdan aldım biraz. Arkamdan da bakmasınlar da.
Otobüs durağının orda üç dört kişi vardı. Hararetli hararetli bir şey konuşuyorlardı. Bilirse onlar bilir dedim. “Gençler, buralarda pastane var mı acaba, tereyağlı simit alacaktım da,” dedim. Tam o anda üçü bir olup zayıf, uzun boylu çocuğu dövmeye başladı. Dayak yiyen başını ellerinin arasına almış, kaderine razı olmuştu sanki. Sesi çıkmıyordu. “Yapmayın gençler, ayıp. Ne alıp veremediğiniz var gencecik çocukla?” dedi, durağa yeni gelen bir adam. Ses benden çıktı sandılar. Sivri sakallı olanı dayağa mola verdi. “Haşa dinimize saydırıyor bu deyyus,” Bana bakıp konuşuyordu. “Arkadaki adam konuştu ama fark etmez,” dedim. Sanırsam beni duymadı. Dayağa devam etti. “Vay kitapsız, benim için de vurun,” dedi arkadaki adam. “Gel buyur amca,” dedi işçi tulumlu olanı. Yine ben konuştum sandılar. Arkadaki adamı işaret edecektim ki, “Sen Müslüman değil misin dayı?” dedi üçüncü linççi. Değil miyim, yok öyleyim. Yani, herkes gibi, herkes kadar. Kısa boylu, sıska olanıydı soruyu soran. Öbürlerinden cesaret alarak dayağa katıldığı belliydi. “Ne fark eder ki?” dedim. “Elhamdülillah” diyecektim hâlbuki. Dayak durdu. Beni süzüyordu üç linççi. Dayak yiyen genç başı hala ellerinin arasında “Tövbe, bir daha küfredersem,” diyordu. “Demek ne fark eder” diye içlerinden tekrar ettiklerini hissedebiliyordum. Hazır elleri değmişken beni de aradan çıkarabilirlerdi. O değil, olayı hanıma anlatsam, “Sen de iki tane vuramadın” diye söylenip duracaktı. Yerdeki genç etrafına bakmak için kafasını ellerinin arasından çıkarıyordu ki “Tüü!” diye tükürüp “Rezil” diye bitirdim. Linççiler bir bana, bir yerdeki gence bakıyordu. Yetmez ama neyse der gibi kafa salladılar. Onlar da gence tükürüp oradan uzaklaştılar. Hızla uzaklaştım ben de oradan. Adam kafasını kaldırır da beni görür, kinlenir filan. Neme lazım.
Denk geldiğim birkaç simitçide tereyağlı simit yoktu. Yol kenarını süpüren bir çöpçü gördüm. O bilmeyecekti de ben mi bilecektim. “Kolay gelsin hemşerim, buralarda tereyağlı simit satan bir yer var mı acaba?” dedim. Yüzüme bakmadan, süpürgesiyle yolun aşağısında bir yeri gösteriyordu ki korna sesiyle irkildik. “Çeksene kardeşim çöp arabanı yolun ortasından,” diye bağırdı kamyonetten kafasını uzatan adam. “İki dakika sabredemiyorsunuz değil mi?” dedi çöpçü. “Hadi kardeşim hadi, acelem var,” dedi adam. Söylene söylene aldı el arabasını kaldırıma çöpçü. “Baştan koysana işte kaldırıma,” diyecektim de daha pastaneyi tarif etmemişti adam. Kamyonet tepkili bir kalkışla uzaklaştı. “Görüyor musun dayı, insanlara yaranamıyorsun. Ben kimin için temizliyorum bu sokağı? Ne olur yani biraz beklesen. Ama çöpçüyüz ya. Ah ah!” Kimi insanların ruh ikizleri vardır. Kimilerinin de huy ikizleri. İşte bu adam bizim hanımın huy ikiziydi. Hanım da böyle. Çoğunlukla haklıdır, değilse de hakkıdır. “Boş ver, şimdi herkes böyle. Şu pastane…” diyecek oldum. “Yaa dayı, ne hükümet bilir kıymetimizi, ne millet,” diye devam etti konuşmasına. Dirseğini süpürgenin sapına dayadı. Uzun bir serzeniş beni bekliyordu. “Soğan olmuş dört bin, pazara gidemiyo….” “Şu ilerde demiştin değil mi pastane” diye araya girip sözünü kestim. Başımıza iş almalıyım şimdi. Neme lazım. Bozuldu bu bana. Kime anlatıyorum der gibi kafasını sallayıp yol kenarını süpürmeye devam etti. “Şu kamyonetli züppeyi takip et, ilk kavşaktan sola dön, oralarda kalıyor,” dedi yüzüme bakmadan. ‘Kavşak’ı öyle vurgulu söyledi ki küfür ediyor sandım. Kuru bir teşekkür yetmezdi şimdi buna. “Bazen bir çöpü yarım saat elimde taşırım, bir çöp kutusu görene kadar,” dedim. Dönüp bakmadı. Boynumu büküp yoluma devam ettim.
Pat diye kaybolmaz insan. Çok iyi bildiğin ya da bildiğini sandığın yerlere benzeyen mekânlar aldatır, hipnoz eder seni bazen. Bizim mahallenin etrafında dolanıyorum derken bir kahvehaneye rastladım. Kapısının önüne dökülmüş çay demiyle, köşesi kırık camıyla, masalardaki yeşil kadife örtüsüyle, Fotomaç okuyup Fenere söven gençleriyle tıpatıp bizim mahalledeki kahveye benziyordu. Adları da benzer olunca(Köşk Kıraathanesi. Bizimki de Villa) mahalledeki kahve sandım. Camdan içeriyi seyrettim. Elimi siper yapıp tanıdık biri var mı diye içeriyi süzerken içerdekilerin de işi gücü bırakıp beni izlediklerini fark ettim. Mahalleli içgüdüsüyle yabancıya bakar gibi bakıyorlardı. İşte o an “kayboldum” dedim içimden. Kaybolduğumu anlamamla beraber bütün zihin kanallarım açıldı sanki. “Tabii ya bizimki ‘Villaydı’, bizim kıraathanede tek ‘a’ vardı, bunların hepsi kâğıt oynuyor, bizde çoğunluk okey oynar.” Kahveci elini önlüğüne silip başıyla beni işaret etti çırağına. Çırak hemen yanımda bitti. “Buyur abi, ne istemiştin?” dedi. “Neredeyim ben?” dedim gayriihtiyari. “Köşk kıraathanesi abi burası” dedi çocuk. Kaybolduğumu belli etmek istemiyordum. Ne ara kaybolacak kadar uzaklaştım mahalleden, onu da anlamadım. Bir keresinde bir filmde görmüştüm. Elinden kayan yüzüğünü tutmaya çalışırken kuyuya düşen bir adam vardı filmde. Kolunu kırmıştı düşerken. Kuyudan nasıl çıkarım diye çareler arayacağına beline kadar gelen suyun içinde yüzüğünü aramaya başladı o haliyle. Ben de onun gibi hissediyordum kendimi. Hele bir bulayım simidi de bu kuyudan da bir şekilde çıkarım diyordum. “Simit alacaktım da, buralarda var mı acaba tereyağlı simit satan bir yer?” dedim. Çocuk, ustasına sormaya gitti. Kahvedekiler çocuğu takip ettiler bakışlarıyla. Ustası bayağı bir konuştu bununla. Çocuk yanıma geldi tekrar. Bakışlar yine bana yöneldi. Niye öyle röntgenci gibi camdan bakıyormuşum, adam gibi içeri geçip sorsaymışım ya. Kahveye gelen gelmeyen herkesi tanırmış mahallede. Bu mahalleden değilmişim, ne işim varmış buralarda. Benim gibi adamlara pek güven olmazmış. Ajan da çıkabilirmişim, berduş da. Neyse işte, iki sokak aşağıda, kasetçinin yanındaki fırın arada simit çıkarıyormuş. Tereyağlı mı değil mi bilmiyormuş. Dokuz on yaşlarındaki çırak, ustasının tepkiyle söylediklerini de aktardı bana. O aktarmasa da içerdekilerin bakışları da benzer şeyler söylüyordu zaten. Bir an önce oradan ayrılmam gerekiyordu. Çocuğa teşekkür edip tarif ettiği yere doğru yürüdüm.
Çocuğun tarif ettiği yerde bulamadım fırını. Dükkânın birinden elinde ekmek kasasıyla bir çocuk çıktı da anca anladım oranın fırın olduğunu. Ne camekânda bir yazı, ne de tabela vardı. Camlar isten karardığı için içeriyi görmek mümkün değildi. Çocuk kasayı bisikletin arkasına yerleştirip pantolon paçasından çıkardığı paketten bir sigara yaktıktan sonra yola koyuldu. Kapıyı açmamla yüzüme sıcak rüzgâr üflendi adeta. Sabahtan beri buz gibi havada dolaştıktan sonra burası çok iyi gelmişti bana. İçerde yoğun bir buhar vardı. Kapı dibindeki semaverden çıkan buhar küçücük fırının içinde puslu bir hava yaratmıştı. Kollarımı ovuşturup fırının içine göz gezdirirken tezgâhın arkasında duran, üç kişiyi fark ettim. İçlerinden biri semaverin fişini çekip kapıyı açtı. Buhar dağılınca fırına ekmek atmak üzereyken yakaladığım ve o halleriyle donmuş gibi duran kısa kollu beyaz atlet giyen ustalarla ve onların atlet yakalarından taşan kara-kıvırcık göğüs kıllarıyla karşılaştım. “Hoş geldin dayı” dedi daha kıllı olanı. “Sağ olasın” dedim. Bu arada içeride simide dair bir şeyler arıyordum. Her tarafta ekmek vardı. ‘Bizde simit ne arasın dayı’ ile karşılaşmamak için ‘Ne lazımdı’dan önce iyice baktım her yana. Sonunda kasada duran çocuğun arkasında fırına verilmeyi bekleyen bir tepsi simit gördüm. Tam o an geldi soru. “Buyur dayı, ne lazımdı?” “Simit alacaktım da.” “Şu ekmekler bitsin, fırına atarız birazdan” dedi daha az kıllı olanı. “Tereyağlı simit de yapıyormuşsunuz galiba.” “Yok dayı, kim diyor. Bizimkisi düz simit. Hem boş ver onları dayı. En adi margarinleri kullanıp, tereyağlı diye satıyorlar,” “Ben de biliyorum onu ama ne yaparsın, gelin aşermiş. Oğlan da uzun yol şoförü, Niğde’ye gitti. İlk torun hem de biliyor musun? Hanım koydu bizi yollara. Sabahtan beri arıyorum.” Ekmekleri küreğe yerleştiren adamın arkasındaki margarin paketiydi bana bu yalanları hızlıca söyleten. Çok acıklı konuşmuş olacağım ki birbirlerine baktılar iki usta. Yakalayınca bırakmamayım dedim. “Hem şurada margarininiz varmış. Bir iki tane yapsanız, sevaptır.” “Onu yağlı ekmek için kullanıyoruz dayı. Sana bir yer söyleyeceğim. Orijinal tereyağıyla yapıyor. Oraya git” “Nerede?” dedim, buraları çok biliyormuşum gibi.
“Şurayı biliyor musun?” “Yok.” “Şey var, onu biliyor musun?” “Yok.”
“Şu camii var köşede?” “Cık” “Eee nasıl tarif edeyim sana şimdi orayı? En iyisi sen bekle, bizim çırak gelsin, o götürsün seni.”
Çırağın beni götürdüğü yer de sadece sabah yapıyormuş tereyağlı simidi. İlk torun numarasını onlara da yaptım, olmadı. Sabahı beklemem lazımmış.
Dışarı çıkınca bir titreme geldi birden. Rüzgâr mı çıktı nedir? Şubat da bitmek bilmedi bu sene. “Sen de başka bir şey bilmezsin” der bizim hanım ama ben hep derim. Bu şehirde iki mevsim vardır: ‘Yaz ve Şubat’. Bazen ‘Yaz ve Ocak’ olduğu da olur. Sonbaharın hüznü de ilkbaharın coşkusu da teğet geçiyor bizi bir süredir. Havalar ısındı, ilkbahar geldi diye sevindiğimiz o birkaç günden sonra öyle bastırır ki sıcaklar; birkaç gün önce ‘kurtulduk’ dediğimiz kışı arar oluyoruz. Anlayacağın, havası bile dalga geçiyor artık bizimle bu şehrin.
Vakit ikindiyi bulmuştu. Hanıma haber vermek lazımdı ama evde telefon kesikti. Beni evde görmediği zaman Orhan’ın yanında olduğumu sanacak. Madem bir defa kayboldum, bari sabahı bekleyeyim de simitleri alıp öyle gideyim eve dedim. Hem burayı bir daha nereden bulacaktım? Kimseye değilse de pastanenin az ilerisindeki karakola söylerim artık kaybolduğumu. Sabaha kadar nasıl dururum buralarda diye kara kara düşünürken senin el ettiğini gördüm. Ne yalan söyleyeyim, sen çağırmadan önce de gözüme kestirmiştim bankamatiği ama senden çekindim biraz. Yanlış anlama, kılığın kıyafetinden değil; sen de kendince ev bellemişsin burayı. Destursuz girmek olmazdı hani. Ama iyi sıcakmış içerisi ha! Şarabın da fena değilmiş bu arada. Hep ben konuştum be kardeş, biraz da sen anlat. Kalsın mı? Sen bilirsin. Ama sabah bir yere kaybolma, sana da alayım tereyağlı simitlerden. Bir şişe de şarap. Yoo! Evini, kartonunu, şarabını paylaştın benimle. O kadarını da yapalım, değil mi? Dışardaki arkadaş sana mı el sallıyor? Ha, beni işaret ediyor. İçeri gel kardeş” diye çağırdı adamı Şükrü. Uzun, siyah pardösüsü çeşitli yerlerinden yırtılmış adam bankamatik kabininin kapısını açıp kafasını uzattı. “Dayı sen hala buralarda mısın ya? Bulamadın mı evin yolunu hala,” dedi adam. “Af buyur kardeş, tanıyamadım,” dedi Şükrü. “Aşk olsun dayı, geçen gün İmarbank’ın bankamatiğinde oturmuştuk ya. Mahsum abi sızınca anlatacakların yarıda kaldı.” “He tamam, hatırladım. Yok ya evi bulurum, o kolay.” “Buldun mu kasımpatı?” “Yok ya ne gezer. Varsa yoksa gül, papatya, karanfil. Otogarın oralarda bir çiçekçi varmış, yarın ona uğrayacağım.” “Gel bize gidelim, Mahsum abi sabah seni göremeyince çok üzüldü.” “Tamam, geleyim bari. Şu arkadaşa da bi alasmarladık diyeyim,” “Baksana, çoktan uykuya dalmış seninki,” dedi adam. Yola koyuldular. Şükrü ellerini montun cebine sokup adama yöneldi. “Hele bi kasımpatıları bulayım, size de alacağım birkaç demet. Yemeğinizi, şarabınızı paylaştınız benimle o kadar.” “Alırsın dayı alırsın, kolay. Hem bizimkinin yanına yeni bir bankamatik yapılıyor. Olmazsa onu da sana ayarlarız.” dedi adam. Önüne baktı Şükrü. Sonra da havaya. Sokak lambasının ışığı yılın ilk karını müjdeliyordu. Şükrü yanındaki adama gösterdi karı. “Kış bitecek, daha yeni yağıyor mübarek. Ben hep derim: Bir, zamansız yağan kara; iki, zamansız gelen paraya güvenmeyeceksin. Hasta eder şimdi bizi bu. Bir an önce gidelim.” Koşar adım kaçtılar kardan.
edebiyathaber.net (4 Şubat 2025)