
I.
Her birimiz uzaktan bakıldığında durağan görünse de; kendini sürekli yenileyen, işleyen, kabına sığmayan okuma hallerinin aktif özneleriyiz. Bilinçli ya da bilinçsiz tüm okumalarımız uzun vadede çaktırmadan bizi çalkalandırmakla kalmıyor; dinamik biçimde yaratıcı alanın kalbine çekerek, üzerimizde inceden inceye çalışarak bizi hem sıfırdan yazıyor hem yazmaya sevk ediyor. Gayet iyi biliyoruz: Buna uyananların mürekkebi tükenmez, enerjisi solmaz, morali de motivasyonu da yarı yolda stop etmez.
Aslında çoğalıp çoğaltmak, yaratıcı alanda keşiflerimizi daima sürdürürken keşfedilmeyi bekleyen ürünler ortaya koymak için okumanın can veren kimyasını, simyaya yatkınlığını, muhatabı olan özneyi hesapsız kitapsız davet ettiği o zengin sinerji alanlarını görmezden gelmemek kâfi.
Kanlı canlı diyaloglar arenasıdır okuma eylemi. Köpüren cevher. Ölüyü canlandıracak güçte bir kalp masajı. O halde suya bırakır gibi hafifçe bırakalım kendimizi aklımızı başımızdan alan o söylem çağlayanına. (Ki tam şu noktada hatırlatmaya bile gerek yok: Okumak için daima elde kitap tutmak gerekmez. Duyumsadığımız her şeyde dolaysızca dile gelene açık olsak, hiçbir damar tıkanmayacaktır zaten.)
Bir iki üç dedik ve: Etkiyi karşılıksız bırakmadan, geri çevirmeden okuyoruz. Oradan ete kemiğe bürünenlerin gözlerinin içine bakıyoruz. Böylece arzunun tohumu atılır. Yazmak başlar. (Ki bu da sadece kalemin ileri geri hareketi ya da tuşların savruluşu değildir. İşleyen yaratıcı doğamızdır.) Kaçınılmaz kesişim. Şen yazgı. Ne varsıl alan. Bir başlasın yeter. Okumanın yazmaya devredilişi. Sonrasında toprak o tohumu işleyecek, besleyip büyütecektir.
II.
İnsan evladı istediği kadar yanlış izlenimlerle kendini dolduruşa getirip ego besleme uzmanı kesilsin, boyundan büyük pozlar versin, vatkalı kimlikler inşa ederek kasım kasım kasılsın, fark etmiyor; acı gerçekle karşılaşması an meselesi. Açık etmemeye çalışsa da fonda şöyle bir söylemi arada sırada duymaması mümkün değildir: Ey sen, zavallı mahlukat; aslında işin özünde hiç de öyle sandığın kadar etkin değilsin. Abartma varlığını. Yapabileceklerine set çekecek denli muktedir olduğunu sanma. Doğal yönelimlerine sistemli biçimde kilit vurmaktan vazgeç.
Varlığımızın başıboş rüzgârını bir hücreye hapsetmek. Ne yazık. Hepimiz birden, tüm canlılar bırakılmışız bir kere doğaya, ona emanet edilmişiz. Çaresiz sayılmayız, tamam, ama şuna da uyanmak şart: Doğanın kendiliğinden işleyen sistemine dahiliz. Onun devasıyla kuşatıldığımız gerçeğine uyanalım yeter. İşte basit hafiflik formülasyonu. İsteyene nadas, kimine hasat, kimine kesat.
III.
Okumak sarmaşığını görüyor musun; bak orada; usul usul dolanıyor ağacın gövdesine. Üzerinde işlenip duran karınca kolonisi haiku yazıyor olmasın. İzlemek, tanıklık etmek, teşhis koymak mümkün değil ama bir sabah uyanıyorsun ve ansızın karşında: Bu temastan melez bitkiler doğmuş. Onları tespit eden ötekiler ise sarmaşdolaş ağların meselini yazmaya soyunuyor.
Biri o sırada kendini toprağa dair tutkulu araştırmasını ömür boyu sürdürmüş titiz bir yüzeybilim uzmanı olarak konumlandırabilir pekâlâ. Hemen karşısında kendini şair diye tanımlamayan bir şair dilinin ucuna doğan ilk şiiri terennüm edecektir ona cevaben. Kuşlar bile suspus olup kulak kesilmiş. Öylesine yoğun bir ahenk. Tür ötesi titreşim. Mesela diyelim ki böyle çoğul bir karşılaşma yaşandı. Sözcükler, söylemler birbirine çapraz doku. Kim itiraz edecek buna. Okuyalım bakalım, o sırada ne yazacak dimağımız, kalbimiz, bedenimiz.
IV.
Öte yakada yazmaktan bile isteye uzak durup okumayı bir kaçış diye kodlamış olanlar da yok değil. Onlar doğal atılımı, yazma içgüdüsünü uyuşturup susturmakla kalmıyor, aynı zamanda geçip giderken okudukları her satıra yeni katmanlar eklemeyi sürdürüyorlar. Çoğu zaman farkında bile değiller belki. Ne gam. İçe doğru patlayacak bombalar. Tahribat kaçınılmaz. Y-Yaratacakları tahribatın boyutundan habersizler. Biriktirdiklerini dağıtmadan-paylaşmadan-akıtmadan hafiflemenin mümkün olmayacağını birileri onlara tane tane aktarmalı mutlaka.
Okuma eyleminin doğurganlığını, sonsuz kapasitesini, aktif yaradılışını yabana atmamalı. Hep daha ötesine göz dikmiş gibi bir hal var onda. Okur istediği kadar cümle âleme pasif arenada konumlandığını duyursun; etkilenerek okumaya başladığı andan itibaren öylesine bir kor tutuşturulmuştur ki avcuna onunla yanıp yok olmayı kabullenmediyse eğer tek yapabileceği yaratmaktır. Belki susarak, çaktırmadan, gizliden gizliye, içten içe…. Sümüklüböceğin ışıltılı ayakizleri…. Dönüp bakmasa da ışıl ışıl satırlar dolanacaktır yeryüzünü.
Giderek yazarın yazmadıklarını, kendisinden özenle sakladıklarını deşifre etmeye başlayacak kişi de bizzat odur. İlk etkinin ertesinde, okunmuş ve henüz okunmamış külliyatlar arasında, olmadık hamlelerle ne bağlantılar kurulacak. Aktif okumanın yazmaya kıvrıldığı o dönemeçten hevesle göz kırpan ne çok şey. Onlar bize sadece okuma alışkanlıklarımızın varacağı yerler üzerine ipucu vermekle kalmaz; fıkır fıkır kaynaşan kudretlerimizin genişliğini hatırlatarak kendilerini tanımlamadan işlenip durmayı sürdürürler: İşgüzar işçileri hücrelerimizin.

















